Muhammed Cemaleddin Halveti ( Çelebi Halife )

Suriye – Şam yakınlarındaki tebük koruluğunda – Hacıların geçtiği yol üzerinde Çelebi Halîfe diye meşhur olan Cemâl-i Halvetî’nin tam adı Ebü’l-Füyûzât Muhammed b. Hamîdüddin b. Mahmûd b. Muhammed b. Cemâleddin el-Aksarâyî’dir. Doğum tarihi bilinmemektedir. Tomar-ı Turuk-ı Aliyye ve Osmanlı Müellifleri’nde Amasya’da doğduğu kayıtlı ise de …

Ali Rıza Kudsi Efendi

Suriye – Kasiyun dağı eteğindeki takva camii bahçesinde

Ali Rıza Kudsi Efendi Silsile-i Şerifi

Hasan Kudsi Efendi’nin oğullarından Ali Rıza Kudsi Efendi 1304/1886 tarihinde Konya’da doğdu Babasın dan, Muhammed Bahauddin Efendi ve Şeyhzade Ahmed Ziya Efendi’den dersler aldı.Ali Rıza Kudsi Efendi medrese eğitimi yanında Rüştiye ve Daru’l-Muallimin’den de mezun oldu. Çanakkale Savaşı’na katılarak sol kolundan yaralandı.

Yeğenoğlu Medresesinde bir ara görev yaptı. Daha sonra Paşadairesi’nde müderris oldu. Islâh-ı Medaris’te Arapça, akaid ve kıraat derslerini okuttu. Fahri Efendi, Hacıveyiszade Mustafa Efendi ve Ahmed Kudsi Eminoğlu öğrencilerindendir.

Ali Rıza Kudsi Efendi, Nakşî tarikatında Şeyh Zeynel Abidin Efendi’nin halifesidir. Konya’da İntibah dergisini çıkararak başyazarlığını yaptı. Ayrıca Babalık dergisinde de yazılar yazdı.
-Namaz’da Miktar-ı Kıraat,
-Ezan ve Hutbe,
-El-Firakul İslamiyye,
-Küllühüm Müslimün adlı eserleri vardır.

Kurtuluş Savaşı sonrası yurt dışına çıktı. Önce Mısır’a sonra Suriye’ye gitti. Şam’da 1956 yılında vefat edip Kasyun Dağı eteğinde Takva Camii’nin bahçesine defnedildi.
Mezar taşında şunlar yazılıdır:
“El-Fâtiha Ya Rahîm Hâzâ Kabru’l-Merhûm ve’l-Mağfûr Eş- Şeyh Ali Kudsî Min Hüddâmi’t-Tarikati’l-Aliyye En-Nakşibendî Sene 1375 H. (1956 M.)”
Kendi yerine Muhammed Cığıl Efendi (1904–1987)’yi halife olarak bıraktı.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Muhammed Kudsi Bozkıri, Yrd. Doç. Dr. İsmail Bilgili – Ahmet Çelik , [/toggle]

Şeyh İbrahim Hakkı Basreti (k.s.)

Suriye – Kamışlı – Hilva köyünde

[toggle title=”Şeyh İbrahim Hakkı Basreti Hazretleri’nin Silsile-i Şerifi” load=”hide”]1. Hz. Seyyid-i Kâinât Muhammed-i Mustafa (sas.)
2. Hz. Ebû Bekir (ra.)
3. Hz. Selmân-ı Fârisî (ra.)
4. Hz. Kasım İbni Muhammed (ks.)
5. Hz. Câfer-i Sâdık (ks.)
6. Hz. Bâyezid-i Bistâmî (ks.)
7. Hz. Ebu’l-Hasen-i Harakânî (ks.)
8. Hz. Ebû Ali-i Fâremedî (ks.)
9. Hz. Yusuf-ı Hemedânî (ks.)
10. Hz. Abdülhâlık-ı Gücdüvânî (ks.)
11. Hz. Ârif-i Rivgerî (ks.)
12. Hz. Mahmud İncir-i Fağnevî (ks.)
13. Hz. Ali-i Râmitenî (ks.)
14. Hz. Muhammed Baba-ı Semmâsî (ks.)
15. Hz. Emir Külâl (ks.)
16. Hz. Şâh-ı Nakşibend Muhammed Bahâüddîn (ks.)
17. Hz. Alâeddîn-i Attar (ks.)
18. Hz. Yakub-ı Çerhî (ks.)
19. Hz. Ubeydullâh-ı Ahrâr (ks.)
20. Hz. Muhammed Zâhid (ks.)
21. Hz. Muhammed Derviş (ks.)
22. Hz. Hâcegi-i Emkenegî (ks.)
23. Hz. Muhammed Bâkî (ks.)
24. Hz. İmam Rabbânî Ahmed Fâruk es-Serhendî (ks.)
25. Hz. Muhammed Ma’sûm (ks.)
26. Hz. Şeyh Seyfüddin (ks.)
27. Hz. Seyyid Nur Muhammed-i Bedvânî (ks.)
28. Hz. Şemsüddin Cân-ı Cânân-ı Mazhar (ks.)
29. Hz. Şeyh Abdullâh-ı Dehlevî (ks.)
30. Hz. Mevlânâ Ziyâüddin Hâlid-i Bağdâdî (ks.)
31. Hz. Şeyh Halid-i Cezeri (ks.)
32. Hz. Şeyh Salih Sıpki (ks.)
33. Hz. Şeyh Muhammed Ayni (ks.)
34. Hz. Şeyh Halid Zibari (ks.)
35. Hz. Şeyh Ömer Zengani (ks.)
36. Hz. Şeyh Hüseyin Basreti (ks.)
37. Hz. Şeyh İbrahim Hakkı Basreti (k.s)

[/toggle]

1892 yılında Basret koyunde doğan Şeyh İbrahim Hakkı Basreti , Şeyh Hüseyin Basreti’nin oğludur. İbrahim Hakkı Basreti Şeyh İbrahim Hakkı, babasından ve Şeyh Siraceddin Derşevi, Şeyh Hüseyin Gandeki ve Halidiyye köyünde Molla Hasab Sekin’den ders okudu.

Irak’ın değişik yerlerinde dersler okudu. 1926 yılında ailesiyle birlikte gittiği Irak’tan Suriye’ye geçti ve oraya yerleşti. Turkiye sınırında bulunan Kamışlı iline bağlı 15 km mesafede bulunan Hilva köyüne yerleşti. Orada kurduğu medrese ve dergah ile başlattığı tedris ve irşad hizmetlerini hayatının sonuna kadar yürüttü. 1963 yılında Hilva köyünde vefat etti.

Şeyh İbrahim Hakkı vefat ettikten sonra (1893 – 1963) oğlu Şeyh Muhammed Zeki (1916 – 1971) irşad hizmetlerini yurutmuştur. Daha sonra sırasıyla Şeyh Alvan (1927- 1991), Şeyh Adnan (d. 1931) üstlenmiş ancak kısa süre sonra dergahın postnişinliğini Şeyh Haşi (d. 1937)’e bırakmıştır. Şeyh Haşi, Suriye’de olaylar nedeniyle Turkiye’de yaşamaktır.
Kaynaklar ;

Mevlana Halid-i Bağdadi’nin Halifelerinden Şeyh Halid-i Cezeri ve Basret Dergahı , İbrahim Baz , Tasavvuf Dergisi , 2013/2 s.139-167

Şeyh Abdullah Dağıstani (k.s.)

Suriye – Şam’da Kasiyun dağı eteklerindeki evinin yanındaki dergahında

Abdullah Dağıstani Hazretleri ,Rebi-ul Evvel ayının 12. Perşembe gecesi dünyaya geldi. Adını dayısının işaret ettiği üzere Abdullah koydular. Yedi yaşından itibaren dayısı Şerafeddin Dağıstani nin yanında kalıyordu. Çocuk yaşlarında iken Kur an-ı Hakim’i ezberden okuyordu. Şeriat sınırlarını muhafaza etmekte son derece titizdi. Daha gençliğinde Fatiha suresini okuyarak hastaları tedavide ün kazanmıştı. Bir çok hastalıklar sebebiyle, çok insanlar ona getirilirdi. Böyle tedavi, sonsuz yeteneklerinden biriydi.

Dağıstan’dan Türkiye’ye hicret
Doğduğu günlerde ( 19. yüzyıl sonları ) Dağıstan, Rusya nın şiddetli baskıları ve Rus işgal ordularının korkunç zulümleri altındaydı. Köyün manevi lideri olan dayısı ve ünlü bir hekim olan babası, Dağıstan’dan, Türkiye’ye hicret etmeği düşünmeğe başlamışlardı. Bu hicretin manevi açıdan o zaman uygun olup olmadığı konusunda Abdullah’ın fikrini de sormuşlardı. Abdullah Dağıstani, bu vakayı daha sonra şöyle dile getirmiştir: ”O gece ben yatsı namazını kıldım, sonra abdestimi tazeleyip iki rekat namaz daha kıldım. Sonra, şeyhim olan dayım vasıtasıyla Peygamber Aleyhisselâm a rabıta ederek tefekküre daldım. Peygamber(a.s.) in bana doğru geldiğini gördüm. Peygamber Aleyhisselâm bana şöyle dedi: Ey oğlum! Dayına ve köydeki koruculara söyle: Vakit kaybetmeden hemen Türkiye ye göç etsinler. Sonra ben, Peygamber (a.s.) ı, beni kucaklarken ve O nun kucağında kendimi kaybettiğimi idrâk ettim. Kendimi Kudüs te Beyt-ül Makdis in kubbesinden yukarı yükselirken gördüm. Bu yükselişte, Peygamber Aleyhisselâm, Miraç a çıktığı zaman gördüğü gerçekleri kalbime aktardı. Bütün bu çeşitli bilgiler, ışıklı sözler olarak kalbime geldi ki, bunlar yeşil renk olarak başlıyor ve mora dönüşüyordu ; kalbime dökülen anlamlar ölçülemez miktardaydı. Sonra dayımın omuzlarımdan beni sarstığını hissettim. Şöyle diyordu: Ey oğlum, sabah namazını kılma vaktidir. Dayımın arkasında ben ve üçyüzden fazla köylü sabah namazını cemaatle birlikte kıldık. Namazdan sonra dayım ayağa kalktı ve şöyle dedi: Yeğenime göç hususunda istihare yapmasını söyledim Herkes merakla neler görüp işittiğimi söylememi bekliyordu. Dayım hemen şöyle devam etti: Peygamber (a.s.), hepimizin Türkiye ye gitmesine izin verdi.

Köyde bulunan herkes göç hazırlığına başladı. Dağıstan dan Türkiye ye doğru yolculuğa başladık. Bu öyle bir yolculuktu ki, hem en ufak bir kışkırtma olmadan adam öldüren Rus askerleri, hem de yol eşkıyaları tarafından önümüze çıkarılan bir çok tehlikelerle karşılaştık. Türkiye sınırına yakın bir orman içinde seyahat ederken, ormanın sınırdaki Rus askerleri tarafından kuşatıldığını biliyorduk. Fecr vaktiydi, dayım şöyle dedi: Sabah namazımızı kılacağız ve namazdan sonra ormanı geçeceğiz. Sabah namazını kıldık ve tekrar hareket ettik. Sonra Şeyh Şerafeddin Dağıstani, hepimize : Durun! dedi. Bir bardak su istedi. Birisi ona bir bardak su verdi. Yasin Suresi nden 9.ayeti okudu: Biz de onların önünde ve arkalarında birer engel oluşturduk ve görünmeyecek şekilde üzerlerini örttük. Sonra dayım 12.surenin 64.ayetini de okudu: Allah en iyi koruyandır, O merhametlilerin en merhametlisidir. O, bu ayetleri okurken, herkes kalbini dolduran bir güven hissetti ve bütün göçmenlerin titrediğini gördüm. Allah o anda kalb gözümü açarak bana bir görüş nasib etti ve böylece Rus askerlerinin her taraftan bizi sardığını ve kuş uçurtmayacak şekilde , hareket eden her şeye ateş etmekte olduklarını gördüm. Daha sonra da aralarından geçip gittiğimizi ve kurtulduğumuzu idrâk ettim. Ormanı geçiyorduk ve Ruslar bizim ve hayvanlarımızın ayak seslerini bile duymadılar. Sınırın Türkiye tarafına geçinceye kadar, bizi hiçbir şekilde farketmediler. Güven içinde sınırı geçtik.

