Şeyh Muhammed Medeni (k.s.)

Yalova – Güneyköy Kabrisatnında

Ebu Muhammed el-Medeni bin Osman Dağıstanî, Dağıstan’ın Temirhan-şura vilâyeti
Gunib kazasının Kikuni köyünde Hicrî 1251 Milâdî 1830 yılında dünyaya geldi. Dağıstan’dan 1814 Hicrî, 1896 Milâdî yılında Türkiye’ye göçeder. Hicrî 1332 Milâdî 1913 senesinde 3 Rebiülahiri Pazar günü 81 yaşında iken irtihal etti. Kabr-i şerifleri Yalova’nın kendileri tarafından kurulmuş bulunan Güney (Reşadiye) köyünde olup damadı ve halefi Şeyh Şerafeddin Dağıstanî ile birlikte medfun bulundukları türbe günümüzde ziyaretgâhdır.

Celâli mizaçta olan babalan Osman Efendi, rençberlikle iştigal ederdi. Kikuni köyü öteden beri sağlam mizâc ve karakterli bir köydü. Dine bağlılıkları ile meşhurdu. Medeni Hazretleri dünyaya geldikleri esnada, bu köy yakınlarından geçen, sonra üstazı olacak Ebu Ahmed Suguri Hazretleri: “Bu köyden iki nur yükseliyor” demekle büyük velilerden Ebu Muhammed Medenî ile Şerafeddin Zeynel Âbidin Hazretlerinin istikbalin tebşir etmişlerdir.

Şeyh Muhammed Medeni (k.s.)  Silsile-i Şerifi

Ebu Muhammed Medeni Hazretleri zamanında Ebu Ahmed Suguri ve Cemaleddin Gazikumuki hazretleri gibi iki büyük veli mevcuddu. Bu zâtların ikisinden de tefeyyüz etmişlerdir. Hatta ilk intisabı, Abdülkadir el Geylânî Hazretlerinin Kadiriyye tarikatıdır. İrşada memur olduğu zaman, kendisi altı tarikattan, Kadirîyye Şazelîyye, Şâranîyye, Halvetiyye ve Nakşbendiyye’den ders vermeye mezun iken ömrünün son yıllarında yalnızca Nakşbendiyye tarikatından ders vermiştir.

Ebu Muhammed Medenî Hazretleri gençliğinde Ruslarla mücadele etmiştir. Bu mücadelesi ta Sibirya’ya kadar sürülmesine ve idamdan kaçıp kurtularak Türkiye’ye hicretine kadar sürmüştür. Yüksek dirayet ve cesaretinden Ruslar çok çekinmişlerdir. İnsanlık kahramanlık numunesi, Ebu Muhammed Medenî hazretlerinin yüksek seciye ve karakteri, İslâm dinine sonsuz bağlılığı, bütün Dağıstan müslüman halkı tarafından bilinir ve sevilirdi. Onun bu halini Ruslar da bildiklerinden kendisine oldukça mültefit davranırlardı. Bu arada pek çok kerametleri zahir olur.

Ruslarla yaptığı mücadeleler esnasında, Ruslardan kaçarken bir köye sığınır. Orada ikamet ederken köy kadınlarından biri evinin damına çıkarak Ruslara Ebu Muhammed Medenî Hazretlerinin bulunduğu yeri ihbar eder. Bu hadiseden sonra, ortasından geçen bir dere ile ikiye ayrılan köyün, kadının evinin bulunduğu tarafı, kıraçlaşır; Derenin diğer yakası eskisi gibi verimli ve yeşillik içinde kalır. Ayrıca Rusların madalya ile taltif ettikleri ihbarı yapan kadının vücudundan madalyanın değdiği yerlerde kapanmak bilmeyen yaralar çıkar ve bunlar kadının ölümüne sebep olur.

