Ana Sayfa>Genel(Sayfa 135)

Ağca Baba

 

Ağca Baba Türbesi ; Adana – Kozan’da Çınar sokak ile manastır sokağın kesişimindeki kabristanda.

Ağca Baba‘nın hangi tarihte yaşadığı ve isminin ne olduğu hakkında bir kaynak bulunamamıştır. Tahminen 4,5 metre uzunluğunda bir mezarda metfundur. Bir Türkmen ereni olduğu söylenen Ağca Baba‘nın birçok kerametleri görülmüştür. 1297 / 1881 tarihli Adana salnamesi’nin Livayı Kozan Sis Kasabası bölümünde; “Evliya-yı Kiramdan ağca baba ve kasaba-i meskura bir çarık mesafede Çomak Dede hazeratının makam-ı alileri vardır” denilmektedir.

Ağca Baba‘nın kerametlerini araştıran Abdulkadir Kaçan , Çukurova Evliyaları eserinde şöyle anlatır. ” Sakine Çabuk isimli Kozan’Iı kadın şunları anlattı; ”Oğlum kaybolmuş, aradan günler geçmiş bir türlü bulunamamıştı. Anayüreği dayanır mı, gece gündüz ağıtlar yakarak onu arıyor bir türlü bulamıyordum. Artık umudumu kesmiş, öldüğünü yavaş yavaş kabul etmiştim, çünkü, kafamı oynatacaktım. Bütün yakınlarımda (Artık o geri gelmez, kabul et) diyorlardı. Hemen aklıma Ağca Baba‘mız, yüce evliyamız geldi. Kendi kendime bir dua ettim, Allahım, eğer oğlumdan sağ ya da ölü bir haber alacak olursam, Ağcababa’ya gidip bir mevlüt okutayacağım deddim. Yüce Allahım, bu evliyamızın yüzü suyu hürmetine duamı kabul etmiş olmalı ki, bir kuyuya inip, zehirlenmiş ve bayılmış olan oğlum, günler sonra yeniden kendisine gelmiş (Benim annem-babam var. ben neden buradayım ki?) diye önce korkmuş, sonra da koşarak eve döndüğünde aradan tam 10 gün geçmişti… Bu yüce evliyamızın sayesinde oğluma yeniden kavuşmuştum. Hemen adağımı yerine getirdim
Ağacaba’nın türbesi civarındaki herkes onun bir kerametini anlatıyor.” Ağacababa bizim önce canımızın, namusumuzun, sonra da malımızın koruyucusudur. Burada yaşayan çok saf., temiz, dürüst, evliya gibi bir kişi vardı. O da her akşam. Ağca baba‘nın duru bir atla, gelip, mezarının üstünde kaybolduğunu görümüştü. Bunu görenlerin sayısı oldukça fazladır.

Kozan’daki Askeri bölgeye yakın olan Ağca Baba‘nın Türbesi’nden her gece ezan ve dua sesleri yükseldiği, burada nöbet tutan askerler tarafından defalarca duyulmuş, dilden dile, kulaktan kulağa anlatılıyor…

Kaynaklar ;
Çukurova’nın Manevi Sultanları ,Kazım Temir, Türkiye Gazetesi
Türk Kültür Varlıkları Envanteri , Nusret Çam , Türk Tarih Kurumu
Çukurova Evliyaları , Abdulkadir Kaçar

Şeyh Ali Efendi

Adana – Seyhan’da Yeni camii giriş kapısının hemen yanında kabri var.

Şeyh Ali Efendinin mezarı Yeni (Abdürrezzak Antaki) Cami içinde olup hangi tarihte yaşadığı ve vefat ettiği bilinmemektedir. 1297 / 1881 tarihli Adana Sancağı salnamesinin 77. sahifesinde Adana’da bulunan merkadi mübareke bölümünde “Ehlullah’tan Şeyh Ali Efendi Adana’da medfundur” denilmektedir.

Kaynaklar
Çukurova’nın Manevi Sultanları ,Kazım Temir, Türkiye Gazetesi
Türk Kültür Varlıkları Envanteri , Nusret Çam , Türk Tarih Kurumu

Abdurrezzak Antaki

 

Kabri şerifi; Adana – Seyhan’da Yeni camii giriş kapısının yanında.

Aslen Antakyalı olan Abdurrezzak Antaki hazretlerinin mezarı 1724 tarihinde kendi adına yaptırdığı Abdürrezak Antaki (Yeni) Caminin girişin bulunmaktadır. Vefat tarihi bilinmemektedir. 1297 / 1881 tarihli Adana Sancağı salnamesinin 77. sahifesinde Ehlultah’tan olduğu bildirilmektedir.

Bu caminin yaptırılmasında emeği geçen ve o tarihlerde Adana müftüsü olan Sadık Efendinin mezarı da Abdurrezzak Antaki Efendi’nin hemen yanındadır.
Yeni camiinin cümle kapısındaki kitabe ;
1- Bismillahirrahmanirrahim.
2- Vekad veffake binae hazac Camiu’ş şerif lil fakir
3- Abdurrezzak el Antaki tevelleden. Sümme tevattana fi Adana fi seneti seb’a selasine ve miete ve elf (H.1137 / M. 1724)
Türkçesi
1- Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla
2- Muhakkak bu şerefli camiinin yapımına, Antakya doğumlu olup Adana’yı vatan edinen Hacı Abdurrezzak binyüz otuzyedi yılında mufavvak oldu. (M. 1724)

Kaynaklar;
Çukurova’nın Manevi Sultanları ,Kazım Temir, Türkiye Gazetesi
Türk Kültür Varlıkları Envanteri , Nusret Çam , Türk Tarih Kurumu

Şeyh Ahmed Kuddusi

Ahmed Kuddusi hazretlerinin kabri şerifi ; Niğde – Bor Asri Kabristanında . Aynı zamanda Bor Merkezde Sarı Saltuk türbesinin karşısında makamı var.

Vefatından sonra da müritlerini eğitmeye ve onlara yol göstermeye devam eden Ahmed Kuddusi hazretleri divanındaki İcazetname Kasidesi’nde belirtildiği üzere , kendisine kıyamete kadar gelecek insanlara zikir için izin verme icazeti verilmiştir.İcazet Kasidesi’nde, mürşit bulamayanlara zikir izni verdiğini ifade etmektedir.
” Bu İcazet ammedir virdim izin isteyene
Ta Kıyamet günine dek zakirine var cevaz’

Bor’un yetiştirdiği büyük evliya Şeyh Ahmed Kuddusi Hazretleri , Anadolu’yu iman ve aşkla mayalayan erenlerin büyüklerindendir. 18. asrın son döneminde Bor’da doğmuş ve hayatının büyük bir kısmını burada geçirmiştir. Doğum tarihi Hicri 11 Rebiülevvel 1183 (1769). İsmi Ahmed Bin Hacı İbrahim’dir. Maraşizade ve Kuddusi Baba olarak da tanınan Ahmed Kuddusi Hazretleri , Kuddusi mahlasını almasını şöyle anlatmaktadır ; ”Ben, daha doğmadan önce ana karnında iken, Kuddus Kuddus diye Allahü teâlâyı zikr ediyormuşum. Birgün annem babama bu durumu söyleyince, babam; “Kimseye söyleme bu oğlumuz kemal sahibi olur inşaallah.” demiş”

Kuddusi Hazretlerinin babası İbrahim Efendi hem zahiri hem de batıni ilimlerde derinleşmiş bir Nakşibendi Şeyhidir. Babası , Ahmed Kuddusi Hazretlerinin aynı zamanda ilk feyiz kaynağı ve ilk hocasıdır. Bunu divanında şu beyitlerle ifade eder.
Peder merhum icazet virdi zikrullaha pes bana
Didi çalış heman ben sağ iken tevhid-i Yezdana

Ahmed Kuddusi, küçük yaşta babasından ders almaya başladı. Ahrariyye yolunun edebini babasından öğrendi. Babasının; “Oğlum her zaman Allahü tealayı zikir et, benim sağlığımda boş şeylerle uğraşmaktan uzak dur.” nasihatine uyarak onun tarikat hakkındaki tavsiyelerine harfiyyen riayet edip gece gündüz şevkle çalıştı, bütün amelleri gönülden yaptı. Kısa zamanda velilik basamaklarında yükseldi.