Şeyh Şerafeddin okumasını bitirince, vizyon kayboldu. Daha önce getirilen suyu üzerimize serpti ve şöyle dedi: – Şimdi harekete geçin, fakat hiç arkanıza bakmayın !… Biz hareket ederken, her tarafta Rus askerlerini görebiliyorduk. Buna karşılık sanki biz görünmez olmuştuk. Ormanın içinden 20 mil kadar gittik. Bu gidiş sabahtan yatsı namazına kadar sürdü. Namaz kılma molası dışında hiçbir yerde durmadık ve biz hiç kimse tarafından görülmüyorduk. Rus ordusunun insanlara, kuşlara, hayvanlara ve hareket eden her şeye kurşun attıklarını işitiyorduk. Fakat biz, hiç kimse tarafından görülmeden ve vurulmadan geçip gittik. Ormandan çıkarak Türkiye ye girdik.

Önce Şeyh Şerafeddin in bir sene önce temin ettiği evin bulunduğu yer olan Bursa ya geldik. Daha sonra da Dağıstan göçmenleri için Osmanlı Sultanı nın tahsis ettiği Reşadiye’ye – bugünkü adıyla Güneyköy – taşındık. Reşadiye köyü, Marmara sahilinde, Yalova ya 30 mil, Bursa ya 50 mil, uzakta kurulmuştu. Şeyh , önce bir cami, sonra da evini inşa etti. Herkes evlerini kurmak için bizzat çalıştı. Annem ve babam da dayım Şeyh Şerafeddin in evinin bitişiğine evimizi inşa ettiler.

Ben onüç yaşıma bastığım zaman, (miladi 1904) babam ölmüş, annem yalnız kalmış ve ben, annemi ve ailemizi geçindirmek için çalışmak zorunda kalmıştım. On beş yaşıma bastığımda dayım Şeyh Şerafeddin, bana Oğlum, şimdi sen yetiştin, ergenleştin; artık evlenmen gerek. dedi. On beş gibi genç bir yaşda evlendim ; eşim ve annemle birlikte yaşıyorduk.

Şerafeddin Dağıstani hazretlerin’den tarikat eğitimi
Şeyh Şerafeddin Dağıstani, yeğeni Abdullah’ı yoğun bir ruh disiplini içinde yetiştirdi ve eğitdi ; yoğun zikirler talim ettirdi. Evlendirdikten altı ay sonra O’na uzun bir halveti emretti. Şeyh Abdullah bu halvetini şöyle anlatır: ”Ben daha altı aylık yeni evliyken şeyhim bana halvete çekilmemi emretti. Annem bu durumdan çok huzursuz olmuştu ve , şikayet etmek için kardeşi olan Şeyhime gitti. Eşim de bu emirden hoşnudsuz olmuştu fakat benim kalbim asla şikayet etmiyordu. Aksine, halvete girmeyi arzu ettiğim için kalbim tamamen hoşnuddu. İnzivaya çekildim. Annem ağlıyor ve şöyle söylüyordu: Senden başka kimsem yok. Kardeşin hala Rusya da, baban da bu dünyadan göçüp gitti. Anneme acıdım, fakat bu halvet, Şeyh imin emriydi ve direkt olarak Peygamber Aleyhisselâm ın işareti ile emredilmişti. Köyümüzün karşı yamaçlarındaki bir mağarada bulunan halvet yerimde her gün altı kez soğuk su ile abdest almam gerekiyordu. Bütün günlük ibadetlerime ilaveten virdimi yerine getirmem emriyle halvete girdim. Bu rutin ibadetlere ilaveten, Kur an-ı Hakim den her gün yedi ila onbeş cüz okumam, belirli bir sayıda Allah ism-i celalini zikretmem ve Peygamber Aleyhisselam a salâvat getirmem gerekiyordu.

Keza diğer bir çok manevi uygulamalar da vardı. Bunların hepsi de, bir noktada yoğunlaşarak vecd haline geçmem için yapılacaktı. Ben yamaçları karla kaplı, yüksek bir dağın üstündeki ağaçların ortasında gizlenmiş bulunan bir mağaradaydım. Bana gündelik ihtiyaçlarımın teminiyle görevlendirilen bir kişi , günde yedi zeytin tanesi , iki ons ( takriben 60 gram ) ekmek getiriyordu. On beş buçuk yaşımda ilk halvetime çekilmiştim ve halvete başlarken oldukça şişman bir insandım. Halvetlerim tamamlanıp çıktığım zaman 100 pound ( takriben 46 kilogram) ağırlığa düşecek kadar zayıflamıştım. O mağaradaki halvetlerim boyunca bana açılan manevi deneyim sonuçları ve görüntüleri , sözle anlatılmaz bir nitelikteydi.”

Şeyh Abdullah ın bu özel planlanmış halvet hayatı aralıklarla yirmiiki yaşına kadar sürdü. Son halvetten çıktığında askere gidebilirdi. Nihayet 1. Dünya Savaşı cephelerinde çarpışmak üzere askere gitti.

Çanakkale savaşında Yaralanması ;
Abdullah Dağıstani şunları söyledi: Halvetten çıktıktan sonra annemi sadece bir veya iki hafta gördüm. Beni asker olarak Çanakkale de Seferberlik denilen savaşa götürdüler. Düşmanlar tarafından yoğun bir taarruz başlatılmıştı, takriben yüz kadarımız bir siperi savunmak için ateş hattında kalmıştık. Ben, uzak bir mesafeden, bir ipliği bile vurabilecek kadar mükemmel bir nişancıydım. Sayıca bulunduğumuz mevkii savunmaya muktedir değildik ve şiddetli saldırı altındaydık. Bir merminin kalbime saplandığını hissettim ve ölümcül bir şekilde yaralanarak yere düştüm. Ölüm hali denecek bir şekilde yerde uzanırken Peygamber Aleyhisselâm ın bana doğru geldiğini gördüm. Bana ruhumun vücudumdan nasıl ayrıldığını gösteren bir hal yaşadım. Ruhumun parmaklarımdan başlayarak tek tek her hücremden nasıl çıktığını gördüm. Hayat geri çekilirken vücudumda ne kadar hücre olduğunu, her hücrenin fonksiyonunu, her hücredeki her hastalığın nasıl iyileşeceğini görebildim. Her hücrenin nasıl zikrettiğini işittim.

Ruhum bedenimden uzaklaşırken, bir insanın ölürken neler hissedeceğini bizzat görerek öğrendim. Ölümün çeşitli durumları gözümün önüne getirildi. Bu ölüm ahvalini seyirden hoşlanıyordum. Bu haller benim, şu Kur an-ı Hakim ayetinin sırrını anlamamı sağladı : Kendilerine bir musibet geldiğinde biz Allah a aidiz ve elbette ona döneceğiz derler. (2:156)

Ruhum bedenimden ayrılırken, son nefesimi verinceye kadar o görünümün devam ettiğini gördüm. Bununla beraber o deneyimi yaşarken ruh olarak canlıydım ve bu tecrübe beni , ölüm halinin sırrını anlamağa muktedir kıldı.

Manevi hallere ait görünümler kaybolduğu zaman savaş alanında ölü gibi halimi ve yaralı olanlara bakan doktorları farkettim. Sonra onlardan biri beni işaret ederek şöyle dedi: Şu yaşıyor, şu yaşıyor! Konuşacak veya hareket edecek gücüm yoktu ve vücudumun yedi gündür orada bulunduğunu idrâk ettim.

Beni askeri hastaneye götürdüler, sağlığım yerine gelinceye ve tam olarak iyileşinceye kadar tedavi ettiler. Sonra beni terhis ederek tekrar köyümüze gönderdiler.

Mürşidi Şeyh Şerafeddin Dağıstani Hazretleri’nin vasiyeti ve Türkiye’den
1936 yılında Şeyh Şerafeddin Dağıstani , öleceği zamanı önceden belirterek hayatının son günlerinde vasiyetini yeğeni Abdullah a bildirdi. Vasiyetinde şu tavsiyelerde bulundu: Ben öldükten sonra, senin Türkiye den ayrılman için bir vesile çıkacak. Bu vesileyle harşılaştığında tereddüt etme; çünkü senin görevin, bundan sonra Türkiye dışındadır. Şerafeddin Dağıstani öldükten sonra Türkiye ye şeyhin bir çok müridinin olduğu Mısır dan Kral Faruk un başsağlığı dileklerini iletmek için bir heyet geldi. Heyetle beraber gelen veliahdlerden biri Abdullah Dağıstani nin kızlarından birisine ilgi duydu ve O nunla evlenmek ve ailesiyle beraber ülkesine götürmek istedi. Şeyh Abdullah Dağıstani bunun Türkiye den ayrılması için ortaya çıkan vesile olduğunu hissetti. Zira Şeyh Şerafeddin Dağıstani bunu önceden ima etmişti. Abdullah Dağıstani bu olayı şöyle anlatmıştı:

Mısır a gittik ve bir süre kızımla birlikte kaldık. Sonra şeyhimin nasihatini tutarak işaret ettiği Şam a doğru yöneldim. Karım ve kızımla birlikte İskenderiye den gemiye binip Lazkıye ye , oradan da Haleb e gittik. Haleb e indiğimiz zaman cebimde sadece 10 sent değerinde, 10 kuruş vardı ve hiçbir maddi varlığım yoktu. Karım ve kızımla birlikte akşam namazını kılmak için gittiğimiz camide bir adam bana yaklaştı ve Ey şeyh, lütfen benim misafirim olun. dedi. Bizi götürüp evinde misafir etti. Ben, bunun şeyhin kerametlerinden biri olduğunu düşündüm ve orada Allah bize bir kapı açtı.

Abdullah Dağıstani bir süre Haleb de kaldı. Oradan Humus a taşındı. Humus da Peygamberin bir sahabesi olan Halid bin Velid in türbe ve camisini ziyaret etti. Kısa bir süre Humus da kaldıktan sonra Şam a geçti. Peygamber soyundan bir veli olan Sadeddin Cibavi nin türbesi yanındaki Madan denilen bir muhitte oturdu. Orada Nakşbendiyye tarikatının bir dalının ilk zaviyesini kurulmuştu ve daha sonra oradan Dağıstan a kadar uzanmıştı. Nakşbendiyye tarikatının altın silsilesi Şam dan, Kafkasya ya, Hindistan a, Bağdat a, Buhara ya kadar yayılmış, şimdi ise Şeyh Abdullah Dağıstani vasıtasıyla Dağıstan-Yalova üzerinden tekrar Şam a dönmüştü.

Kısa bir süre sonra, Abdullah Dağıstani nin Şam da oluşturduğu zaviyeye gelenler kalabalıklaşmağa başladı. Bir süre sonra Şam ın kenarında bulunan ve en yüksek noktası olan Kasiyun Dağı na taşınması için manevi bir emir aldı. Orada inşa edilen evinden tüm şehri görebiliyordu. Bu ev ve bitişiğindeki mescid bugün hâlâ ayakta durmaktadır. Bu mescid ölümünden sonra O nun türbesi olmuştur. Mescidin temellerini inşa ederlerken yakaza halinde bir görüntü gördü. Bu vizyonda Şah-ı Nakşbend Bahaüddin Buhari ve İmam-ı Rabbani Ahmed Faruk Sirhindi , Peygamber Aleyhisselâm la birlikte mescidin şeklini belirleyerek temel taşlarını dikti ve duvarlarının yerini işaretlediler. Vizyon kaybolduğunda, zatların belirlediği işaretler yerli yerinde duruyordu.

Abdullah Dağıstani , halvet yapması için, bir çok kez, Peygamber Efendimiz(s.a.v.) den emir aldı. Hayatı boyunca yirminin üzerinde halvete girdi. Bu halvetlerinden bazıları Şam da, bazıları Ürdün de, bazıları da Bağdat ta, Şeyh Abd ul-Kadir Geylani nin türbesinde , çoğunlukla da Medine-i Münevvere de yapıldı.

Beka Alemine Göçüşü
Abdullah Dağıstani nin yaşadığı sürece manevi halini yaşatan pek çok olağanüstü olay gözlemlendi. O nun hayatı bütünüyle insanlara yararlı faaliyetlerle doludur. Daima güler yüzlü ve asla insanlara kızmayan bir huya sahipti. Evinde herkese açık sofrasından misafir hiç eksik olmazdı. Geceleri uyuduğu nadiren görüldü. Gün boyunca sürekli ziyaretçi kabulü ile meşgul olur, geceleri de özel odasına çekilip teheccüd namazı kılar, Kur an-ı Kerim okur ; özel zikrini yapar ve Delail ül-Hayrat kitabından Peygamber Efendimiz (s.a.v.) e salavat-ı şerife okurdu. Gece yarısından şafak sökünceye kadar ibadeti devam ederdi. Elinden geldiği kadar yoksullara yardım eder ve bir çok evsizleri mescidinde barındırırdı. İnsanlara bıkmadan hizmet ederdi.