Ebu Muhammed Medenî Hazretlerini Ruslar yakaladıkları zaman O’nu ilk götürdükleri şehirde zorla ikâmete tabi tutarlar. Kendisinin ikameti için otel ve yemek yemesi için de bir lokanta gösterirler ve emrine bir de araba tahsis ederler. Fakat Ebu Muhammed Medenî Hazretleri ne arabaya biner ne de gösterdikleri lokantadan yemeklerini yer. Bunun üzerine arabacı belediye reisine, bu durumu şikâyet eder. Belediye reisi Ebu Muhammed Medenî Hazretleri ne gelerek, arabaya binmemesi ve yemek yememesinin sebebini sorunca cevaben Ebu Muhammed Medenî Hazretleri: “Sizin paranız olduğu için bize haramdır” der. Bunun üzerine belediye reisi: “O halde sana, Kafkasya’dan aldığımız vergiden bir pay verelim… deyince, Ebu Muhammed Medenî Hazretleri : “Sizin elinize geçtikten sonra o, yine size ait olmuş olur ve bize haramdır” cevabını verir. Bu sırada Seratar köyünde Tatar Müslümanlardan bir esnaf, Ebu Muhammed Medenî Hazretlerinin kendi köylerinde ikamete tabi kılınmasını belediye reisinden talep eder. Reis de :” Hayhay, kendisi razı olursa pekâlâ.” der. Bunun üzerine Ebu Muhammed Medenî Hazretleri bir müddet için bu köye gidip orada ikâmet eder.

Bu Seratar köyünden bir delikanlı Medine-i Münevvere’de din ilimleri tahsili yapmakta iken orada bir kızla nişanlanır. Fakat nişanlısına bir Arab’ın göz koyduğunu ve O’nu kaçıracağını öğrenir. Bunun üzerine Seratarlı genç bundan intikam almak ve biraz da korkutmak için bıçağını bilemeye başlar. Tam bu sırada Ebu Muhammed Medenî Hazretleri gence: ” Sen o işi bırak Kafkasya’ya geri dön” der. Genç bu sesi işitir. Bir müddet sonra aynı sesi tekrar, tekrar işitince köye dönmeye yönelir. Fakat sonra tekrar tereddüd eder. “Seratar’a, köyüne gel” diye bu defa daha kuvvetli ve itminanlı bir ses işitince, her şeyi olduğu gibi bırakarak Kafkasya’nın ve köyünün yolunu tutar. Bu genç köye geledursun, her zamanki gibi o gün de civar köylerden bir heyet ellerinde et yemekleri Seratar’a gelerek Hazret Ebu Muhammed’i hem ziyaret ederler ve hem de kendisinin müridlerinden köydeki çocuklara okuma öğretecek birinin verilmesini rica ederler. Köylüler bu ricalarını yaparlarken, üstazın yanında bulunan birinin kalbinden de: “Şeyh Efendi bana müsaade etse de şu köye ben gitsem” diye geçirir. Tam bu sırada kapı açılıp içeriye Medine-i Münevvere’den gelen genç girer. Genç, Medine-i Münevvere’den oraya gelinceye kadar iki defa işittiği sesin sahibini merak etmektedir. Odaya girer girmez Ebu Muhammed Medenî Hazretleri eli ile genci göstererek köylülere: -“Ben sizin köy için istenilen muallimi Medine-i Münevvere’den getirttim” der. Hem köylüler sevinir hem de genç, Medine-i Münevvere’de işittiği sesin, kimin sesi olduğunu anlamış olmakla kalbi mutmain olur.

Seratar köyünde Hazret Ebu Muhammed’in etrafında müridleri çoğalmaya başlayınca, Ruslar kendilerini buradan alarak Sibirya’ya götürürler ve orada hapsederler. Medenî Hazretleri bu hapishanede iken pek çok olağanüstü haller zuhur etmiş; Ruslar şaşkına dönmüştür. Bir seferinde, hazret hapishanede olduğu sırada, hapishane nöbetçileri birkaç yüz metre ötelerinde kendisini görürler. Hapishaneden nasıl çıktığını merak eden nöbetçiler, gidip Hazreti tekrar yakalayıp içeri koyarlar ve bu sefer kendisine pranga vururlar. Ertesi günü hazret bu sefer hapishanenin duvarları dışında biri ile [ Hızır (A.S.) ] görüşür iken nöbetçiler tarafından görülür. Akşam olunca yine hazret hücresinde pranga vurulmuş vaziyette bulunur. Rus nöbetçileri ve subayları O’nun hâline şaştıklarından kendisine dokunmazlar ve prangayı çözerler serbest bırakırlar.

Nihayet Ebu Muhammed Medenî Hazretleri Sibirya’dan Türkiye’ye kaçmayı plânlar. Bu kaçış esnasında Ruslara ait bir istasyonda, Plevne mücâhidi Gazi Osman Paşa ile karşılaşmış ve elini sıkarak “Gazan mübarek olsun. İstanbul’da buluşacağız” diyerek tebşir etmiştir. Hakikaten İstanbul’da buluşmuşlardır.