Kayseri’de Hüseyin Efendi isimli hocasından zahiri ilimleri tahsil ederken manevi bir işaretle bir gece yaya olarak Turhal’a gitmiş ve Turhal Şeyhi olarak meşhur olan Şeyh Mustafa Efendi’nin yanına erişmiştir. Bu zatın sohbetlerinde bulunarak takdirini kazanmış ve Nakşibendilik tarikatının icazetini almıştır.
Kayseri’den bir gice çıkdım senin sevdan ile
Şeyh-i Turhal Hazretleriyle görişüb buldum ula

Turhal Şeyhi Mustafa Efendi dışında zahiri başka bir şeyhe bağlı olmayan Kuddusi Hazretleri , manevi alemde Abdulkadir Geylani , Yunus Emre ve Mevlana Hazretlerinin ruhaniyetinden feyizlenmiştir. Bu anlamda Üveysi yolununda da saliklerindedir.

Kuddusi Hazretleri , Şeyhinden icazet aldıktan sonra Turhal’dan bir arkadaşı ile ayrılıp Erzincan’a geldi. Sert geçen kış mevsimi yüzünden Erzincan’da birkaç ay kaldı. Yaz gelince, Erzincan’dan ayrılarak, önce Şam’a oradan da Mısır’a vardı. Daha sonra hac farizasını yerine getirmek için Mekke mükerremeye gitti. Bu ilk Hicaz seferinde Hira ve Uhud dağında, hazret-i Hamza ve Uhud harbinin diğer şehidlerinin medfun bulunduğu sahada ve dağın kayalıkları arasındaki mağaralarda uzun günler uzlette kendi başına kaldı. Mescid-i Nebi çevresinde riyazetler çekti. Resulullah efendimizin lütuf ve hitaplarına kavuşarak, üstün derecelere yükseltildi. Bu sırada; “Anadolu’ya git, orada evlen. Senin için üstün derece ve makamlar, aile kadrosu içinde hasıl olacaktır.” ikaz ve işareti üzerine, bir sonraki sene tekrar hacc ederek Bor’a döndü.

1807 ve 1810 senelerinde olan Osmanlı-Rus savaşlarına katıldı. Böylece sünnete uyarak, nefsini ıslah etmek için yaptığı halvet, yalnızlık çile ve riyazetleri yani cihad-ı asgarı cihad-ı ekberle, yani nefisle yaptığı savaşlarla da tamamladı.

Ahmed Kuddusi, Hicaz’dan Bor’a döndükten sonra, birçok din düşmanının düşmanlıkları sebebiyle, on üç yıl kadar evinde inziva hayâtı yaşadı.

O devrin ileri gelenlerinden makam sahibi biri, bir sohbette; “Zamanımızın büyük velisi kim ise onunla görüşmek istiyorum.” diye yakınlarına sorar. Bunun üzerine orada Kuddusi hazretlerini tanıyan biri; “Zamanımızın büyük velisi Ahmed Kuddusi’dir.” deyince, kendisini İstanbul’a davet ederler. Ahmed Kuddusi, İstanbul’a gelip huzura girince, orada bulunan kimseler, onun taşralı kıyafeti ile huzura girmesini pek beğenmeyip, yukardan bakıcı bir tavır takınırlar. Ahmed Kuddusi sohbet sırasında hiç konuşmaz. O makam sahibi kimse; “Şeyh efendi! Siz de bir beyân buyursanız.” deyince; “Efendim! Bendeniz ilmi olmayan bir kişiyim. Huzurunuzda konuşmaya haya ederim. Ancak emrinize uyarak başımdan geçen bir hâdiseyi anlatayım.” diyerek şu hikayeyi anlatır:

“Bir gün bendeniz Sarayburnu’nda sahil boyunca gezerken, çok güzel bir hanım sandala bindi. Gönlümü cezbeden bu güzelin peşinden başka bir sandala binerek, onu takib ettim. Üsküdar iskelesinde karaya çıkıp, falan sokaktaki büyük bahçeli konağa giren bu hanımı bir daha göremedimse de aslâ unutmadım. Gönlüm onun hicranı ile rahatsızdır efendim.”

O makam sâhibi kimse, bu hikayeyi duyar duymaz, yanında bulunanların hepsini dışarı çıkararak, Ahmed Kuddusi’ye; “Efendi, anlattığınız benim halen içinde yaşadığım elemli hâlimin ifâdesiydi. Şu anda ise o dertten kurtuldum. O hanım gönlümden silindi.” dedi. Sonra Kuddusi hazretlerine görülmemiş ihsanda bulundu.

Bir süre İstanbul’da kalan Ahmed Kuddusi, Bor’a döndü. Bor’da iken birgün sultan, Bor’a iki memur gönderip, onun durumunu öğrenmek istedi. Gelen memurlar onu bahçesini bellerken buldular. Ahmed Kuddûsî hazretleri onlar daha bir şey söylemeden; “Siz İstanbul’dan geldiniz. Bizim bir şeye ihtiyacımız yok.” buyurdu. Onlar; “Pâdişâhımız bizi vazifeli gönderdi. Size tahsîsât bağlayacağız.” dediler. Ahmed Kuddûsî onlara; “Açın eteğinizi” diyerek her ikisinin eteğine birer kürek toprak döktü. İki memur bu toprakların altın olduğuna şâhid oldular. Bu sefer Ahmed Kuddusi; “Eteklerinizdekileri dökün.” deyince hemen yere döktüler. Bu defa toprakların yılan-çiyan olduğuna şâhid oldular. Ahmed Kuddûsî; “Evlâtlarım! Allahü teâlânın keremi ile bizim pâdişâhımızın tahsîsatına ihtiyâcımız yoksa da, fukarâ ve âcizlere dağıtmak için bırakın.” diyerek bu tahsîsâtı bir müddet alıp yoksullara dağıttı

Ahmed Kuddûsî hazretleri, gerek şiirlerinde, gerekse mektup ve sair yazılarında, hak yolundaki tehlikelere dikkatleri çekerek, bu yoldaki sâdıklarla, sapıkların hâl ve durumlarını tekrar tekrar anlatmaktadır. Ehl-i dünyâ ile mülhid ve dinsize yaklaşmamayı, câhil ve inatçı sofulardan kaçınmayı, küfür ehli ile münâfıklardan şiddetle sakınmayı, hased, kin, istihzâ ve nemîme, dedikodu ehlinden uzaklaşıp onlarla berâber olmamayı tavsiye etmiştir.