1973 yılına gelindiğinde şöyle söyledi: Peygamber (s.a.v.) beni çağırıyor. Gidip O na kavuşmalıyım. Ancak bana Gözlerinden ameliyat oluncaya kadar bana gelme . dedi. Bu sözleriyle sol gözündeki ileri derecedeki myopi kusurunu kastediyordu.Göz ameliyatı gerçekleştikten sonra, yemek yemeyi tamamen kesti. Birşeyler yemesi için yalvaranlara : Ben nihai halvetimdeyim, zira Peygamber (s.a.v.) beni çağırıyor diye ricaları reddetti. Sadece suya batırarak kuru ekmek yiyordu. Bir müridi son günlerini şöyle anlatmıştır: Bir gün Abdullah Dağıstani Artık gidip Peygamberim(s.a.v.) e kavuşmak istiyorum. Allah ve Rasûl ü beni çağırıyor. dedi. Sonra vasiyetnamesini yazdı ve şöyle dedi: Önümüzdeki Pazar günü dünyadan göçüp gideceğim. Bu tarih 30 Eylül 1973, Ramazanın 4. günüydü. Hicri 1393 yılıydı.

Ölümüne tanık olan bir müridi o günü şöyle anlatıyor: Dünyadan göçeceğini söylediği Pazar günü saat 10.00 da bizimle beraber odasında oturuyordu. Bana, Nabzımı say dedi. Nabzını saydım. Kalbi çok çarpıyor, nabzı dakikada yüzellinin üzerinde atıyordu. Sonra, Ey oğlum, bu anlar hayatımın son saniyeleridir. Bu sırada yanımda ailemden başka kimsenin bulunmasını istemiyorum. Herkes buradan çıkıp, toplantı salonuna gitsin dedi. Zaten odanın içinde on kişi idik. O anda iki doktor geldi, biri benim kardeşim, diğeri de onun bir arkadaşıydı. Hep birlikte dışarı çıktık. Beklemeğe başladık.

Az sonra kızının içeride Babam öldü! , Babam öldü! diye ağladığını işittik. Hepimiz odaya koşarak girdik ve büyük şeyhin hareket etmediğini gördük. Doktor kardeşim hızla nabzını tuttu ve kan basıncını kontrol etti, fakat hiçbir şey hissedilmiyordu. Nabız durmuş, tansiyon ise alınmıyordu. Kardeşim çarpılmış bir halde acil ilaçlarla bir enjektör almak için arabasına koştu. Tekrar aynı hızla odaya döndü, kalbi çalıştırmak için getirdiği ilacı şeyhin kalbine bir şırınga yaparak vermek isterken diğer doktor, Ne yapıyorsun? Şeyh en az yedi dakika önce ölmüş bulunuyor. Aptallığı bırak ! dedi. Fakat kardeşim kimseyi dinleyecek halde değildi. Elindeki enjeksiyon iğnesiyle ısrar ederek ilerliyordu. Bu sırada Şeyh gözlerini açtı ve Türkçe Bırak dedi. Bunun anlamı Dur demekti.

Herkes şok oldu. Daha önce ölmüş bir kişinin konuştuğu hiç işitilmemişti. Bu olayı bütün hayatım boyunca hiç unutmayacağım.

Ölüm haberi, bir kasırga gibi, Şam, Haleb, Ürdün ve Beyrut u dolaştı. O nu son bir kez daha görmek için insanlar her taraftan akın akın geliyordu. O nu yıkadık, mübarek vücudundan sadece çok güzel bir koku çıkıyordu. Cenaze namazını kılmak ve aynı gün defnetmek için O nu hazırladık. Cenaze merasimine Şam ın bütün alimleri iştirak etti. Cenaze namazına yüzbinlerce kişi katıldı. Cenazeye gelen insanların konvoyu evinden cenaze namazının kılındığı Muhyiddin ibn Arabî Camii ne kadar uzanmıştı.

Cenaze namazından sonra evine döndüğümüz zaman, tabutun, hiç kimsenin gayreti olmadan cemaatin başları üzerinde adeta uçarak, gömüleceği kendi mescidine gittiğini gördük. Bizim Muhyiddin ibn Arabi Camii nden yürüyerek Şeyh in mescidine gidişimiz üç saat sürdü. Normal yürüyüşle bu mesafe yirmi dakika sürmektedir, fakat sokaktaki kalabalıktan dolayı üç saat sürmüştü.

Ramazan ayı idi, herkes oruç tutuyordu. Uzaktaki bazı sevdiği kişilerin ulaşabilmesi için defin işlemi kısa süre ertelendi. Yakın müridleri, ahaliye eğer istiyorlarsa gidebileceklerini söyledi. Bir müddet sonra, insanların çoğu ayrılmıştı. Mescidinde sadece Şeyh in çok samimi müntesibleri kalmıştı. Akşam namazı vaktinden az önce kendi dergahının mescidinde toprağa verildi.Rahmetullahi aleyh..”

Şeyh Has Muhammed Şirvani (k.s.)

Suriye – Şam. Kasiyun dağındaki Mevlana Halid bağdadi hazretlerinin yanında

Has Muhammed Şirvani Dağıstan’ın güneyinde yer alan Şirvan’ın Kulal kasabasında H. 1201 / 1786 yılında Muharrem ayının ilk (Pazartesi) gününde doğdu.İlk tasavvufi eğitimini ailesinden aldı. Medrese eğitimi ile zahiri din ilimlerini tahsil ettikten sonra İsmail Şirvani’nin halefi olacağı silsileye intisab ederek tasavvufi kemale erdi. Riyazet ehli bir sufi olduğu nakledilmiştir.

Has Muhammed Şirvani hazretleri ile Halifesi Şeyh Muhammed Yeraği hazretleri arasındaki ilişkiyi Tabakatü’l-Hacegani’n-Nakşibendiyye isimli eserde Bakini şöyle nakleder;

Şeyh İsmail Şirvani hazretleri , Has Muhammed Şirvani hazretleri’ne ”Evladım! Dağıstan beldelerinde [Hakka] vusul ve [Hakla] huzura hazırlanan insanlar görüyorum. Onların arasında en kamil olanını da kamil müderris Mohammed Efendi el-Yerağî’yi görüyorum. Eğer ona doğru yolculuk eder, yanına varır ve ona az bir müddet öğrenci olursan onun [Hakka] vusulüne delil olursun. Büyük veli-engin şeyh Has Mohammed eş-Şirvanî Muhammed el-Yerağî’ye gitti ve yanında ona öğrenci olmak vesilesiyle bir müddet kaldı, ancak Muhammed el-Yeraği, Has Muhammed Efendi’nin halini anlamadı. Has Muhammed Efendi, İsmail Şirvani’ye geri döndü ve [Muhammed el-Yeraği veya kendisinin] halinden sordu. İsmail Şirvanî [ikisi arasında] ifade ve istifadenin [feyz alış verişinin] hasıl olmadığını söyledi ve ikinci defa dönmesini emretti ve Has Muhammed Efendi [Mohammed el-Yeraği’nin yanına] döndü. Bir müddet yanında geçirdi. Bir gün Has Muhammed Efendi cehri bir namazda imamdı ve Fatihadan sonra ”De ki kendisinden kaçtığınız ölüm sizi karşılayacak [öleceksiniz]. Sonra gayb ve ibadeti Bilene [Allah’a] döndürüleceksiniz. Yaptıklarınızı size haber verecek.” [Cuma, 62/8] Sonra Mohammed Efendi el-Yerağî ayetin etkisiyle bayılıp düştü. Rab ona irade tecellisiyle tecelli etti [yani Hak Teala onun mürid olmasını istedi]. Bu zaman mürşid-i kamilin arkasında sekr haline büründü. Has Muhammed Efendi [Muhammed el-Yeraği’ye şöyle] dedi: Eğer istersen ben bir mürşid-i kamil biliyorum. Muhammed el-Yeragî dedi: Kimdir o? Has Muhammed Efendi şöyle cevap verdi: Şeyhim kamil Şeyh İsmail Efendi eş-Şirvanî el-Kürdemirî; ben ondan mezun ve icazedliyim. Hangimizi istersen? Tercih senindir. Şeyh İsmail Efendi ikisine ”nuranî ilimlerin sahibi Has Muhammed Efendi eş-Şirvanî benden mezundur ve makamıma kaimdir’ şeklinde bir mektup yazdı. [Mektupta ayrıca şöyle yazıyordu:] ‘Ey bizim kardeşimiz Muhammed Efendi el-Yeraği benden ne istersen onun yanında bulursun ve gözlerin görmediği kulakların işitmediği ve beşerin kalbine hatır olmayan şeylere vasıl olursun. Cesetlerimiz uzak aramızdaki mesafe uzun olsa da benim ruhaniyetim ile senin ruhaniyetin cem oldu.’ Muhammed el-Yeraği, İsmail Şirvanî’nin kelamını duyduğunda kalbi mutmain oldu, lubbü rahat etti ve Has Muhammed eş-Şirvani’den, İsmail Şirvani’nin telkin ettiği gibi Nakşbendî evradının telkinini istedi ve o da ona telkin etti. […] Has Muhammed Efendi eş-Şirvanî de müridleri terbiye için ona icazet verdi.

Has Muhammed Şirvani H. 1260/1844 yılında Ramazan ayının üçüncü günü olan bir Pazar günü Hacc’ını yaptıktan sonra Mekke’den Dağıstan’a doğru yaptığı yolculuk esnasında ahirete irtihal etti ve ve Suriye Dımaşk’ta Mevlana Halid Bağdadi hazretlerinin yanına defnedildi.

Şeyh Muhammed Haznevi (k.s.)

Suriye – Kamışlı – Telmaruf Köyü (şah-ı hazne köyü)’nde

Şeyh Muhammed Haznevi (k.s.) Şeyh İzzeddin (k.s.) hazretlerinin en gözde talebesi, en mükemmel takipçisi, onun gözünün nuru gibi koruyup, adeta bir gül gibi yetiştirdiği, tüm müslümanlara ve insanlık ailesine faydalı olması için elinden gelen tüm himmeti kullandığı, en yüce ahlaki, imani ve irfani değerlerle süslediği bulunmaz, mümtaz, eşine az rastlanır kamil-i mükemmil bir mürşid-i ekmel şahsiyet idi.

Şeyh İzzeddin Hazretleri vefatından önce pek çok defa değişik vesilelerle Şeyh Muhammed (k.s.)’ dan övgü ile bahsetmiş ve onun hem kamil bir iman sahibi, muhabbetullah ile dopdolu arif bir zat olduğunu ve hem de insanları idare ve irşad etmede tam ve mükemmel bir hal üzere olduğunu dile getirmiştir. Bu durum sadece Şeyh İzzeddin Hazretleri ile sınırlı değildir. Bundan yaklaşık elli yıl öncesinden Şeyh Ahmed (k.s.) Hazretleri de onu övmüş, ondaki yeteneklere, üstün değer ve özelliklere dikkat çekmiş ve ‘Bu zat bizim şanımızı yükseltecektir.’ buyurarak konumunun önemine dikkat çekmişlerdir.

Gerek Şeyh Masum (k.s) ve gerek de Şeyh Alaaddin (k.s.) onun üzerine çok titremişler; iman, ihlas, muhabbet, hizmet, fedakarlık, yüce ahlak ve daha pek çok yüce meziyetler sahibi yeğenlerinin en iyi şekilde yetişmesi için çalışmışlardır. Onun üzerine o kadar titriyorlardı ki onunla oyun oynadıkları zamanlarda herhangi bir şekilde incinmesi durumunda çok üzülüyor ve bu duruma sebep oldukları için birbirlerini suçluyorlardı. Bu, o kamil zatların ferasetleri ile hissettikleri ve gerçekleşecek olan hakikat karşısında takındıkları bir hal idi.