Ebu Muhammed Medenî Hazretleri Sibirya’dan kaçarken Kafkasya’ya anne, baba ve ablasının birlikte oturdukları evine uğrar. Evine geleceği akşam ablası “Anne bu akşam yemeği fazla yapın. Akşama kardeşim Ebu Muhammed Medeni gelecek” der. Annesi, babası akıl erdiremeyip “Ta Sibirya’dan buraya nasıl gelecek? Deli olma” derler. Akşamleyin sofra kurulduğu zaman Ebu Muhammed Medenî Hazretleri kapıya vurup içeri girer. Ev halkı buna çok hayret eder. O gece yemeği yer yemez; “Benim acele gitmem lâzım. Karadeniz’de bir limandan gemi kalkmak üzeredir. Benim oraya yetişmem lâzımdır.” diyerek tekrar yola düşer. Doğruca limana varır. Mısır yüklü bir gemi hareket etmek üzeredir.
Ebu Muhammed Medenî Hazretleri kaptana : “Al şu altını, beni de bindir” der. Kaptan bindirmek istemez. Fakat Hazret Ebu Muhammed’in yüzüne bakınca heybetinden korkar ve ambara girmesini söyler. Hazret Ebu Muhammed mısır dolu ambara girer ve gemi hareket eder. O gece kaptan rüyasında, motorun kendiliğinden bir el vasıtasıyla Trabzon limanına çekilerek götürüldüğünü görür. Elin sahibine bakınca, istemeyerek ambarda sakladığı Zat olduğunu anlar.
Uyandığı zaman geminin iki günlük yolu bir günde alarak Trabzon limanına vardıklarını hayretle fark eder. Koşarak Ebu Muhammed Medenî’nin yanına gider ellerinden öper, hayır duasını diler. Sonra birlikte karaya çıkar ve bir kahveye girerler. Kahvehanede, Ebu Muhammed Medenî Hazretleri esir düşerken beraberinde olup Rusların elinden kaçmayı başaran ve Trabzon’a yerleşen Uzun Mehmed adında mücahid ile karşılaşırlar ve sarmaş-dolaş olurlar. İşte bu Zat’ın yanında, kaptan Ebu Muhammed Medenî Hazretlerine 50 altın vermek ister. Ebu Muhammed Medeni Hazretleri bunu kabul etmediği gibi, aksine o kaptana 50 altın vermek ister. Bu durumda her ikisi de birbirine vermek istedikleri altından vazgeçerek orada helâlleşirler.

Bundan sonra Uzun Mehmed, Hazret Ebu Muhammed’i evinde bir müddet misafir eder. Sultan Abdülhamid, Ebu Muhammed Medenî Hazretlerinin Trabzon’da bulunduğunu öğrenince O’nu İstanbul’a getirmek için Trabzon’a vapur yollar. Vapur gelinceye kadar hazret Ebu Muhammed, Uzun Mehmed’in evinde misafir olarak kalır. Bu müddet zarfında Uzun Mehmed her sabah yatağının altında iki altın bulur. Bir kaç gün böyle devam edince, bu garipliği misafirine açar. O da “Kimseye söyleme. Bu, ben gidinceye kadar ve ben ayrıldıktan sonra da bir müddet devam edecek” der. Hakikaten bu hal uzun müddet devam eder. Fakat bir gün hanımının bunu öğrenmesi ve komşulara söylemesi üzerine bu fevkalâde hal sona erer. (1308 yılında geçen bu olayı Ebu Muhammed Medenî Hazretlerinin oğlu Ali Asgar bey, Uzun Mehmed’in ağzından bizzat dinlediğini nakletmiştir.)