Ahmed Kuddûsî, farz, vacib ve sünnet olan ilimleri bilip, kendisine kâfi olanını öğrendikten sonra, ilmi ile amel ederek, Allahü teâlâyı anmaya devâm etmeyi bütün eserlerinde tekrarlamaktadır. Baş olmak, dünyâlık elde etmek veyâ halkı başına toplayıp, onların hürmet ve hizmetlerini celbetmenin, insanı şeytana oyuncak edeceğini tekrar tekrar anlatan Ahmed Kuddûsî; Azâzil’i (şeytanı), Bel’âm bin Baûrâ’yı, Bersisa’yı ve sahâbeden iken dünyâlıklara mağlûb olan Sa’lebe’yi anlatmaktadır. Allahü teâlâya kulluğu, Allahü teâlânın emri için yapmayı, yeterince ilim ve bilgiyi kazanıp farz-ı ayn olan bilgileri edinmeyi, bu şartların kazanılmasından sonra da ihlâs ile zikir, fikir ve şükür ibâdetlerini gücü yettiği nisbette yerine getirmeyi tavsiye etmektedir.

Ahmed Kuddusi hazretlerinin başka bir özelliği de hem Nakşibendi hem de Kadiri tarikatlarının şeyhi olmasıdır. İlk zamanlarda müritlerini Nakşibendi tarikatının usullerine göre yetişen Hazreti Kuddusi Nakşibendi tarikatının şartlarının ağır olmasından dolayı ve de müritlerinin bu şartlarının ağır olmasından dolayı daha feniş olan Kadiri tarikatına geçtiğini ifade eder. ” Ahir zamanda cehalet gaflet tembellik bidat zinet ve dünyevi meşguliyetler çok olduğundan dolayı kadiri tariki bu ümmete rahmettir.” Ahmed Kuddusi hazretleri , müritlerine yüz istiğfar , on salavat, olabildiği kadar çok miktarda kelime-i tevhidi zikir olarak vermiştir ve bu görevi yapan herkesi müridi olarak görmüştür.
Yok, ayrı gayrı evliya yollarının Hak cümlesi
Hem Halveti, hem Celveti , hem Kadiri , hem Nakşiyem.

Ahmed Kuddusi Hazretlerinin Vasiyetnamesi
Ey evlâdım, eşim, akrabâ-ı taallukatım! Size vasiyet ederim ki: Allahü teâlâya ve Resûlüne sallallahü aleyhi ve sellem itâat edesiniz, benim için ağlamayasınız. Gece vefât edersem, gasl edip sabah nmazının akabinde birkaç komşu ile cenâze namazımı kılıp, Eski Mezâr’da uygun bir yere defnedin. Halka zahmet olmasın. Beni medhetmeyin. Zîrâ kabirde bu söylenilen sıfatlar sende var mıydı diye melekler sorarlarmış. Hemen duâ ve istigfâr edin. Kur’ân-ı kerîm ve tevhîd okuyup, rûhuma hediye edersiniz. Nasîhat kitaplarımı okuyup, nasîhat alasınız. İnşâallah bana ve size faydalı olur. Beni seven talebelerim; evlâdıma nasîhat, hüsn-i nazar ve terbiye etsinler. Nasîhatta esrâr ve çok faydalar vardır. Zikr ederken Allahü teâlânın emrine yapışmak niyeti ile etmelidir.

Kefenimi Niğde bezinden yapın. Cesedime ve kefenime yazı yazmayın. Kabristanda tegannî ile Kur’ân-ı kerîm okuyarak, oradaki müslümanları bıktırmayın. Allahü teâlâ benden râzı olur ise, tegannîsiz üç İhlâs-ı şerîf yeter. Allah korusun râzı olmaz ise her biriniz bir hatm-i şerîf okusanız fayda vermez.

İlmi, tâliplerine ve fukarânın sâlihlerine verin. Dostlarınızın ne kadar kusurları çok olursa da, onlara muhabbet besleyin ve ihsân edin. Dervişlerin İslâm dînine uymayanlarından uzaklaşın. Ekseri sihir ve simyâ kullanarak herkesi aldatıp, mürşid-i kâmiliz derler. Kıyâmet, yeryüzünde âlim var iken kopmayıp, câhil üzerine ve Allahü teâlânın ism-i şerîfini bilip söylemeyen kimselerin üzerine kopacakdır. Siz bu durum karşısında mağrur olup, nefsin hevâsına tâbi ve Allahü teâlânın mekrinden emîn olmayasınız. İblis ve emsâlini düşünesiniz. Sâlih amel işledikten sonra hamd ve şükür etmeli. Beşeriyet sebebiyle günâh sâdır olur ise hemenn istigfâr etmeli, Allahü teâlânın rahmetinden ümîd kesmemeli. Bu vasiyetnâmemi mümin kardeşlere gösteresiniz.

 

1849 (H. 1265) senesi Cemâzilâhır ayında Bor’da vefât etti. Vasiyeti üzerine Eski Mezarlık’a defnedildi. Aynı gün köylünün biri kırılan saban demirini tamir ettirmek üzere Bor’a geldiğinde çok kalabalık bir cemaatın cenaze namazına hazırlandığını görünce, abdestini tazeleyerek cenâze namazını kılar. Hemen işine dönmek niyetinde olduğundan, yakındaki bir demirci dükkanına girerek, tamir etmesi için saban demirini ustaya verir. Demirci, ocağa koyduğu demirin bir türlü kızarmadığını, saatlerce uğraştığı halde dövülecek hale gelmediğini görünce şaşkın bir halde düşünceye dalar. Bu sırada yakın bir tanıdığı dükkana girer. Demirci durumu ona anlatır. O da köylüye; “Sen nerelisin, bu demiri nereden getirdin?” diye sorar. Köylü; “Ben filan köydenim. Bu demir, dün çift sürerken bir kayaya takılıp kırıldı. Tamir ettirmek için bugün buraya getirdim. Şehre girdiğimde eşini görmediğim bir cemâata katılarak cenaze namazını kıldıktan sonra doğru bu dükkana geldim.” deyince o kişi; “Senin, adını sormadan namazına iştirâk ettiğin büyük evliyâ, âşık-ı Hak Şeyh Ahmed Kuddûsî hazretleriydi. Allahü teâlâ, değil onun namazını kılanı, o cenâzede hazır olan âlet ve edevâtı da ateşten muhâfaza etmiştir.” der. Îmân sâhibi olan bu köylü, yeni bir saban alıp köyüne döner.

Son yıllarda mezarlıkları şehir dışına nakletme hususundaki genel bir karar üzerine, Ahmed Kuddûsî hazretlerinin kabri bugünkü kabristandaki ziyaretgâh olan yerine nakledildi. Bu nakil esnâsında halk karşı çıkmış ise de, devrin kaymakamı, belediye başkanı ve jandarma komutanı olaya müdâhale ederek, Ahmed Kuddûsî hazretlerinin kabrine karşı hoş olmayan bâzı sözler sarfedip, edep dışı davranışta bulundular. Hepsi bir belâya mâruz kaldılar. Kabr-i şerîfi yıkmaya kimse râzı olmayınca hapishaneden getirilen mahkûmlar, kabri yıktı. Bu esnâda orada olan jandarma komutanı kabrin taşına tekme vurarak kazın diye emir verdiği anda yere düşerek beni kurtarın diye bağıra bağıra öldü. Kabri açtıklarında, Ahmed Kuddûsî hazretlerinin kefeninin bembeyaz duruyor olduğunu gördüler. O anda kabirden çok güzel bir koku etrafa yayıldı. Yine o gün hava çok sıcak iken, semâ âniden bulutlanarak yağmur çiseleyip serinlik ve ferahlık hâsıl oldu. Ahmed Kuddûsî hazretlerinin nâşı yeni kefene sarılarak bugünkü kabrine nakledildi.