Gençlik yıllarında kendilerine ders vermiş, hocalık yapmış olan büyük ve fazilet sahibi değerli alim Şeyh Mustafa Buga onun ile geçirdiği yılları hayatının en güzel anları olarak nitelendirmekte ve bununla gurur duyduğunu bildirmektedir. Şeyh Muhammed Hazretlerindeki üstün ve eşsiz vasıfları her konuşmasında dile getiren Şeyh Mustafa Buga, onun gibi bir talebesi olduğundan dolayı gurur duyduğunu ve onun kendisini kat be kat geçtiğini pek çok defa dile getirmişlerdir. Haznevi ailesini, özellikle Şeyh İzzeddin Hazretlerini ve Şeyh Muhammed Hazretlerini çok yakından tanıyan bu zat İslam alemi içerisindeki alimler arasında gerek kişiliği ve gerekse de eserleri ile önemli bir yere sahiptir. Telmaruf’ta Şeyh İzzeddin (k.s.)’i anma merasiminde yaptıkları bir konuşmalarında Şeyh Muhammed Hazretlerini müslüman alimleri toplamaya ve ümmetin sorunlarına çözümler bulacak çalışmalar başlatmaya çağırmış ve onun üstün vasıflarını böylelikle açıkça teyit etmişlerdir.

Şeyh Arabi Kabbani, Lübnan müftüsü ve Lübnan’ın ileri gelen değerli alimleri, Türkiye, Mısır ve Sudan’dan gelen alimler ve yazarlar Telmaruf’a yaptıkları ziyaretlerinde ve katıldıkları münasebetlerde Şeyh Hazretlerinden ve Haznevi mürşidlerinden her zaman büyük üstatlar, saygı değer alimler, muttaki önderler olarak övgüyle bahsetmişlerdir. Bu sadece onlarla sınırlı bir olay değildir. Kuveyt’in ve diğer beldelerin selefi alimleri de Şeyh Muhammed Hazretlerini tanıdıkları zaman onun değerini hemen anlamış, ona ve fikirlerine büyük bir saygı gösterip, tasavvufi anlayışına ve izledikleri yola büyük değer vermişlerdir.

Fıkıh alanında İslam dünyası içersinde çok ileri bir yerde olan, belki de ilk sırada yer alan alim zat Vehbe Zuhayli ‘de Telmaruf’a davetli olarak gelmişlerdi. Tasavvufa ve tarikat ehline o kadar da sıcak bakmıyorlardı. Fakat Şeyh Hazretleriyle tanıştıktan, onun ilminin büyüklüğünü, tevazu ve takvadaki benzersizliğini, halim ve sevecen tavırlarını, o üstün ahlâki meziyetlerini gördüklerinde nasıl bir zat ile karşı karşıya olduklarını anlamışlardı. Bu sıradan bir zat değildi ve bu karşılaşma da sıradan bir karşılaşma değildi. Kalpler yumuşadı ve fikirler değişti.

Şeyh Muhammed (k.s.) gibi zatlar nurani bir çekicilik ile süslenmişlerdir. Bu onların mayalarında olan bir haldir. İlahi feyz altında olmaktan ortaya çıkan bu hal insanların onlara yönelmelerine, onları sevmelerine ve böylece doğan samimi, sevgi dolu durum ise karşılıklı bir yakınlaşmaya sebep olmaktadır. Bu yakınlaşma onların terbiyesi altına girmeyi ve onların meşrebine uymayı doğurmaktadır. Meşrepleri Allah’ın muhabbeti olan bu zatlar kendilerine bağlanan kişilere güneş olmakta, onların Hakka olan bağlılıklarını sağlamakta ve imanlarına güç üstüne güç katmaktadırlar.

Her insaf sahibi kişi tarafından bilindiği gibi insanın tek başına, bir ustası veya öğreteni olmadan herhangi bir işte başarılı olması hem çok zor (bazen imkansız) ve hem de çok çetrefilli bir iştir. Tecrübeli, o işin ilmini yapmış kişilerden alınacak kılavuzluk elbetteki bulunmaz bir nimettir. Bu dünyevi işlerde böyle olduğu gibi uhrevi işlerde de böyledir. İnsanın ahlâkını düzeltebilmesi, imanını kâmil hale getirebilmesi, olgun bir zat olabilmesi için terbiye edici mürşidlere ve ahlâk hocalarına ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç zamanımızda her zamankinden daha fazladır. Çünkü fitne ve fesat bu asırda diğer zamanlardan daha sistemli ve güçlü bir durumdadır. Bu kasıp kavurucu çığıra karşı durabilmek ancak Şeyh Muhammed Haznevi (k.s.) ve Şeyh Muhammed Muta (k.s.) gibi büyük mürşid-i kâmil zatların gözetimi altında,onların edepleriyle edeplenip, talebeleri arasına girmekle mümkündür. Gerek onların şahıslarının çekiciliği ve maneviyatlarının yüceliği, gerek sahip oldukları silsilenin bereketi ve gerekse de tahsil ettirdikleri edepler ve içerisinde yer alınan cemaatları, nefsi dünyevi şehvet ve hevalardan soğutucu ve uzaklaştırıcı bir özelliktedir. Bu zamanın insanları için bu Allah’ın bulunmaz bir nimetidir.

Şeyh Hazretleri bu zamanda kendisinden ilim alınabilecek olan ender alimlerden birisi idi. Kişinin ona baktığı zaman Allah’ı hatırlayacağı, onun imanını kuvvetlendirecek, ahlâkını güzelleştirecek alimlerden ilmi tahsil etmesi gerektiği, diğer durumda ise sonucun tam bir felaket olacağı selef-i salih zatlar tarafından bizlere bildirilmiştir. Şeyh Hazretlerinin yüzleri bir ay gibi parlamakta kendisine bakanlara huzur vermekte, iç âlemlerindeki o enginliği ve kalp huzurunu adeta haykırmaktaydı. Onun tebessümü ona ayrı bir güzellik katmakta ve insanı çok ötelere asr-ı saadete götürmekte, o iklimden hoş esintiler getirmekte idi. Allah yoluna insanları davet edenlerin insanların en büyük dostları olduğu tartışılmaz bir hakikattır. Bu işi üzerine alan zatlar peygamberlerin mesleğini devam ettiren kişilerdir. Elbetteki ehil olmak şartı ile çok büyük bir makamdadırlar ve çok büyük bir hizmeti görmektedirler. Bu görevi üstlenmiş olan Şeyh Muhammed Hazretleri hakkın net bir şekilde anlaşılabilmesi ve her türlü şüphenin berteraf edilebilmesi için azami derecede dikkat göstermekte idi. Her fırsatta dünya malı toplamadığını ve herhangi bir dünyevi makama gelmek, bir çıkar elde etmek peşinde olmadığını yani siyasi işlerle ilgilenmediğini bildiriyordu. Amacı insanları Allah’ın yoluna davet etmek ve bunu yaparken onları hiçbir şekilde kullanmamaktı. Bu onun gerçekten de övülen, ihlasları ile gökleri titreten o selefi salih zatlardan olduğunun en büyük delillerinden birisidir.

Şeyh hazretleri insanların mallarını toplamadığı ve dünyevi siyaset ile uğraşmadığı gibi tüm mesaisini, tüm gücünü, tüm imkânlarını ve malını İslam davasının duyurulması, kelime-i tevhidin en yükseğe çıkarılması için harcamaktaydı. Dergâhlarına gelen ve onlara intisap eden kişileri incelediğinizde çok kısa bir zaman içerisinde değiştikleri, imani ve İslami sıfatları kapıp, dini mübini yaşamaya başladıkları görülmektedir. Bunlar arasında öyle kişiler vardır ki daha önce kumar, uyuşturucu, gayri meşru kazançlar içerisinde olup, insanların mallarını zorla gasp etmekte idiler. Oysa insan şimdi onları görse sanki melekleşmiş olduklarını sanacaktır. Artık öyle bir hal almışlardır ki haramlardan kaçmaya son derece dikkat etmekte, farzları eda edip, sünnetlere çok itina göstermektedirler. Bu hale gelişleri yüce Şeyhin himmeti ve bu tarikatın adaplarına uymaları sonucudur.

Şeyh Hazretlerinin dergâhı ilim üzeredir. Haznevi mürşidleri zamanlarının en büyük alimleri arasındadırlar. Bu kol, alimden alime devredile gelmiş bir yoldur. Şeyh Muhammed (k.s.) Telmaruf’taki şer-i ilimler medresesinde iki bine yakın talebe okutup,bunların yeme, içme, barınma gibi tüm ihtiyaçlarını kendi öz malından karşılamaktaydı. Fakir olan, durumu olmayan ama İslami ilimleri öğrenme aşkı içinde olanlara kapılarını ve tüm imkanlarını açmakta, onları İslam ümmeti için faydalı bir hale getirmeye çalışmaktaydı. Bu destek sadece okul yılları ile sınırlı kalmamakta, mezun olanlardan durumu iyi olmayanları da kendi imkanları ile münasip bir şekilde evlendirmekteydiler. Bu talebelerden istediği; gittikleri beldelerde İslam’ı öğretmeleri, emr-i bilmaruf ve nehy-i anil münker farizasını yerine getirip, bu yüce adapları hem yaşamaları ve hem de yaygınlaşması için gayret göstermeleriydi.

Şeyh Hazretleri çıktıkları irşat amaçlı seyahatlerinde toplumun her tabakasından insan ile ilgilenir ve dini şuur oluşması ya da daha da kuvvetlenmesi için gayret gösterirdi.Resmi yetkililerin ve medeniyetin pek uğramadığı öyle ücra yerlere dahi gitmekteydiler ki oranın ahalisi bile bu hale şaşırmaktaydılar. Fakat bu yüce zatı tanıyınca, onun sohbetini dinleyince ona öylesine bağlanmaktaydılar ki bu tariflere sığmaz bir haldi.Şeyh hazretleri onlara dinlerini öğretecek bir alim göndermeyi teklif ettiğinde onlar bunu hemen kabul etmekteydiler. Böylece hem bu yüce tarikata girmekte ve hem de dünya ve ahiret saadetini elde etmekteydiler. Şeyh Muhammed (k.s) çok büyük bir sabır, tahammül ve müslümanlara karşı yüce bir şefkat içerisindeydi. Onları bir baba gibi kucaklamakta ve sorunlarının çözümü için uğraşmaktaydı. Bazen öyle olurdu ki saatlerce onların sorunlarını dinler, onlara nasihatler ederdi. Ayakları geçirdikleri trafik kazasından dolayı platinli olmasına rağmen dört-beş saat dizleri kıvrık bir şekilde edepte oturur ve onlarla ilgilenirdi. Pek çok ihtilafı çözdükleri, sorunları hikmetle giderdikleri gibi pek çok çözülemez denen meseleyi çözmüş ve bir çok kan davasının sulh ile sonuçlanmasına da vesile olmuşlardı. Varlıkları bir barış, huzur ve bereket kaynağıydı.

Vefatı
Şeyh Muhammed Haznevi hazretleri 2005 yılında (57 yaşında) umre ziyaret için gittiği Suudi Arabistan’da (Medine yakınlarında) geçirdiği trafik kazası sonrasında vefat etti.Şeyhin vefat haberi başta şeyhin Suriye Tel Ma’ruf’ta bulunan akraba ve ve sevenlerinin yanısıra Türkiye ve yurtdışındaki çok sayıdaki sevenini yasa boğdu. Vefat haberinin duyulmasıyla beraber Türkiye’deki sevenleri cenaze törenine katılabilmek için Nusaybin sınır kapısına akın etti. Daha önce de Nusaybin Kaymakamlığı’nın oluşabilecek yoğunluğa karşı; belirli sayıda kişiye geçiş izni verileceği duyurmuştu. Beklenenden daha da fazla ilginin olması izin kuyruğunda izdihama yol açtı.

Şeyhin ve aile efradının Cumartesi günü vefat etmiş olmasına karşın; naaşları gerekli işlemlerin yapılmasının ardından ancak vefatından dört gün sonra yani Salı günü Suriye’nin Kamışlı vilayetindeki havaalanına getirilebildi. Naaşları karşılamaya şeyhin dergahında kalan ulemalar ve orada eğitim alan talebelerin yanı sıra Suryie ve Türkiye’den de çok sayıda seveni gitti. Bu kalabalık, havaalanı caddesini başatan başa doldurdu. Uçağın inmesini beklerken kilometrelerce insan ve araç kuyruğu oluşmasına sebep olan şeyhin sevenleri, uçağın havada görünmesiyle birlikte ağlamaya ve çığlık atmaya başladı. Naaşları almaya gelen dört ambulanstan şeyhi alacak olan ve ön tarafında güllerle çevrelenmiş şeyh resmi asılı olan ambulans, gözyaşlarının artmasına sebep oldu.