Ahmed Kuddusi Hazretlerinin eserleri
1. Divan-ı Kuddusi
Kuddusi Hazretlerinin hak ve hakikat yolculuğu olan tasavvufu detayları ve incelikleriyle veren eseridir. Divanda tasavvuf yolculuğu tüm merhaleleri ile anlatılmaktadır. Divan ilk olarak Kuddusi Hazretlerinin vefatından on yıl sonra İstanbul’da Hacı Ali Rıza Efendi adlı zat tarafından bastırılmıştır. Eserdeki şiir sayısı farklı nüshalara göre değişiklik gösterse de yaklaşık bin yüz civarlanndadır.
2. Hazinetü’l Esrar ve Ganimetü’l-Ebrar
Kuddusi Hazretlerinin tasavvufi konularda mansur olarak yazdığı “Hazinetü’l-Esrar” ve “Ganîmetü’lEbrar” adlı eseri derin ilminin bir yansımadır. Bu eser Kuddusi Hazretlerinin ne kadar büyük bir mürşit ve alim olduğunun yazılı bir delilidir.
3. Pendname-i Kuddusi
Kuddusi Hazretlerinin vefatından önce yazdığı son risalesidir. Kuddusi Hazretleri bu risaleyi, hasta yatağında aralıklı olarak birkaç yılda yazmıştır. Eser tasavvufi
öğütlerden ve tavsiyelerden oluşmaktadır.
4. Nasaih-i Kuddusi
Kuddusi Hazretleri burada kendi hayatına dair önemli hususlardan bahseder. Çektiği sıkıntılardan söz eder. Bazı tasavvufi konularda tavsiyelerde bulunur. Ayrıca bu risale o dönemin toplumsal yapısı hakkında günümüze bir ayna tutmaktadır.
5. Vasiyetname
Kısa bir risaledir. Kuddusi Hazretlerinin vasiyetini içermektedir. Tevhitten ve zikirden ayrılmamayı ve her daim Hak yolunda olmayı tavsiye etmektedir. Kuddusi
Hazretleri vefatından sonra yapılmasını istediği konuları zikretmektedir.
6. İcazetname
Manzum ve mansur olmak üzere iki bölümden oluşan bu risalede Kuddusi Hazretleri tüm ehl-i imana zikir için kıyamete kadar icazet verdiğini beyan etmektedir. Kuddüsî Hazretlerinin bu risalesi onun halen manevi tesiri ve etkisi devam eden bir veli olduğunun bir işaretidir.
7. Mektuplar
Kuddusi Hazretlerinin Külliyat’ındaki beş el yazmaso mektuptan oluşmaktadır.
8. Muhtasar Tıbb-ı Nebevi
9. Medayıh Risalesi

Vefatından sonra da müritlerini eğitmeye ve onlara yol göstermeye devam eden Ahmed Kuddusi hazretleri divanındaki İcazetname Kasidesi’nde belirtildiği üzere , kendisine kıyamete kadar gelecek insanlara zikir için izin verme icazeti verilmiştir.İcazet Kasidesi’nde, mürşit bulamayanlara zikir izni verdiğini ifade etmektedir.
Bu İcazet ammedir virdim izin isteyene
Ta Kıyamet günine dek zakirine var cevaz

Kaynaklar ;
Borlu Şeyh Ahmed Kuddusi hazretleri , Bor Belediyesi , Mehmet Baş
Osmanlı Müellifleri; c.1, s.150
Sicilli Osmânî; c.4, s.58
Kuddûsî Dîvânı

Mevlana Yusuf Çerhi

Yusuf Çerhi hazretlerinin kabri ; Tacikistan – Duşanbe şehir merkezinin 20 km dışarısındaki Vahdat bölgesindeki Chirtok yerleşimindeki kabristanda.

Mevlana Yakub Çerhi hazretlerinin oğlu olup babasının yerine postnişin olmuştur. Hayatı Hakkında fazla bilgi bulunmayan Yusuf Çerhi’nin türbesi ve tekkesinin kalıntıları Duşanbe’ye (Tacikistan) yakın Çertek de dir.

Yakub Çerhi (k.s.)

Tacikistan – Duşanbe’de Mevlana Yakub Çerhi camii içerisinde. ( Tacikistan’a gittiğinizde taksiciye Hazreti Mevlana Yakup ziyaret derseniz (şehir merkezinden ort 30 somoniye( 10 tl) ) 10 dk içerisinde sizi götürebilir.)

Silsile-i Aliyye’nin 17 . halkası olan Yakub Çerhi hazretleri ; Maveraünnehir’de Kandehar ile Gaznin arasında, Gaznin’e bağlı Cerh köyünde dünyaya geldi. İsmi, Yakûb bin Osman bin Mahmûd’dur. İlk tahsilini memleketinde yaptı. İlim için Herat ve Mısır’a gitti. Orada Zeyniyye tarikatı kurucusu Zeynüddin Hafi ile birlikte, zamanının büyük alimi Mevlânâ Şihâbüddîn Seyrani’den ve diğer alimlerden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Sonra Buhârâ’ya gitti. Orada da âlimlerden ilim öğrenip, icâzet aldı. Zâhirî ilimlerde yetişdikten sonra tasavvuf ilmine yöneldi. Tasavvuf ilminde ve hâllerinde önce Şâh-ı Nakşibend hazrteleri’nin, sonra da onun halîfesi Alâüddîn Attâr’ın sohbetinde yetişti.

Yakub Çerhi hazretleri ; Ortaboylu, beyaz tenli, gökçek yüzlüydü. Sakalı seyrek ve beyazdı. Alnında bir “ben” vardı. Zahir ve batın, ilimlerinde rüsuh ehli, zahirî ve batınî rumûz sahibiydi.

Şah-ı Nakşibend hazretlerine intisabı ; Kendisi şöyle anlatmıştır: “Buhara’nın alimlerinden ilim tahsil edip icâzet aldıktan sonra memleketime dönmek üzere idim. İçimde Şah-ı Nakşibend hazretlerinin yanına gitmek arzusu hâsıl oldu. Huzûruna varıp; “Beni hatırdan çıkarmayınız” diye yalvardım. “Tam gideceğin sırada
mı bana geliyorsun?” buyurdu. “Gönlüm iştiyâkınızla dolu, sizi seviyorum” dedim. “Bu arzu ne sebepten geliyor?” dedi. “Büyük bir zâtsınız ve herkesin makbûlüsünüz” dedim. Bunun üzerine; “Bu sebep kâfi değil, daha makbûl birşey bulman lâzımdır. Halkın beni kabûlü şeytanî olabilir” buyurdu. Dedim ki: “Sahih bir hadîs-i şerîfde; “Allahü teâlâ bir kulunu severse, onun sevgisini kullarının kalblerine düşürür, insanlar onu severler” buyurulmuştur.”

Bunun üzerine tebessüm etti ve buyurdu ki: “Biz azîzânız (azîzlerdeniz.) Bu söz üzerine kendimden geçer gibi oldum. Çünkü bu görüşmeden bir ay kadar önce, bir rü’yâ görmüştüm. Rüyâmda bana; “Azîzân’ın müridi, talebesi ol” demişlerdi. Rüyâyı unutmuştum. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri; “Biz azîzânız” buyurunca hatırladım. Tekrar; “Bana teveccüh ediniz, hatırınızdan çıkarmayınız” diye yalvardım. Buyurdu ki: “Bir gün Azîzân’dan (Ali Râmitenî’den (kuddise sirruh) böyle bir istekde bulunmuşlar. O da, birşeyin hatırda kalması için bir vâsıtaya ihtiyâç olduğunu söylemiş ve hatırlamaya vesîle olacak birşey istemişler.” Bunu söyledikten sonra, bana mübârek takyesini hediye etti ve buyurdu ki: “Senin bana verecek birşeyin yok, şu takyeyi al, onu her gördüğünde bizi hatırla ve yanında bul.”