Büyük bir konvoyla yola çıkan naaşların yol boyunca geçtiği tüm yerlerşim alanlarında akşam vakti yol kenarlarında dizilmiş olan halk şeyhin ne kadar çok sevildiğinin işaretlerinden birisiydi. Cenazelerin defnedileceği Tel Ma’ruf’ta kalabalık iyice arttı. İlk olarak şeyhin evine götürülen cenazeleri görmek isteyenlerin oluşturduğu izdihamdan dolayı Suriya polisi olaya müdahele etmek zorunda kaldı.

Daha sonraları cenaze naamzları kılınmak üzere Haznevi Camiine götürülüen cenazeler; o esnada iftar vaktinin girmesiyle camide bekletilmiş ve şeyhin her zaman zyaretçilerine verdiği gibi on binlerce insana iftar yemeği verilmiştir. İftardan sonra kılınan cenaze namazının ardından ceanazeler; Kuran tilaveti eşliğinde ertesi günün öğle saatlerine kadar camide bekletildi. Cenzaler diğer nakşi şeyhlerinin mezarlarını olduğu mezarlığa götürülürken gözyaşları sel oldu aktı. Yoğunluktan dolayı cenazlerin defin alanına varması uzun sürdü… Daha sonra yasinlerin ve duaların okunmasıyla defin işlemi sona erdi.

Şeyh İzzeddin El Haznevi (k.s.)

Suriye – Kamışlı – Telmaruf Köyü (şah-ı hazne köyü)’nde

Şeyh İzzeddin El-Haznevi (k.s.) 1923 yılında Suriye´nin Kamışlı kazasına bağlı bir köy olan Hazne´de dünyaya geldi. Şeyh hazretlerinin pederi alisi ve validesi çok salih kimseler idiler. Şeyh hazretleri bu iki salih ebeveyninin kucağında büyüdü. Ailesinden aldığı terbiye hayatı için çok önemli bir başlangıç oldu. Şeyh Hazretlerinin babası, bütün dünyada şöhret bulan havas ve avam arasında meşhur olan Şeyh Ahmed El-Haznevi (k.s.) hazretleridir. Valideleri ise; takva sahibi, gece namaz kılan, gündüz oruç tutan, Allah´a taat ve ibadetle yönelen bir hanımefendiydi.

Şeyh İzzeddin El-Haznevi hazretleri ilk çocukluk dönemlerini babasının ve annesinin terbiye kucağında geçirmiştir. O zamanlar şerefli ebeveyni Suriye´nin doğusunda bulunan Kamışlı kazasına bağlı Tel-Maruf köyünde idiler. İslami ve dini tahsillerini öncelikle akli ve nakli ilimlerde üstün bir otorite sahibi olan Allame Şeyh Ahmed El-Haznevi´den almışlardır.

Şeyh İzzeddin (k.s.) küçük yaşlarda Kuran-ı Kerim´i okudu. Daha sonra kardeşleri Şeyh Masum (k.s.) ve Şeyh Alâaddin (k.s.) ile birlikte ilim tahsiline başladı. Arap edebiyatı kaidelerini çok güzel kavradı. Sarf, nahiv, belagat, adab vb. ilimlerde öylesine mesafe kat etti ki zamanın Sibeveyh´i ve asrının müracaat edileni haline geldi.Daha sonra Fars dilini ve bu dilin inceliklerini öğrenmeye başladı. Esaslarını, füru ve meselelerini kavradı. Mantık ilmini, meselelerini, kaidelerini bütün yönleriyle ele aldı.

Bunun akabinde Şafii mezhebi ile ilgili yazılmış fıkıh kitaplarını okumaya, usul ve füruunu, akli ve nakli yönlerini tahsile başladı. Kendi akranı olanları geçip adeta zamanın İmam-ı Şafii´si oldu. Yalnız bir ilmi değil birçok ilmi tahsil etti. Fıkıh, Nahiv, Edep, Tasavvuf, Belagat, Mantık, Ahlâk, Usul ilimleri, Arap ve Fars Edebiyatı v.d.

Bu tatlı ilim kaynağından doya doya içtikten sonra, babası Şeyh Ahmed El-Haznevi´nin marifet ve ilim deryasından; sarsılmaz azmi ve üstün zekası, âli himmeti ile cevherler ve eşsiz inciler çıkarınca, icazet almak şöyle dursun icazet vermek hususunda ehil olunca, pederi âlileri mübarek eliyle yazdığı icazeti ona vermiştir.

Üstün bir feraseti, kabiliyeti ve çok harika bir zekâsı vardı. Nasıl denizlerin hacmini ihata etmek, sırlarını keşfetmek zor ise, deniz misali olan bazı insanların da Allah´ın onların kalplerine ilka ettiği sırlar öyle çoktur ki onları bilmek ve anlamak çok zordur . İşte Şeyh İzzeddin (k.s.) bu sır dolu zatlardan birisiydi.

Şeyh İzzeddin Hazretleri (k.s.) mezun olduğu medresede ilim okuttu. Şeyh Masum (k.s.) ve Şeyh Alâaddin (k.s.) ile birlikte geceyi gündüze katarak ders okutmaya ve istifade etmek isteyenlere faydalı olmaya çalıştı.İlmi neşretmek, faziletleri yaymak yolunda hiç bir şey esirgemedi. Çok alim yetiştirdi ki, bu alimler ilim dünyasının gökyüzünde parlayan yıldızları ve simaları oldular.

Şeyh İzzeddin (k.s.) ilme çok değer veriyordu. İlim öğrenmenin ve öğretmenin gereğini daima vurguluyordu. Dini müesseseleri yapıyor, yaptırıyor ve akla hayala gelmeyen malları bunun için harcıyordu.Bu medreselerin en barizi ve görkemlisi dini ilim merkezi olan Haznevi Medresesidir. Bu muazzam medrese Tel-Maruf köyündedir. Bu medrese adeta İslam´ın bir kalesidir. Bir iman kaynağıdır. Şeyh (k.s) bu medreseyi kendi özel malından yaptırmıştır. Medresede ilim okutacak müderris kadrosunu kendi seçmiş, maaşlarını kendi malından tahsis etmiştir. Bu hizmetin devam etmesi için kendi malından pay ayırmış ve büyük bir meblağ ayarlaması yapmıştır. Bütün bunları yaparken istediği tek şey Allah´ın (c.c.) rızası olmuştur.

Medresede okuyan sayıları bin iki yüz (bugün iki bini aştı) olan bu öğrenciler ücretsiz ilim okuyor; medresede barınıyorlar. Yiyecek içecek her şey medreseye aittir. Şeyh (k.s.)´e aittir. Şeyh hazretleri gerek medreseyi yaparken ve gerek medreseye ve medresedekilere harcama yaparken hiçbir kimseden veya hiçbir kurumdan bir kuruş dahi yardım almamıştır.

Şeyh Alaaadin Haznevi hazretleri’nin 1969 yılında vefatından sonra yerlerine Şeyh İzzeddin hazretleri geçtiler. Bu Şeyh Ahmet Haznevi hazretleri’nin vasiyetiydi. Şeyh İzzeddin Haznevi hazretleri Yüce Allah’a ; Resulullah efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem 23 yıl insanları irşad ettiler. Ben de onun gibi irşat makamında bu kadar süre kalayım diye sürekli dua ettiler. Gerçekten de vefat ettikleri 1992 yılında 23 yıllık imanla, ihlasla takva ile bütün insanlara fayda ile dolu bir ömrü tamamlamış oluyordu.

Şeyh İzzeddin bütün işlerinde ve davranışlarında yüce şeriati kendisine ölçü olarak alırdı. İslam ulemasının, ehli sünnet vel cemaatin görüşlerine ters düşen her şeyi reddederdi. Canı,malı,evladı pahasına dahi olsa dininden zerrece taviz vermezdi. Kızgınlığın da ve sevincinde her zaman kitap ve sünnete bağlı idi.

1950’li yıllarda Yüksek Şer’i Fetva üyeliğine seçilmişlerdir. Görev almak için gitmeden önce orada kalacak bir süre içerisinde yiyeceklerini kendi malllarından ayarlayıp yanlarında götürdüler. Temiz olmayan nasıl yapıldığını bilmediği üzerine bereketin inmediği yiyecekleri asla yemezlerdi. Kendilerine bakanlıkça verilen iaşeyi kabul etmeyip ihtiyaçlarını kendileri karşılayıp ayrılan parayı hazine’ye geri iade etmiştir. Göreve başladıktan sonra çok kısa bir zaman içerisinde bilgisi, zekası ve görüşünün keskinliği ile diğer alimler arasından sıyrılıp fetva heyeti içerisinde ileri bir seviyeye geldiler. Bir gün Diyanet işlerinde kullanılmak üzere alınacak araçlarda ve onların yakıt masraflarının hazineden karşılanması ile ilgili bir karar onaylanmak için fetva makamına gönderilmiştir. Şeyh İzzettin Hazretleri Bu fetvayı imzalamadı ve diğer fetva üyelerinin ne yapacaklarını görmek için bekliyordu herkes imzalamış ve son imza olarak onun imzası kalmıştı. Kendisine geldiklerinde bu fetvayı imzalamadı ve ”Sizler hizmet için alınan bu araçların kendi yakın ve akrabalarızın işlerinde ve kendi özel işlerinizde kullanılmayacağından emin misiniz bunları kendi menfaatiniz için kullanacak ve sonra da yakıt parasını ayrılan ödenekten karşılaşacaksınız ben bu olaya onay veremem” dedi. Heyetin üyelerini vereceklere fetvalar da akla değil nakle, yoruma değil rivayete fikre değil fıkha dayanmaya bunun için de kitap sünnet ve Salih Ulemanın hükümlerine uymaya davet edip görevinden istifa etti. Tel’maruf’a geri döndüklerinde zaman irşat makamında bulunan Şeyh Alaaddin hazretleri onu bunu tavizsiz tavırlarından dolayı takdir eder.

1970’li yıllarda irşat için Kuveyt’e gitmişlerdir. Öğle namazı kılınmış, sohbet yapılacağı cemaate bildirilmesine rağmen ayakkabısını alan camiyi terk ediyordu çünkü daha önce sohbet için kürsüye çıkan herkes cemaatten para istemekten başka bir şey yapmamıştı. Şeyh İzzeddin haretleri mikrofonu eline alıp; siyasetle uğraşmadığını ve verseler dahi kimseden para kabul etmediğini yüksek sesle ilan edince, insanlar onun sohbetini dinlemek için geri geldiler. Şeyh İzzeddin hazretleri şöyle söyler ; ” Mürşidin gözü insanların malında ve onların makamında olursa seviyesi düşer, kıymeti azalır. Maneviyatı zayıflar ve mana aleminden kesildiği için sözünün tesiri de azalır. Mürşid herkesten daha fazla söylediğini uygulamalıdır ki daha olgun, tesirli ve bilgi sahibi olabilsin. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ” Yüce Allah bildiği ile amel edene bilmediğini öğretir.” Ben siyasetle uğraşmıyorum. Zira Yüce Allah’ın dinini tebliğ etmeyi, kulluk vazifesini ifa etmeyi ve Yüce Sadat’ın adablarını yaymayı her şeyden üstün biliyorum …”Mal toplamıyorum. Verseler dahi kabul etmiyorum. Çünkü Yüce Allah beni zengin ve insalardan müstağni kıldı. Her yerde herkese meydan okuyorum. Eğer bana yardımda bulunan varsa ortaya çıksın diyorum. Allah’a bundan dolayı hamdediyorum.

Şeyh İzzeddin Haznevi Hazretleri çok zeki, akıllı ve zarif bir zat olaması yanında edeb bakımından da çok üstündü. Kıble cihetine ve Şeyh Ahmed Haznevi hazretlerinin türbesine karşı asla sırtlarını dönüp oturmazlardı. Medine-i Münevvere’de bulundukları zamanlarda kendilerini yok edecek seviyede tevazu gösterirlerdi. Mescid-i Nebevi’de direk arkasına büzülürek ibadet ve münacaatlarını yaparladı. Efendimizin huzurlarında saatlerce murakabe halinde kalırdı. Öyle ağlar, sızlarlardaki ayakta durmaz hale gelirlerdi. Şeyh Hazretlerinin Kur’an-ı Azimüşşana karşı büyük bir muhabbetleri vardı. Bulundukları odada herhangi bir köşede Kur’an-ı kerim’den bir lehva olsa o yöne ayak uzatmaz ve sırtlarını çevirerek oturmazlardı.

Şeyh İzzeddin Hazretlerinin Şahsiyeti Ve Bazı Sıfatları
Şeyh hazretleri (k.s.) orta boylu idi. Kısadan uzun, uzundan kısa idi. Heybetli, celâletli ve vakarlı idi. Onunla ilk görüşen ondan heybet kapar ve ürkerdi. Bu ise Hz. Peygamber´e (s.a.v.) iktida etmesinden kaynaklanıyordu. Fakat onunla ilk görüşen ve ürperen insan onunla konuştuktan ve ünsiyetten sonra bu hali unutur, korkusu sevgiye dönüşürdü. Onunla ünsiyet ve mücaleseden tatlı sözlerinden çok haz alır rahatlardı.

Birisi ona bir soru sorsa sorusunu en güzel şekilde cevaplandırır, cevabın anlaşılmasını kolaylaştıran misaller verirdi. O kişi Şeyh´in (k.s.) meclisinden ayrılırken mutlaka ikna olmuş bir vaziyette ayrılırdı. Ömer´in cesareti, Hatem´in cömertliği, Ahnef´in hilmi ve İyas´ın zekâsı onun için biçilmiş kaftandı. Şeyh İzzeddin (k.s.) sorulan bir soruya Allah´ın kitabından, Hz. Peygamber´in hadislerinden, sahabeden günümüze kadar gelip geçen İslam ümmetinin alim ve salihlerinin üzerinde ittifak ettikleri meselelerden cevap verirdi.

Vefatı
Şeyh İzzeddin Hazretleri 31 Temmuz 1992 (1 Sefer 1413 Hicri) tarihinde Cuma ikindi namazını kıldıktan sonra en faziletli ve duaların en çok kabul edildiği bir saatte Hakk´ın rahmetine kavuşmuştur.Vefat etmeden önce kendi evinde binlerce insana vaaz-u nasihat ediyordu. Onlara şu hadisi anlatıyordu: Peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Size iki vaiz bıraktım. Biri konuşan vaiz diğeri de susan vaiz. Konuşan vaiz Kur´an-ı Kerim, susan vaiz ise ölümdür.” İşte bu mübarek Hadis-i Şerifin ışığı altında konu Feth Bin Seleme´nin Ömer bin Abdülaziz´e nasihati idi.Şeyh Hazretleri konuya devam etti. Ölümden, ölüme hazırlanmaktan, ölümün çok yakın olduğundan, bunun şuurunda olmanın gereğinden bahsediyordu. O dereceye geldi ki, rahatsızlandı ve konuştuğu kelimeleri mübarek ağzından tam telafuz edemiyor, mübarek eliyle mikrofonu tam tutamıyordu. Şeyh´in elinden mikrofonu Şamlı eş Şeyh Arabi Kabbani aldı. Bu zat çocuklarıyla Şeyh´i ziyarete gelmişti ve Şeyh´in yanında oturuyordu. Şeyh İzzeddin Hazretleri (k.s.) misafiri olan Şeyh Arabi Kabbani”ye vaazı tamamla diye emretti. Misafir zat muhabbetten ve sevgiden bahsetti. Şeyh İzzeddin (k.s.) ona teşekkür etti ve dedi ki: “Siz ve çocuklarınız eve buyurun size yemek verelim.” Şeyh hazretleri son dakikalarını yaşadığını anlayınca kendini kıbleye doğru çevirdi. Etrafındakiler Şeyh hazretlerinin kendini kıbleye çevirdiğini görünce ağlamaya başladılar.

Şeyh İzzeddin (k.s.) etrafındaki insanların ağlamalarını ve üzüntülerini görünce onlara merhamet etti ve aralarında iken mübarek ruhunu teslim etmemeyi temenni etti. Hemen ilacını kullanmak için su istedi ve “arabayı getirin” dedi.Misafir olan Şeyh Arabi Kabbani”nin arabası yanaştı. Arka koltuğa hizmet ehli olan Hasan efendi oturdu ve Şeyh İzzeddin´i (k.s.) kucağına aldı. Ön tarafa Şeyh Arabi Kabbani ve Şeyh´in torunu Muhammed Faiz bindi. Çok süratli bir şekilde Zebedan´daki evden iğneyi alıp Şam Hastanesine doğru gittiler. 31 Temmuz 1992´de akşam saat 18:00´da mübarek ve tahir ruhunu Allah´a teslim etti. En son sözü: “Lailahe İllallah Muhammedun Resulullah. La havle ve la kuvvete illa billahilaliyyil azim” oldu.

Akla hayale gelmeyen kalabalıklar; Şam´dan, Zebedan´dan ve her taraftan geldi ve hastaneyi adeta kuşattılar. O gün dehşetli bir gün idi. Şam Radyo´su vefat haberini duyurdu. Sonra başka radyolar da bu elim haberi verdiler. Gazeteler ve mecmualar bu elim haberi yazdılar. Mübarek cesed yıkandıktan sonra hastaneye yakın Sad bin Muaz hazreterinin (r.a.) adıyla bilinen camiye kaldırıldı. Şam´ın ileri gelen alimleri ve muhteşem bir kalabalık cenaze namazını kıldılar. Şeyh İzzeddin (k.s.) hayatında insanlara vaaz-u nasihat ettiği gibi vefatından sonra da vaaz etmiş oldu.
Sonra bu dehşetli kalabalık eşliğinde Mübarek cenaze 1 Ağustos 1992´de Şam havaalanına getirildi. Özel bir uçak ile büyük oğlu Şeyh Muhammed (k.s.) refakatinde Şeyh´in diğer oğulları, kerim ailesi, akrabalar, alimler ile birlikte Kamışlı havaalanına getirildi.

Kamışlı havaalını, uçak pistine yakın her yer, yollar, bahçeler yüz binlerce insanla doldu taştı. İnsanlar ağlıyor, gözyaşı döküyorlar, mürşidleri ve mürebbibleri olan Şeyh´den ayrılık onları son derece üzüyordu. Evet yüz binler sanki gözyaşı değil, kan ağlıyorlardı.

Şeyh İzzeddin Hazretlerinin (k.s.) cenazesi kilometrelerce uzanan konvoy eşliğinde Telma´ruf?a doğru yola çıktı.
Şeyh hazretlerinin (k.s.) mübarek cenazesi Telma´ruf´a vardığı gece defnetmek mümkün olmadı. Çok aşırı bir kalabalık ve insan seli karşısında izdihamdan dolayı mübarek naaşı o gece defnedilemedi.

Mübarek cenaze Şeyh hazretlerinin evine götürüldü ve bir müddet çocukları, ehli ve akrabaları arasında kaldı. Bu arada insanlar, cenaze münasebetiyle gelenler hiç bir yere sığmıyorlardı. Ne camide, ne medreselerde ve ne avluda hiçbir yer kalmadı. Telmaruf?” gelenler, Müzdelife´de, meşar´ı haram´da ve çevresinde sabahladıkları gibi buldukları yerlerde sabahladılar.

Evet 31 Temmuz günü ve onu takip eden bir kaç gün insanların hiç karşılaşmadığı ve görmediği bir gün idi.

İnsanların akılları başlarından gitmiş, gözler soluk vesönük, kalbler heyecanlı ve canlar boğaza gelmişti. Büyük kalabalıklar bir yana, Kamışlı bütünüyle Şeyh´in cenazesini karşılamak için havaalanına gitmişti. Ve aynı kalabalık Şeyh hazretlerinin cenazesini, ikametgâhı olan, dergâhın ve medresenin olduğu Telma´ruf´a getirmiş, beraberinde gelmişlerdi.

2 Ağustos 1992 pazar günü Telmaruf görmediği kalabalıklara sahne oluyordu. Suriye´den, Lübnan´dan, Ürdün´den, Türkiye´den ve daha başka yerlerden binlerce, on binlerce insan.

Bu muazzam kalabalık Şeyh Muhammed´in arkasında cenaze namazını kıldıktan sonra; Şeyh´in kerim ailesi, aile efradı, evladı, ev halkı onunla vedalaştılar. Sonra o kalabalık, başları ve elleri üzerinde Şeyh hazretlerini, babası ve iki kardeşinin olduğu Markad-ı Şerif´e doğru taşıyıp götürdüler. Tekbirler, tehliller ve gözyaşları arasında babası ve kardeşlerinin yanına defnedildi. Allah Rahmet eylesin. Geniş rahmetine gark eylesin. İslam ümmeti adına onlara rahmet eylesin ve hayırlar versin.

Şeyh Alaaddin Haznevi (k.s.)

Suriye – Kamışlı – Telmaruf Köyü (şah-ı hazne köyü)’nde

Şeyh Alaaddin (k.s.), Haznevi mürşitlerinin üçüncüsü, ilimde bir derya, yumuşak tabiatlı ve Rasulullah (s.a.v.) aşkı ile yanan, simasının apayrı güzelliği ile Rasul-ü Kibriya´yı hatırlatan, arif-i billah bir mürşidi kamil idi. Efendimize olan aşırı muhabbetleri ayırıcı vasıflarıydı. Onu gören Yüce Rasul-ü Kibriyayı hatırlar, onun sohbetlerinde bulunan Asr-ı Saadetten eşine rastlanmaz esintiler hissederdi. O, zamanında yaşayan tüm meşayih arasından Rasulullah (s.a.v.) sevgisi ile sıyrılmış ve haklı bir şöhrete sahip olmuştu. Dininde tavizsiz, müminlere karşı şefkatli, küfür ehline karşı ise izzetli bir tavır içerisindeydi. 1959 yılında irşad makamına oturdular.

Peygamber Efendimizin üzerine yazdıkları kasideleri çok meşhur olup, halen dillerde dolaşmaktadır. Kardeşi Şeyh İzzeddin (k.s.) onunla ilgili olarak şöyle bir olay nakletmişlerdir: ´

Babam Şeyh Ahmed´in (k.s.) yanında oturuyordum. İçeriye ağabeyim Şeyh Alaaddin girdi. Doğruca babamız ve mürşidimiz olan Şeyh Ahmed hazretlerine yönelerek , ondan Rasulullah Efendimizin (s.a.v.) bütün sünnetlerine harfiyen tabi olabilmek için kendisine dua etmelerini istirham eyledi.

Şeyh Hazretleri cevaben; ´Bunu senin baban bile yapmaya güç yetiremezken, sen nasıl yapacaksın. Diyerek cevap verdiler ve sünnetle ilgili dikkat edilmesi gereken konularda öğütlerde bulundular. Bu olay Şeyh Alaaddin´in (k.s.) imanının kemaline ve Rasulullah´ı (s.a.v.) ne kadar çok sevdiğine açık bir delildir. ‘Şeyh Alaeddin hazretleri on yıllık bir irşad hayatı boyunca çok köyler ve beldelere irşad seferlerinde bulunmuştur. Çok kişilere İslam’ın ahlakını esaslarını anlatıp tarikatın adablarını uçsuz bucaksız köylere kadar ulaştırmıştır. Devlet erkânının bile çözemediği birçok husumet ve kan davalarını bile sonlandırmış tarafları barıştırmıştır. Hatta bir seferinde Suriye’den Mardine ve Türkiyenin doğu illerine irşad için geldiği bir aylık gibi kısa bir zamanda altmışın üzerinde sulhta bulunmuştur.

Şeyh Alaaddin hazretleri 1960 senesinde çıkmış olduğu irşad seferinde iken bir köy kenarında yüzlerce insanla karşılaştı, bu kişiler en çirkin bir biçimde kadın erkek karışık olarak raks tutup düğün neşesini canlandırmışlardı. Şeyh Alaaddin hazretleri bu nahoş manzarayı görmesi ile rengi bozuldu.

Yanındaki hocalar: Kurban, ses çıkarmayasınız. Onlar bizi tanımazlar, onlara sözde tesir etmez, bilakis hareket de yapabilirler.

Şeyh hazretleri ise şöyle buyurdu: Resulullah’ın (asv) emrini yerine getiririm. Zayıf imana da razı olmayacağım. Peygamberimiz (asv) bu hususta ’’Biriniz çirkin bilinen bir şeyi görürse eliyle, yapamaz ise dili ile kaldırsın. Onu da yapamaz ise kalbi ile buğz etsin, buda imanın en zayıf derecesidir’’ diye buyurmuştur. (muslim.84)

Şeyh Alaaddin (k.s) raksa girenlere doğru haşmet ve heybetiyle yürüyünce kükremiş arslan sürü içine girmiş gibi bir manzara meydana geldi. Hepsi dağıldılar. Hatta evlerine gizlendiler. Şeyh Hazretlerinin yanındaki hocalar dediler ki: Subhanallah, Yüce Allah, dostuna her türlü kolaylığı verir. Her yardımı yapar ve her imkânı sağlar. Yoksa bu insanları, içinde bulunduğu eğlence lezzetinden bu kolaylıkla ayıran güç düşünülemez.