Bundan sonra ayrıca tenbîh edip; “Bu yolculukta Mevlânâ Tâcüddîn Deştgûlegî’yi bulmaya gayret et. Çünkü o, Allahü teâlânın evliyâsındandır.” buyurdu. Yola çıktıktan sonra, içime önce Belh şehrine, oradan da memleketime dönme arzusu düştü. Belh şehri ile Deştgûlek arası çok uzak idi. Yolculukta öyle vesileler oldu ki, birden kendimi Deştgûlek yakınlarında buldum. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin tenbihi hatırıma geldi. İşâretlerinden dolayı şaşırıp, hayran kaldım. Deştgûlek’e gidip, hemen Mevlânâ Tâcüddîn’in sohbetine can attım. Onun sohbetinde bulunduktan sonra, Behâeddîn-i Buhârî’ye geri dönüp ona teslim olmak arzusu beni sardı. Buhârâ’da bir meczub zât vardı. Onu bir yolda oturur gördüm. Ona dedim ki; “Ben gidiyorum!” Bana; “Hiç durma, çubuk git!” dedi. Oturduğu yerde toprak üzerine çizgiler çizdi. Kendi kendime, bu çizgileri sayayım, eğer tek çıkarsa gitmem gerektiğine işâret sayayım diye düşündüm. Saydım tek çıktı. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerine tekrar gitmeye karar verip, yola çıktım. Nihâyet Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin huzûruna kavuştum. Hâlimi arzettim. Bana zikretmemi ve zikirde teke riâyet etmemi bildirip; “Elinden geldiği kadar zikirde tek sayıya riâyet et” buyurdu ve böylece yolda karşılaştığım meczub zâtın yer üzerine çizdiği çizgilerin tek oluşuna işâret etti.”

Yakûb Çerhî hazretleri, bir eserinde şöyle anlatmıştır: “Allahü teâlânın inâyetiyle bu fakirde erenler yoluna girmek arzusu doğup da fadl-ı ilâhiyye’ye, Allahü teâlânın yardımına kavuşunca, Buhârâ’da Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerine kavuşmak nasîb oldu. Onun kerem ve iltifâtları beni saadete garketti. Gördüm ki, mürşidim kâmil ve mükemmildir ve evliyânın en üst tabakasındandır. Çeşitli vakalar ve gaybî işâretlerden sonra, Kur’ân-ı kerîmi açıp bir âyeti işâret tutmak istedim; meâlen “O peygamberler Allahın hidâyetine eriştirdiği kimselerdir, sen de onların gittiği yoldan yürü…” (El-En’âm 90) buyurulan âyet-i kerîme çıktı, bağlılığım kat kat arttı. Tereddüt içinde bulunduğum günlerden birgün idi. Evimin bulunduğu Fethâhâd’da, Şeyh Seyfüddîn’in kabrine doğru oturmuştum. İçimde öyle bir fırtına koptu ki, hemen Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin huzûruna kavuşmak için Kasr-ı Ârifân’a doğru yola çıktım. Kasr-ı Ârifân’a varıp, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin evlerine yaklaştığım zaman, yola çıkmış, beni beklemekte olduğunu gördüm. Bana ihsânda bulundular, yanına oturttular. Namaz kıldıktan sonra sohbete başladılar. Heybeti beni öyle sarmıştı ki, konuşmaya mecalim kalmadı. Bu sohbet sırasında buyurdu ki: “İlim iki kısımdır. Biri kalp ilmi; bu ilim, en fâideli olan ilimdir. Bu ilmi nebiler ve resûller öğretir. Diğeri lisan ilmidir. Bu ilim de Allahü teâlânın insanoğluna huccetidir. Ümîd ederim ki, bâtın ilminden sana bir pay erişsin. Yine nakledildi ki; “Sadâkat ehliyle oturduğunuz zaman, sulk (doğruluk) üzere bulununuz. Çünkü onlar, kalb casuslarıdır. Kalblerinize girerler ve himmetinize bakarlar. Biz, kendi kararımızla kimseyi kabûl edemeyiz. Böyle memuruz. Bakalım bu gece bize ne işâret buyurulur. Eğer seni kabûl ederlerse, biz de kabûl ederiz” buyurdu.

Ömrümde o gece kadar çetin ve zor bir gece geçirmedim. Saâdet kapısının açılmasını umarken, bu kapının yüzüme kapanmasından korktum. Sabah namazını Behâeddîn-i Buhârî hazretleri ile beraber kıldım. Namazdan sonra; “Sana müjdeler olsun, kabûl işâreti geldi. Biz insanları az kabûl ederiz. Kabûl ettiğimiz zaman da geç kabûl ederiz. Tâ ki gelenlerin nasıl geldiği.ve zamanının gelmiş olduğu belli olsun” buyurdu. Bundan sonra Şâh-ı Nakşibend hazretleri, silsilelerini Abdülhâlık Goncdüvânî’ye kadar gösterdi.

Bundan sonra nice zaman Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin hizmetinde ve sohbetinde bulundum, icâzet verdikleri güne kadar yanlarından ayrılmadım. Yanlarından ayrılıp, yola çıkacağım zaman; “Sana tarikat edebi ve hakîkat sırrı olarak bizden ne erişmişse, Allahü teâlânın kullarına ulaştır, götür. Bu, senin saadete kavuşmana sebeb olur” buyurdu. Ayrıca halîfesi Alâüddîn-i Attâr ile sohbet etmemizi emretti. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin vefâtından sonra, ben uzun müddet Bedehşan’da kaldım. Alâeddîn-i Attâr ise Çigâniyân’da bulunuyordu. Bana bir mektûp yazarak, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin emrini hatırlattılar. Bundan sonra hemen Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin yanına gittim ve vefâtına kadar sohbetlerinde kaldım. Vefâtlarından sonra memleketime döndüm.

Yakub Çerhi hazretlerinin tasavvuf yoluna ilk intisabı Şah-ı Nakşbend hazretleri eliyledir. Ancak seyr u sülûkünü tamamlaması Alâeddin Attâr vasıtasıyla olmuştur. Zahir ve batın ilimlerinde derinlik kazanmış bulunan Yakub Çerhi, pek çok halife yetiştirdi ve pek çok kimsenin Hak yola girmesine vesile oldu. Şeyhinin vefatından sonra yerleştiği Tacikistan’nın Duşanbe şehrinde (eski adı Hisar) 851/1447 yılında vefat etti. Kabri oradadır.

Mürid Haram Lokma Yerse

Yakub Çerhi hazretleri anlatıyor ; Herat’ta ilim tahsili için kaldığım zamanlar Abdullah Ensarî’nin (k.s.) dergahında kalır ve yemeklerimi orada yerdim. Zira onun vakıf şartlarında genişlik ve vakfın aslına riayette ihtiyat vardı. Herarta, Abdullah Ensarî’nin (k.s.), Hankah-ı Melik ve Gıyasiyye Medresesi vakıflarından başka yerde yemek yemek uygun olmazdı. Bu sebepten Maveraünnehir büyükleri mürîdlerini Herat’a göndermezlerdi. Orada helal lokma çok azdı. Mürîd, haram lokma yiyecek olursa, nefis kötü tabiatına geri döner, doğru yoldan, Resülüllah’ın (s.a.v.) ve ashabının yolundan ayrılmış olur.