Şeyh Alâeddin (k.s) köy ağasının hayli büyük odasında ulema ile birlikte oturdu. Köylü cemaatine, onları zorlarcasına manevi bir güçle hitap etti. Onlara şöyle dedi: ’’Ey Arablar! İslam dini en büyük değerdir. Dünya ve ahiretin huzur ve mutluluğu ona göre yaşamaya bağlıdır. Çünkü o yüce dinde mevcut olan üstün ahlaka göre davranan fert ve toplum şerefin zirvesine çıkmaya hak kazanır. Bu değerin çıkış noktası arabların en şereflisi olan kureyş kabilesidir. Oysa İslam dini size babalarınızın mirasıdır. Sizde gördüğümüz görüntü gösteriyor ki, babanızın mirasına sahip çıkmıyorsunuz. Evladın en kötüsü, babasının mirasını, değer ve şeref noktalarına sahip çıkmayan kişilerdir.

Kürtler, Türkler ve Farslar bu değeri sizden alıp yükseldiler, manen ve maddeten güçlendiler. Siz ise bu değerli dine sahip çıkmayıp cehalete mebni gelenek ve göreneklerinize, örf ve âdetlerinize uyduğunuzdan bu süfli hayatta kıvranıp durmaktasınız. Dininize dönün! Değerlerinize sahip çıkın!

Daha sonra Şeyh Alâeddin Haznevi hazretleri maharetli bir operatör doktor gibi yara açıp ameliyat ettiği gibi, yarayı dikip şifaya kavuşturmak için gerekli tavsiye ve tedaviye başladı. Kocaman toplum, coşku ile tövbe etti ve tarikata girmekle şereflendi. Bugün o cehalet içinde yaşayan babaların evlatlarından Haznevi ocağından alimler ve salikler çıkıp gerek Suriye gerekse diğer ülkelere giderek insanları irşad etmektedirler ve her gittikleri toplumlarda takdire şayan olmuşlardır.

Şeyh Alaaddin (k.s.) bir gün Tel’maruf´taki camide bulunuyorlardı. Bir kişi kendilerine yanaşıp bir soru sormak istediğini söyledi. Sorabileceğine dair olumlu bir yanıt alınca da ´Şeyh Abdulkadir-i Geylani (k.s.) mi yoksa Şah-ı Nakşibend (k.s.) mi daha büyüktür?´ diye sorusunu yöneltti. Şeyh Alaaddin Hazretleri (k.s.) hangisinin büyük olduğuna dair bir açıklama yapmayıp, cevaben şöyle buyurdular; ´Her bir evliyanın ayrı bir makamı ve o makamına göre de bir vazifesi vardır.

Şeyh Abdulkadir-i Geylani (k.s.) kendisinden medet istenildiğinde, ruhaniyetiyle anında orada bulunur. Hakiki bir Nakşibendi mürşidi ise, metal parçalarının içerisine daldırıldığında onları kendisine doğru çeken bir mıknatıs gibidir. İnsanı tuttuğu gibi Allah´a kavuşturur.´ Şeyh Alaaddin (k.s) bu sözü ile hal almış bir zattı, arkasından yetiştirdiği âlimler ve talebeler, tarikattan mezun olmuş halifeler ve muhabbetullah ile kalbi dolu salikler bırakmıştır.

Vefatı
Şeyh Alaeddin’nin (K.S) ramazan ayına karşı ayrı bir muhabbeti ve aşkı vardı. Mübarek ramazan ayı geldiğinde hep neşelenir ve yüzü ayın on dördü gibi parlardı. Dolayısıyla Allah Teala’ya dua ederken, -“Ya Rabbi! Şayet ömrüm varsa önümüzdeki ramazanı bana görmeyi nasip et, eğer ömrüm o zamana yetmeyecekse bu ramazan içerisinde canımı al” diyerek daima duada bulunurdu. Ciğerlerinden rahatsızlanan Şeyh Alaeddin (K.S) ameliyat için Suriye’nin başkenti Şam’da bir hastanedeydi. Tarih 16 Kasım 1969 Pazar günüydü. Allah Teala, sevdiği kulu olan Şeyh Alaeddin’in (K.S) duasına icabet etmiş ve ramazanın beşinde saat onda gözlerini fani aleme kapatmıştı. Şeyh Alaeddin’in (K.S) mübarek naaşı Telma’rûf a götürülmek için hazırdı. Özel bir uçak hazırlandı ama nedense pilot konusunda bir sorun oluşmuştu. Bu sebeple Şeyh Alaeddin’in (K.S) mübarek naaşı Emevi Cami’ne götürülmüş, Hz. Yahya’nın (A.S) mübarek kabr-i şeriflerinin yanına bırakılmıştı. Bu konuda büyükler Şeyh Alaeddin’in (K.S) bu şekilde dünyadaki son ziyafetinde bulunduğunu söylemektedirler. Pazartesi günü mübarek naaşı Telma’rûf’a nakledilmiş ve babası Şeyh Ahmed Haznevi’nin kabr-i şeriflerinin ayaklarının ucuna defnedilmiştir.

Şeyh Alaaddin 1969 yılında vefat ettikten sonra yerlerine Şeyh İzzeddin(k.s.) geçtiler. Bu Şeyh Ahmed (k.s.)’in vasiyeti idi. Şeyh İ zzeddin(k.s.) yüce Allah’a(c.c.); ‘Rasullah Efendimiz(s.a.v.) yirmi üç yı l insanları irşad ettiler. Bende onun gibi irşad makamında bu kadar süre kalayım diye sürekli dua ederlerdi. Gerçekten de vefat ettikleri 1992 yılında yirmi üç yıllık imanla, ihlasla, takvayla ve insanlara faydayla dolu bir ömrü tamamlamış oluyorlardı.

HALİFELERİ:

Şeyh İzzeddin Haznevi (kardeşi)
Molla Halil Palo Serhad-i
Molla Abdullan Bin Molla Abdurrahman
Molla Abdullah Bizguri-Daif
Molla Abdullah Kartmin-i (Müderris)
Molla Muhammed Emin Hayderi
Telmaruf İmamı Molla Yahya
Molla İzzeddin Aksan Urfa (Nibil)
Molla Halil, Şeyh Huseyn Kertwini’nin Damadıdır.
Telhasen İmamı Es-Seyyid İbrahim
Molla Abdullah-i Bingöl
Molla Abdurrezzak Reşkot-i (Kaddesellahu Esrarahum)

Şeyh Muhammed Masum El Haznevi (k.s.)

Suriye – Kamışlı – Telmaruf Köyü (şah-ı hazne köyü)’nde

1913 yılında Hazne’de doğdu. Devrin büyük alimlerinden babası ve mürşidi olan ’’Şahı Hazne’’ lakabı ile meşhur, büyük mürşid Şeyh Ahmed El-Haznevi (k.s) ve zamanın alimlerinden sarf,nahiv,siyer balağat v.s çeşitli ilimleri tahsil etti ve icazet aldı.

Şeyh Masum (k.s) Şeyh Ahmed El-Haznevi hazretlerinin en büyük oğlu idi, medresenin, tekkenin çoğu işleri ve hizmetleri ile o ve diğer iki kardeşi Şeyh Alaaddin (k.s) Şeyh İzzeddin (k.s) ilgileniyordu. Şeyh Masum (k.s) 24 yaşında iken babası ve mürşidi Şeyh Ahmed Haznevi hazretleri tarafından hilafet almıştır. Ve babasının vefatından sonrada mutlak halife olarak irşad vazifesine devam etmiştir.          

Şeyh Masum (k.s) gayet cesur ve islam için gereken hiçbir hizmetten çekinmezdi. Yaşlı, fakir, dul ve kimsesizlerin sığınağı idi. Hizmet hususuna çok düşkün idi, irşad vazifesi döneminde bile medrese hizmetleri ile bizzat ilgilenirdi. 8 yıllık mürşid olarak devam ettirdiği irşad hayatı boyunca çok alimler, veliler ve salikler yetiştirdi. Yanında çok insan manevi aşklara, makamlara ve cezbeye ulaştılar. Kendisine seyyid es-sufiyyeh Sofilerin seyyidi deniliyordu. Cübbesi açık gezer ve zahiren nisbet dağıttığı havaslar tarafından çok sefer müşahade edilmişti.

Şeyh Masum´da babaları gibi ilmi bir olgunluğa sahip, muhabbetullah sahibi bir mürşid-i kamil idiler.Onu diğerlerinden ayıran en önemli özelliklerinden birisi hizmete çok düşkün olmalarıydı.Şeyh Masum(k.s.) kimseden korkmaz ve çalışıp hizmet etmekten asla usanmaz bir zattı. Öyle olurdu ki bazen onu tarlada çalışırken,bazen koyunları güderken, bazen medresede talebe okuturken, bazen de insanları irşad ederken görebilirdiniz . O yörede bulunan aşiret ağalarını toplar ve köylülere zulüm etmemeleri,adaletli ve merhametli olmaları konusunda sert bir dille uyarırlardı. Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker konusunda çok titizdiler. Tabiatları Hz Ömer(r.a.)´i andırıyordu.

Şeyh Masum(k.s.) aşiretler arasındaki kan davalarını hallediyor, dargın insanları barıştırıyor, yüce ahlaki değerleri yerleştirmeye çalışıyordu. Değişik yerlere gönderdikleri alimlerle o yörelerin halkını ıslah ediyorlardı. Öyle yerler vardı ki Şeyh Masum (k.s) oraları irşad etmeden önce o bölge halkı namaz,abdest,helal,haram nedir bilmez bir haldeydiler. Birbirleriyle düşman bir şekilde yaşıyorlardı. Hele Mardin yöresinde bir köy vardı ki ahalisi cehaletlerinden dolayı hem namazdan niyazdan uzaklaşmış ve hem de öyle bir gaflete düşmüşlerdi ki camiyi ahır yapmış, içinde et pişirip,yiyorlardı. Cami pislikten içine girilmez olmuş, cam ve duvarları içinde yakılan ateşin isinden dolayı kapkara kesilmişti. Yerler hayvan pislikleri ve kemik artıklarından dolayı berbat bir haldeydi.Bu himmeti yüce şahsın bereketi ile onlar tevbe ettiler. Hane hane bu yüce tarikata girdiler. Şeyh Masum (k.s) Hazretlerinin teveccühüne mazhar oldular, bu tevvühün bereketi ve Onun edepleri ile İslam´ı en güzel bir şekilde yaşamaya başladılar. Cami yeniden düzenlendi ve eskisinden daha güzel bir şekilde restore edildi. Kalplerdeki korkunç perdeler kalkmıştı.Bu onlar için yeni bir doğuş idi.Sanki üzerlerine atılan ölü toprağından silkinerek kurtulmuş ve yıllar süren derin bir uykudan uyanmışlardı.

Şeyh Masum(k.s.) zamanında bu tarikat biraz daha büyüdü ve insanlar arasında daha fazla tanınmaya başladı.

İnsanlar tıpkı babasındaki gibi, kendilerinede kalabalıklar halinde oluk oluk gelip günahlarından tevbe edip, tek tek onun önünde tarikata bey’at ederlerdi. Şeyh Masum (k.s) esmer olup nurani bir simaya ve heybetli bir duruşa sahipti. 1958 senesinde 11 Ocak gününde, 45 yaş gibi genç bir dönemde Telmaruf’ta vefat etti. Babası ve Mürşidi Şahı Hazne (k.s) yanına Merkad-i Şerife defin edildi.

Vefatından sonra bu değerli ve muhim vazifeyi, muhterem kardeşleri ve Halifesi Şeyh Alaaddin El-Haznevi (k.s) devam ettirdi.

Şeyh Masum (k.s) vefatından sonra, altı halife, alimler, hak yolunun talipleri olan salikler, vefa ve aşk ehli müridler bıraktı.

Halifeleri;

Şeyh Alaaddin El-Haznevi (k.s)
molla Ahmed Molla Ramazan El-Urfi
Seyyid Abdulcelil b. Molla Abdulmecid
Seyyid Muhammed Arapkendi
Molla Muhammed Hasan En-Nakşebendi
Molla Yusuf-i Seyti

Şeyh Ahmed Haznevi (k.s.)