Mevlana Yakub-i Çerhî’nin Eserleri:
Çok sayıda dinî ve tasavvufi eseri bulunan Mevlana Yakub-i Çerhî (ks) eserlerinin büyük çoğunluğu tasavvufi içeriklidir:
1. Neynâme-i Mevlana (tasavvufi): Adından da anlaşılacağı üzere Mesnevi’de geçen bazı hikâyelerin şerhi ve ilk 18 beytin izahı ile ilgilidir. Mevlana Yakub-i Çerhî bu eseri kendisine gelen talepler doğrultusunda kaleme almıştır.
2. Risale-i Ünsiyye (tasavvufi): Mevlana Yakub-i Çerhî (ks) bu eserde mürşidi Şah Nakşbend hazretleri ve Nakşbendilik yolu ile ilgili muhtelif hususları ele almıştır.
3. Risale-i Ebdaliyye (tasavvufi): Eserde Allah dostlarının muhtelif vasıfları ve ebdâl terimi çevresinde konuyla ilgili izahlar yer alır.
4. Şerh-i Esmâ-i Hüsnâ (tasavvufi): Allah’ın 99 güzel ismini kasteden esmâ-i hüsnânın şerhi ve Mevlana Yakub-i Çerhî hazertlerinin konuya bakışı ele alınmıştır.
5. Tarika-i Hatm-i Ahzab (tasavvufi): Vird biçiminde günlük olarak okunan bazı sureler için kaleme alınmıştır.
6. Tefsir-i Yakub-i Çerhî (tasavvufi): Fatiha suresi ile birlikte Amme ve Tebareke cüzlerini Fars dilinde tefsirinden müteşekkil olan bu eserin Türkiye ve dünya kütüphanelerinde çok sayıda yazma nüshası mevcuttur. Özbekistan, Pakistan, Hindistan, Türkiye gibi ülkelerin kütüphanelerinde çok sayıda nüshası bulunan bu tefsir İslam dünyasında özellikle işarî alanda yazılmış tefsirler arasında mühim yer tutar. Eserin dili Farsçadır, eser zaman içinde çeşitli dillere tercüme edilmiştir.

Hayat Bin Kays El Harrani

Hayat Bin Kays El Harrani hazretlerinin türbesi ; Şanlıurfa – Harran’da Harran mezarlığının hemen yanındaki türbesinde.

Ebû Abdullah el-Kureşî diyor ki: “Vefâtlarından sonra kabirde, hayatlarındaki gibi kerâmetleri ve tasarrufları devam eden dört evliyâ gördüm. Bunlar: Ma’rûf-i Kerhî, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, Ukayl-i Münbecî ve Hayât bin Kays el-Harrânî hazretleridir.”

Harrân’da yetişen evliyânın büyüklerinden, âriflerin ileri gelenlerinden. Nesebi; Hayât bin Kays bin Kahhâl bin Sultan el-Ensârî el-Harrânî’dir. Urfa’ya bağlı Harrân kazasında doğup yetiştiği için “Harrânî” nisbeti ve “Şeyh-ül-Kıdve” lakabı ile meşhûr oldu. Doğum târihi hakkında, kaynaklarda bir bilgiye rastlanamamıştır. Ömrünün 50 senesine yakınını Harrân’da geçirmiş büyük bir velîdir. İnsanlar ve bâzı sultanlar, onu ziyâret edip duâsını alırlar, onunla berâber olmakla bereketlenirlerdi.Yüksek hâllerin ve kerâmetlerin sâhibi olup, ehliyeti, ihlâsı, iffeti yanında, dînine çok bağlı bir zât idi. Cömertliğiyle meşhûrdur. 1185 (H.581) yılında orada vefât etti. Harrân’ın dışına defnedildi. Kabri, ziyâretçilere açıktır.

Hayât bin Kays hazretleri büyük himmet sâhibi olup, yüksek makamlara kavuşmuştu. Keşf ve kerâmetleri, açık ve meydanda bir zât idi.Allahü teâlâya yakınlık derecesi
bakımından yüksek bir mevkide bulunuyordu. Hakîkat ilimlerinde derin bilgisi vardı. Sayısız kerâmetleri yanında, hikmetlerle dolu, yüksek hakîkatleri açıklayan sözleri çoktur. İlimde ve tarîkatta o kadar yükselmişti ki, himmet ve tasarrufları “Yed-i Beyzâ”ya benzetilirdi.Yed-i Beyzâ, Mûsâ aleyhisselâmın mûcize olarak gösterdiği beyaz ve parlak olan sağ eli olup, istediği vakit yakasına sokup çıkardıkça, güneş gibi bir ilâhî nur parlamaya başlardı. Düşmanları bu nûr-i ilâhîyi görünce, kaçıp dağılırlardı. Bu tâbir, mecâz olarak, kerâmet ve hârikulâde hâller ve meziyetler hakkında da kullanılırdı. O, her yönden ilim ve hâl sâhiplerine ışık tutmuş ve kendisine ilim, hâl ve zühd yönünden reislik verilmiştir. Bu hususlarda, pek çok velî kendi talebelerinin terbiyesini ona havâle etmişler ve onun sâyesinde nice kimse makam ve hâl sâhibi olmuştu. Ondan sayısız kimse ders ve feyz almıştı. Yetiştirip mezûn ettiği talebelerinin sayısı da hayli kalabalıktır. Yetiştirmiş olduğu talebeler, karanlık bir gecede parlayan yıldızlar misâlî, seçilmiş ve kerâmet ehli zâtlardır.

Evliyânın büyüklerinden birçoğu, onun hâllerini beğenip, söylediklerini tekrar etmişler ve birçok âlim de, onun büyüklüğünü her vesîle ile dile getirmiştir. Âlim ve câhil, herkes ondan istifâde etmiş, Harrân halkının başı sıkıştığında ona başvurulmuştur. Meselâ Harrân Ovasında, bâzan günlerce suyun damlası bulunmaz olurdu. Halk, bunun çâresini bulmuştu. Hemen Hayât bin Kays hazretlerine koşar, onun duâsını alır, duâsının himmet ve bereketiyle yağmur yağar, halk susuzluktan kurtulurdu. Bu hususta onun yardımları saymakla bitirilemez. Sultan Nûreddîn Zengî onu ziyâret edip, hıristiyanlara karşı yaptığı cihâdda azim ve gayretini kuvvetlendirince, onun muvaffak olması için duâ ederdi. Sultan Selâhaddîn-i Eyyûbî de ziyâret eder, ondan duâ isterdi. Duâsını alarak yaptığı harbi kazanırdı.

Hayât bin Kays el-Harrânî hazretlerinin oğlu Ebû Hafs Ömer şöyle anlatır: Şeyh Zagîb er-Rahâbî, babamın ziyâretine gelmişti. Babam ise, sabah namazından sonra evinin kapısında oturmuş, kendi işi ile meşgûl oluyordu. Zagîb er-Rahâbî gelip kapının diğer tarafına oturdu. Babam, onunla hiç konuşmadı. Şeyh Zagîb, buna alındı ve içinden: “Tâ Rahâbe’den geldim de, bana hiç iltifât edip konuşmadı. Hiç böyle olur mu?” diye düşündü. Babam ona hemen şöyle seslendi: “Benim hakkımda kalbinden geçirdiğin şu îtirâzından dolayı, sana bir zarar geleceğinden korkuyorum. Bunun dış âzâlarında mı, yoksa iç âzâlarında mı meydana gelmesini istersin?” O da: “Dış âzâlarımda olsun!” deyince, babam elini uzattı, o ânda gözlerinden bir tânesinin şekli ve yeri değişip rahatsızlandı. Adam kalkıp hürmet gösterdi ve oradan ayrıldı ve memleketi olan Rahâbe’ye döndü. Birkaç sene sonra, kendisine bir yerde tesâdüf ettiğimde, gözünün iyileşmiş olduğunu gördüm. Sebebini sorunca: “Bir zikir halkasına iştirâk ettim. Orada babanızın talebelerinden biri ile görüştüm. Ellerini hasta gözüme koyunca, hemen iyileşip eski hâline döndü.” diye cevap verdi. O gün, baban benim gözüme parmağı ile işâret ettiği zaman kalb gözüm açılmış, onun feyzi ile birçok garîb şeyler görmüştüm.”

Harrân’da bir câmi yapılıp, sıra mihrâba gelince, kıble husûsunda Hayât bin Kays hazretleri ile câmiyi yapan zât arasında ihtilâf çıktı. Sonunda Hayât bin Kays ustaya: “Önüne bak, kıbleyi göreceksin!” buyurdu. O zât da, önüne baktığında Kâbe’yi karşısında gördü ve düşüp bayıldı.

Bir gün, Hayât bin Kays hazretleri ile berâberindekiler, yolculuğa çıkmışlardı. Yorulunca, bir yerde dinlenmek istediler. Ümm-i Gâylân denilen bir ağacın altında istirahate çekildiler. Bir aralık hizmetçisi, Hayât bin Kays’a; “Ben, hurma yemek istiyorum!” deyince; ona: “Şu ağacı salla, hurma düşer ve yersin!” buyurdu. Hizmetçi; “Bu ağaç Ümm-i Gâylân denilen bir ağaçtır, hurma ağacı değildir.” dedi. Hayât bin Kays hazretleri, “Ben sana o ağacı salla diyorum.” deyince, hizmetçi ağacı sallamak zorunda kaldı. Ağacı sallayınca, misk gibi yaş hurma dökülüverdi. Dökülen hurmaları yediler, doydular ve sonra kalkıp gittiler.

Sâlih bin Gânim bin Ya’lâ isimli bir zât: “Güzel bir günde, Yemen’den Hind Denizine bir sefere çıkmıştı. Gemi denizin ortasına gelince, şiddetli esen fırtına ve dalgaları tutuldu. Gemi hasara uğrayıp delindi ve battı. Salih bin Gânim, bir tahta parçasına tutunarak, kimsenin yaşamadığı bomboş bir adaya ulaştı. Çok gezdiği hâlde hiç kimseyi göremedi. Orada bir mescid görüp, içeriye girdi. Mescidde bulunan dört kişi, kıbleye yönelmiş, tâat ve zikir ile meşgûl idi. Selâmlaştıktan sonra hâlini hatırını sordular. O da, soranların hâllerini müşâhedeye devâm etti. Yatsı namazı vaktinde, Hayât bin Kays hazretleri içeriye girdi. Onların yanına yaklaşıp selâm verdi. Namaz kılmak için öne doğru geçti. Onu imâm yapıp, yatsıyı cemâatle kıldılar. Sabaha kadar ibâdet, tâat ve zikir ile meşgûl oldular. Sabah namazı da kılındı. Namazdan sonra, Hayât bin Kays hazretlerinin; “Ey tövbe edenlerin sevgilisi! Ey âriflerin neşe, sevinç kaynağı! Ey âbidlerin gözbebeği! Ey yalnızların dostu! Ey sığınanların sığınağı ve ey ümidini kesenlerin dayanağı! Ey sıddîkların kalblerinin kendisine meylettiği ve sevgililerinin kalblerinin kendisiyle dost olduğu ve korkanların himmetinin kendisine bağlandığı yüce Rabbim!” diye münâcâtta bulunup, yalvardığını işitti. Sonra ağladı. O sırada etrâfı aydınlatan nurlar gördü. Onlar sebebiyle, ayın on dördündeki parlaklık gibi her taraf aydınlanmıştı. Sonra Hayât bin Kays mescidden: “Sevenin, sevgiliye gitmesi, büyük bir iştir. Çünkü, kalbte korkulardan meydana gelen dehşetli üzüntü vardır. Ey sevgili! Ben ıssız çölleri yürüyerek katediyorum. Karşılaştığım bütün ovalar ve dağlar, beni hep sana gönderiyor” mânâsındaki beyitleri söyleyerek çıkıp gitti. Orada bulunanlar, Sâlih bin Gânim’e: “Bu zâta tâbi ol!” dediklerinde, peşine takıldı. Yer ve gök, denizler ve dağlar, sahrâlar, onun ayağı altında dürülüyordu. O, her adımını atışında, “Yâ Rabbî! Hayât’a hayat ver!” diyordu. Az zaman sonra, bir anda yeryüzü katlanıp, hemen Harrân’a geldiler. Oradakiler henüz sabah namazını kılıyorlardı.”

Ebû Abdullah el-Kureşî diyor ki: “Vefâtlarından sonra kabirde, hayatlarındaki gibi kerâmetleri ve tasarrufları devam eden dört evliyâ gördüm. Bunlar: Ma’rûf-i Kerhî, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, Ukayl-i Münbecî ve Hayât bin Kays el-Harrânî hazretleridir.”

Hikmetlerle dolu, kalblere tesir eden sözlerinden bâzıları şunlardır:

“Kalbinde, Allah korkusu bulundurmak ve sıddîklerin hâlleri ile hâllenmek isteyen kimse, her işinde sünnet-i seniyyeye yapışmalı, onu mutlaka yerine getirmeli ve helâl lokma yemelidir. İnsanın meleklik sıfatından mahrûm olması; haram yemesi ve Allahü teâlânın yarattıklarına eziyet etmesi sebebiyledir.”

“Kalb yumuşaklığını, Allah adamı olan evliyânın sohbetlerine devâm etmekte aramalıdır. Kalb nûrunu da, sohbete olan gayreti devâm ettirmede aramalıdır.”

“Sâdık talebenin alâmeti şudur: Bir ân bile, Rabbini zikretmekten, O’nu hatırlamaktan ayrılmamalı ve O’nun hakkını gözeterek, farz ve sünnetlere devâm etmeli, dünyânın geçici zevklerinin sevgisini kalbe sokmayıp atmalı ve kalbinde dâimâ cenâb-ı Hakk’ın sevgisini bulundurmalıdır”

“Haramlardan sakın ve dünyâya düşkün olma. Zühde, ibâdet etmek niyetiyle sarılmalı, yoksa kendisinin zühd sâhibi olduğunu gösterip, dünyâlıklara kavuşmak için onu vesîle etmemelidir.”

“Muhabbet, yâni Allahü teâlâyı sevmek, mârifetin (yâni O’nu tanımanın) ve Hakk’a giden yolun en büyük nişânıdır. Bâkî, sonsuz var olan sevgiliye, muhabbet ile kavuşulur.”

1) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.153
2) Kalâid-ül-Cevâhir; s.115
3) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.410
4) Şezerât-üz-Zeheb; c.4, s.269
5) Tabakât-ül-Evliyâ; s.430
6) Nefehât-ül-Üns; s.612
7) İslâm ÂlimleriAnsiklopedisi; c.6, s.225

Şeyh Mustafa Devati

Şeyh Mustafa Devati Efendi’nin türbesi ; İstanbul – Üsküdar’da Selman-ı Pak caddesinde yer alan Şeyh Devati camii yanındaki türbesinde

Aziz Mahmud-ı Hüdai hazretlerinin kamil bir tarikat haline getirdiği Celvetî tarikatının önemli isimlerinden biri olan Devati Mustafa Efendi’nin ne zaman ve nerede doğduğu hakkında bir bilgi yoktur. Ancak Üsküdar’da doğduğu ve burada gençliğini geçirdiği tahmin edilmektedir. Babasının adı Resul’dur Gençliğinde divit sanatıyla uğraştığı için “divitçi” anlamında kendisine “devati” lakabı verilmiştir. Mustafa Efendi’nin tasavvuf yoluna girmesinde gördüğü bir rüya etkili olmuştur. Rüyasında kendisini yanar iken gören Mustafa Efendi uyandığı vakit “alemde bir mürşid-i kamil bulamadım ki benim derdime derman olsun” diye üzüldüğünü beyan etmektedir. Bu ifadeden onun uzunca bir müddet dervişlik yolunun özlemini çektiği anlaşılmaktadır. Daha sonra kendisinin elinden tutulduğu ve Resulullah Efendimiz’in imamlığında gece namazı kıldığı ve Efendimizin ona “Senin derdine derman ve ulu Mevla’ya vuslatına çare Üsküdarlı Ahmed Efendi (Muk’at) dendir” demiştir.

Bu rüya üzerine Muk’ad Ahmed Efendi‘ye intisab eden Devati Mustafa Efendi dervişlik yolunda seyr ü sülükunü tamamlamak için çaba göstermiş. Tasavvuf eğitiminin önemli bir safhasında Efendimiz’in manevî işareti ve şeyhinin de arzusu ile Kastamonu’ya gitmiştir.
Bu durumu kendisi şu sözlerle açıklamaktadır: “…Gördüm ki Sultan-ı Kevneyn (s.a.v.) orada oturuyor. Mübarek yüzlerinin nuru şimşek gibi çakıyor. Efendime hürmet edip yer gösterdi. Efendim de oturdu. Nebi-i Muhterem: “Bu yanındaki kimdir?” buyurdu. Efendim de “Sultanımın yetimi Mustafa kulundur” dediler. Efendimiz: “Bunu Kastamonu’ya gönderin, sonra Üsküdar’a gelir. Emr-i Hak bunun üzerine cari olmuştur” buyurdular. Bu konuda söz çoktur ancak anlatmaya izin yoktur..’

Devati Mustafa Efendi bu manevî işaret ile Kastamonu’ya gitmiş belli bir müddet orada ikamet etmiştir. Müşahedelerinden bahsederken Kastamonu ile ilgili birkaç hatırasını da nakleden Mustafa Efendi’nin bu beyanlarından Kastamonu’ya ilk gidişi sırasında şeyhlik vazifesini almadığı anlaşılmaktadır. Kastamonu’dan birkaç kez Üsküdar’a şeyhini ziyaret etme arzusu ile gitmek istemişse de her defasmda izin verilmediğini, ancak son gitme arzusunda olumlu bir netice aldığını beyan eden Mustafa Efendi bu şekilde Kastamonu’dan şeyhinin yanına gelmiştir. Şeyhinin yanına vardığında onun yanında bir sepet üzüm olduğu ve bunlardan iki salkımının kendisine uzattığını bildiren Devati hazretleri, şeyhinin “bunlardan bir salkımından birer tane fukaraya dağıt. Ama sakın iki tane verme hazmedemezler” dediğini ve kalan diğer salkımı da kendinin yemesini söylediğini beyan eder. Orada birçok kimsenin gelip Muk’ad Ahmed Efendi’ye” “Birer tane de bize ver Sultanım” dediği ancak Ahmed Efendi’nin: “Bunlardan size verilmez, bu Celvetî erenlerine mahsustur” diyerek başka kimselere vermediğini söylemektedir. Daha sonra şeyhinin “Bu evin anahtarını bunun eline verin” buyurmasıyla kendisine şeyhlik vazifesinin verildiğini bildirmektedir. Hatta bu esnada Efendimiz’in ve Hüdai hazretlerinin manen orada bulunduklarını ve “bundan sonra bu kapıda her kim ma’na talep ederse cevap bulacaktır” buyurduklarını da bildirmektedir.

Bundan sonra Devati Mustafa Efendi’nin Kastamonu’ya tekrar dönüp dönmediği hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak Osmanlı Arşiv kayıtlarına göre Kastamonu Kırkçeşme mahallesinde bulunan Celvetî dergahı Devati hazretlerinin ihya ettiği bir yer olduğu anlaşılmaktadır. Bu Kastamonu’da şeyh olarak bulunmuş olma ihtimali kuvvetlendirmektedir.

Buna göre Mustafa Efendi şeyhlik icazetini aldıktan sonra tekrar Kastamonu’ya dönmüş ve orada bir tekke kurarak irşad faaliyetlerine başlamıştır. Nitekim 1291/1875 tarihine kadar kayıtlarda tekkenin şeyhlik görevinin devam ettiği bildirilmektedir. Bu bağlamda Mustafa Efendi’nin şeyhinin vefatından yani 1049/1639 yılından önce burada bir tekke kurduğu anlaşılmaktadır.

Üsküdar’a döndükten sonra Devati hazretlerinin ilme yöneldiği ve ulemadan birinin yanında mülazım olarak bulunduğu nakledilmektedir. Mülazımlıktan sonra imtihanda başarı sağlayıp Kırklı bir medreseye müderris olarak tayin edilmiştir. 1061-1067 yılları arasında Molla Kesret Medresesi ile Valide Sultan Daru’l hadîs’inde müderris olarak görev yapmıştır.

1067/1656 tarihinden itibaren müderrislik hayatına son veren Devatİ Mustafa Efendi, bu tarihten sonra Üsküdar Selmanağa mahallesinde bulunan Şeyh camiinde irşad faaliyetlerinde bulundu. 1061/1650 tarihinde Arslan Ağazade Mustafa Bey tarafından yaptırılan bu camiye Devatî Mustafa Efendi de bir meşruta ve aşevi ilave ettirmiştir.

Bu camide 1656 tarihinden sonra üç yıl irşad vezifesinde bulunan Mustafa Efendi 1659 tarihinde vefat etmiş ve tekkenin bahçesine defnedilmiştir. Mustafa Efendi’nin aile hayatı ile ilgili bilgiler son derece azdır. Oğlu Devatizade Mehmet Efendi hemen hemen ailesinden bilinen tek kişidir. Mehmet Efendi Hudai asitanesi Şeyhlerinden Mehmet Fenayi Efendi’ye ( öl.1664) intisab etmiştir. Bir süre müderrislik yapan Devatizade Mehmet Efendi , babasının vefatından sonra Şeyh camiine Postnişin olarak tayin edilmiştir. Gafuri Mehmet Efendi’nin vefatı ile Hudai asitanesine şeyh olarak tayin edilmiştir. Mehmed Efendi Şeyh Camiinde yaklaşık sekiz yıl, Hüdaî asitanesinde ise on iki yıl kadar görev yapmış ve 1090/1679 yılında vefat etmiştir. Kabri Şeyh camiinde babasının kabrinin yaninda yer almaktadır.

Kaynaklar
II. Uluslararası Şeyh şaban-ı Veli Sempozyumu
Evliyalar Ansiklopedisi – Türkiye Gazetesi