Suriye – Kamışlı – Telmaruf Köyü (şah-ı hazne köyü)

Ahmed Haznevî hazretleri 1304 <1887) yılında Hazne’de dünyaya geldi. Gençlik yıllarına doğru Hazne’den Diyarbakır, Silvan, Nurşin ve Mizan medreslerinde ilim öğrenmek üzere ayrıldı. Güneydoğu’da devrin en ileri gelen alimlerinden temel dinî eğitimini aldı. Hizan’da Seyda-i Tahî hazretlerinin halifesi Mevlana Abdülkahhar Hizanî’den, Verkanis’te Fethullah Verkanisî ile Nurşin’de Muhammed Diyaeddin hazretlerinin medreselerinden mezun oldu.

İnsanlığı kemalata ulaştıracak dersleri, devrin ileri gelen mürşid-i kamilleri ve onların halifelerinden aldı. Ne var ki onun on beş yılı aşan tahsil hayatı, aynı zamanda savaşın insanları kuşattığı en acı döneme rastlıyordu.

Ahmed Haznevî hazretleri ihtimal bu yüzden, bugün Türkiye sınırları içinde yer alan , ama o zaman henüz sınırlarını bile oluşturulamayan Suriye’den, Nurşin ve Hizan’daki medreselere tahsil görmek üzere hicret etmişti.

Ahmed Haznevî hazretleri Nurşin’deki mürşidini ziyaret etmek için, savaş yıllarında çoğu zaman yaya, kimi zaman da atlı olarak Hazne ile Nurşin arasinda kilometrelerce yol almıştı. İrşad zamanı gelince mürşidi Muhammed Diyaeddin hazretleri ona şöyle diyecekti:

“Evladım! Sen irşada başla, biz insanları senin yanına toplar,
Allah’ın izniyle kalabalıktan her yönden akın akın önüne getiririz.”

Mürşidi tarafından irşada nasıl hazırlandığını şöyle anlatmıştır: “Hazret, Nurşin Dergahı’nda ‘Aşağı Divan’ ve ‘Yukarı Divan’ diye iki divan (geniş salon) yaptırmıştı. Gelen misafirleri bu divanlarda ağırlardı. Yukarı Divan’da henüz bu yola yeni girmiş ve tasavvufî konularda belirli düzeye ulaşamamış kişileri özellikle ağaları konuk ederdi. Bir gün Hazret bana yemeklerimi nerede yediğimi sordu. Süfilerle birlikte Aşağı Divan’da yediğimi söyledim. Nerede yattığımı sordu. Aşağı Divan’da yatıp kalktığımı anlattım. Bana şöyle dedi: “Çok iyi yapıyorsun. Aşağı Divan daha güzel, Seyda-i Tahî hazretleri de orada sohbet eder, hatme ve teveccüh yaptırırdı. Orada manevî nisbet çok daha fazla oluyor.”

Ahmed Haznevi hazretleri önemli bir işi olmadıkça kitap okumaktan geri durmazdı. Hatta ramazan ayında iftar saati ile akşam ezanı arasında bile kitap okurdu. Özellikle tasavvufî eserlerin tamamını okumuştu. İnsanların her türlü sorusuna fetva verebilecek düzeyde fıkıh bilgisi vardı. Pek çok ihtilaflı meseleyi kolaylıkta çözebilirdi. Onun verdiği fetvalar, alimler tarafından da kabul görürdü. Hatta bu konuda çok sayıda alim, her defasında onun haklı görüşler ortaya koyduğuna tanık olmuş ve etbaı arasına katılmıştı.

Bu yüzden zahir ve batın ilminde devrin en büyük alimleri arasındaydı. Onun görüşlerine karşı koyacak kimse olmazdı. Onun verdiği hükümlerde karışıklık bulunmazdı. Kimse hayal kırıklığına uğramazdı. İlmi olsun veya olmasın ona fetva soran her insan, aldığı cevaptan huzur bulur, memnun kalırdı. Onun için Ahmed Haznevî hazretleri, “Şah-ı Hazne” diye meşhur oldu. Gerçekten o şeyhlerin şeyhi, alimlerin de mürşidiydi.

Ahmed Haznevî hazretleri, huzuruna gelenlere, dergahında Allah’a boyun bükenlere, samimiyetle yoluna girenlere karşı çok merhametliydi. İnsanlara çok düşkündü. Onlar için her türlü fedakarlığı yapıyordu. Yumuşak huyluydu, hoşgörülüydü, eşi ve benzeri olmayacak şekilde feraset sahibiydi, huzuruna gelenlerin derdini hemen kavrar, mutlaka onlara yol gösterirdi. Ona başvurup da çaresiz kalan hiç kimse olmazdı. En girift konularda bile halkı aydınlatır, gönüllerine sevgi ve muhabbet aşılardı. Bu yüzden onun ne kadar merhametli olduğu bütün insanlar tarafından çok iyi bilinirdi. Onun dergahına gelen ve elini tutan müminler, bütün gönülleriyle ona gerçekten bağlanırdı. Halk ona çok güvenirdi.

Haseke’den Telma’ruf’a
Ahmed Haznevî hazretleri, Nurşin Dergahı’ndan Hazret Muhammed Diyaeddin hazretlerinin tasavvuf terbiyesi altında yetişerek halife sıfatını aldı. 1923 yılında mürşidinin vefatıyla Amüde şehrinde insanları açıkça irşad etmeye başladı.

Ahmed Haznevî hazretleri bir ara işgal kuvvetleri tarafından Haseke şehrinde zorunlu ikamete mecbur edildi. O günlerde, Hafirkan aşiretinin lideri Haco Ağa ile birlikte işgal kuvvetleri komutanının yanına çağırıldı. Fransız komutan Şah-ı Hazne’ye, “Seni çağırmamın sebebi, bize hiç destek vermiyorsunuz. Milliyetçilerin mukavemetini kırmak için bize destek vermenizi istiyoruz. Eğer bizim tarafımızı tutarsanız, sizi ve yakınlannızı bağışlarız. Aksi halde Haseke köyünde de size rahat vermeyiz” dedi.

Haseke yakınlarında ikamet etmekte olduğu köyde neredeyse yirmiden fazla hane vardı. Her biri süfîlere ait idi. Şah-ı Hazne oraya yerleşince su kuyuları da açtırmıştı. Fransızlar hepsine el koydu ve Tay aşireti reisi Muhammed b. Abdurrahman’a verdi.

Taylı Muhammed b. Abdurrahman’ın girişimleri sonucu Fransızlar, Ahmed Haznevî hazretlerini buradan da uzaklaştırmak istedi. Bu nedenle Suriye’nin daha çorak ve iç kesimlerine düşen Deyrizor şehrinde onu zorunlu ikamete mecbur ettiler. Taylı Muhammed b. Abdurrahman’ın içindeki düşmanlık yine de azalmadı.

Bir gün adamları ile silahlarını kuşanmış olarak Ahmed Haznevî hazretlerinin bulunduğu yere bir akşam namazı sırasında çıkageldi. Maksadı, giderek verimli araziler haline gelen yerleri ete geçirmekti. Öte yandan Ahmed Haznevî hazretlerinin bölgedeki nüfuzu artıyor ve müridleri de gün geçtikçe çoğalıyordu.

Ahmed Haznevî hazretlerinin yanındaki sufîler, gelenlerin haddini bildirmek için mürşidlerinin emrini beklemeye koyuldu. Aslında sayıları oldukça fazlaydı. İsteselerdi direnebilirlerdi.

Taylı Muhammed b. Abdurrahman ve adamları o kadar hırs ve intikam içindeydiler ki, kimsenin toparlanmasına bile fırsat vermeden bütün evleri ateşe verdiler, kazanlardaki akşam yemeğini yere döktüler ve, “Hemen köyü boşattın” dediler. Ahmed Haznevî hazretleri, Taylı Muhammed b. Abdurrahman’dan, bulundukları yeri boşaltmak için sabaha kadar süre tanımalarını istedi. Ama ne mümkün! Bir kere ortada çekememezlik ve baş olma sevdası vardı. Tedavi edilemezse kalbin en büyük düşmanıydı. Ahmed Haznevî hazretleri eşi, çocuktan ve süfîlerle birlikte geceleyin yola koyuldu. Aslinda bu bir nevi hicret idi. Kaçış değildi, Hak Teala için Allah’a kulluk yapılacak en bereketli mekanı belki arayıştı.

Ahmed Haznevî hazretleri o günden sonra Telma’ruf koyunu mesken tuttu. Ahmed Haznevî hazretleri Telma’ruf’ta da bir mescid yaptırdı. Dergah inşa ettirdi. İnsanları irşad etmeye devam etti. Böylece Ahmed Haznevî hazretleri artık kış günlerinde Hazne’yi, yazın sıcak zamanlannda ise Telma’ruf koyünü tercih ediyordu. Belki de Telma’ruf köyüne gidiş ve gelişlerinin arkasında yatan çok büyük hikmetler de vardı. Zira Alaeddin Haznevî hazretlerinin naklettiğine göre Ahmed Haznevî hazretleri, “Peygamber Efendimiz’e (s.a.v) hicret konusunda uymama bana Taylılar sebep oldu” diyerek, acı tatlı her işte hakka yönetiyordu.

Eserleri
A) Mektübat ;Ahmed hlaznevî hazretlerinin oğlu Mevlana İzzeddin Haznevî hazretleri tarafından derlenen mektuplardır. Eser, Şah-ı Hazne’nin halifeleri ile bu yola hizmeti olan büyük velilere yazdığı mektuplardan meydana gelmektedir. Mektübat Türkçe’ye de tercüme edilmiştir.

Halifeleri
1. Muhammed Ma’süm Haznevî (oğlu).
2. Muhammed Maşuk Nurşînî. (Seyda-i Tahî hazretlerinin torunu).
3. Molla İbrahim Gersevarî.
4. Molla Abdüllatif Amindî.
5. Molla Muhammed Sıddîk.
6. Hacı Hüseyin Kertevenî.
7. Molla Abdürrezzak Pirmînî.
8. Molla Ahmed Şeyhî.
9. Molla Salih.
10. Molla Muhammed Reşid.
11. Hacı Musa.
12. Molla Cüneyd.
13. Seyyid Abdülhakim Bilvanisî.

Oğlu Alaeddin Haznevî hazretlerinin anlattığına göre Ahmed Haznevî hazretleri, yüce himmet ve tasarrufata ziyadesiyle sahipti. O mahareti bir doktor gibi müridlerini terbiye ederdi. Allah Teala’nın zikri bütün vücudunu adeta kaplamıştı. Oğlu, bir gün Şah-ı Hazne’yi ağlarken görünce çok üzülmüş ve, “Babacığım, niye ağlıyorsunuz?’ diye sormuş. Ahmed Haznevî hazretleri de ona şöyle demişti:

“Evladım! Şu insanların sevgisini, Allah’a yakınlaşmalarındaki muhabbeti, aşk ve şevk halini, manevî coşkuyu, dergaha akın akın gelen şu insanlara bakıyorum; her biri koşarak büyük bir manevî coşkuyla yanıma geliyorlar. Ağlamaktan kendimi alamıyorum. Ben nasıl ağlamayayım? Onların en fakiri benim, onların en acizi benim!… Ama bütün bunlara rağmen buraya gelen sayısız insanların Allah’a yönelmesine sebep oldum, hidayetlerine vesile oldum. Bu yüzden de Peygamber Efendimiz’in (s.a.v), ‘Yüce Allah, hiç şüphesiz bu dini facir bir kişi ile de kuvvetlendirir’ buyurduğunu biliyorum. Hadiste kastedilen kişi veya kişilerden biri olmaktan korkuyor, Allah korusun Tacir kişi ben olur muyum acaba diye üzülüyorum ve ağlıyorum. Onun için hep yüce Allah’a şöyle dua ediyorum: Ey Allahım! İnsanların bana duyduğu bu sonsuz sevgi ve muhabbet, bu kadar kalabalık topluluk, senin nzana uygun değilse, benim kişisel davam ise onu bitir ve yok et, ama senin rızana uygun ise onların yönetişlerini ve sevgilerini kıyamet gününe kadar artır ve devam ettir.”

Vefatı
Şeyh Ahmed Haznevi hazretleri uzun bir irşad hayatı sonrasında 63 yaşında iken H.1369/M.1950 senesinde Til Maruf’ta vefat eder. Kabri halen ziyaret edilmektedir.

[toggle title=”Kaynaklar” load=”hide”]
Altın Silsile ( Hulsatül Mevahib) – Necmeddin B. Muhammed Nakşibendi – Semerkand yayınları
[/toggle]