Ebu Muhammed Medenî Hazretleri İstanbul’a geldiğinde Padişah kendisine, istediği yerde yerleşebileceğini bildirmiştir. Üstaz, bunun üzerine Yeni Cami’ye giderek şükür namazını edadan sonra çok sevdiği İstanbul’da bir süre kalmayı düşünmüşse de Hızır (A.S.) gelerek, derhal yerleşeceği yere gitmesinin ve esaret sebebi ile üzerinde borç kalan manevî vazifelerini kaza etmesinin gerektiğini söylediğinden vakit geçirmeden Yalova’ya hareket eder. Manevî işaret üzerine, Padişah tarafından İstanbul’da kendisine tahsis edilen yerleri kabul etmeyip daha Sibirya’da iken Hızır (A.S.) tarafından kendisine gösterilen yeri aramış ve Yalova-Orhangazi arasında şimdiki Güney köyünün bulunduğu yeri tesbit etmiştir.
Bu yer, hayvandan başka hiç bir canlının bulunmadığı ormanlık bir mahal olduğundan çalı çırpıdan küçücük bir kulübe yaparak buraya yerleşmiştir. Bidayette bir kaç kulübeden ibaret bu köy, sonraları Kafkasya’dan, Sibirya’dan kaçan muhacirlerle büyümüştür. Köyün kurulması esnasında oraya gelen muhacirler; “Biz burada ne yiyip içeceğiz?” diye sorduklarında. Ebu Muhammed Medenî Hazretleri ayağı ile yerdeki odun, dal ve taş parçalarına vurarak “İşte yiyeceğiniz budur” demekle geçimlerinin odun ve kireç satmakla olacağına işaret etmişlerdir.

Kısa zamanda 750 haneye yükselen köyde 3 cami, 2 resmi mekteb, 16 odalı medrese bulunmakta idi. Bilâhare Kurtuluş Savaşı’nda Rum ve Ermeni çeteleri tarafından defalarca baskına maruz kalan köyün her tarafı yakılıp yıkılmış; köy halkı civar yerlere dağılmış ve köy 220 haneye düşmüştür. Huzurlu ve müslümanca bir hayat yaşanan köyde gerek Ebu Muhammed Medenî ve gerekse halifesi Şeyh Şerafeddin Hazretleri zamanında ahlak yüksek bir seviyede idi. Orman köyü olduğundan oduna giden, odun kesen, odundan dönen gençler daima zikir ile meşgul olur, evlerde anneler çocuklarını zikirle sallar, zikirle büyütür ve şehidlik-gazilik kıssaları anlatır; her bir çocuk bir mücahid olarak yetiştirilirdi.

İşte bu mücahidlerden ve Ebu Muhammed Medenî Hazretlerinin seçkin evlâtlarından; ille cihada iştirak edip “ölürsem şehit, kalırsam gazi olurum” arzusuyla Balkan harbine gönüllü gitmek isteyenlerden Hacı Hasan Mehmed’e Ebu Muhammed Medenî Hazretleri: “Sen merak etme! O rütbe senin ayağına gelecek” diyerek ve Kurtuluş Savaşı’na ve savaşın getireceklerine işaret etmiştir. Nitekim Kurtuluş Savaşı sebebiyle Yunanlılar, Rum ve Ermeni çeteleri, köye girince çıkan çatışma esnasında Hacı Hasan Mehmed Efendi de şehadet muradına ermiştir.

Ebu Muhammed Medenî , irşad vazifesini uzun yıllar yurdun her tarafına şamil olmak üzere devam ettirmiş ve ömrünün sonlarına doğru ilâhî bir işaret gereği, -bilinen ve bilinmeyen yüzlerce hikmete binaen- damadı Şeyh Şerafeddin Hazretlerine tasarrufunda olan altı tarikatın tamamından irşad izni vererek bütün bağlılarını kendisine devretmiştir. Kendileri de bir mürid imiş gibi Şeyh Şerafeddin Hazretlerine itaat ederek, emir ve tavsiyelerine riayet etmiştir. Bilhassa ömrünün son demlerinde celâdet ve celal hali kendilerinde galib olduğundan yüzünü bir nikâb ile kapatarak gezerlermiş. Zira o celâdet hali ile bir kimseye baksa o kimse başı kesilmiş de salıverilmiş tavuk gibi dakikalarca çarpıntıdan kendini alamazmış. Ebu Muhammed Medenî Hazretleri bu şekilde uzlete çekilerek vaktini ömrünün sonuna kadar ümmet-i Muhammede hayır duâ ile geçirmiştir.

Uzun boylu, bedeni cüsseli, gözleri kahverengi, beyaz tenli olup sesi gür ve güzel idi. Tam bir vâris-i Muhammedi olup bütün ahlâkı, Rasûlullah Efendimize mutabık idi. Turuk-u Âliyye’nin incelikleri hakkında “Ya Veledi” isimli bir eseri vardır.

Şeyh Şerafeddin Dağıstani (k.s.)

Yalova – Güneyköy kabristanında

Şerâfeddin Zeynel Abidin Dağıstanî, Hicrî 1292 – Miladî 1875 yılı, Zilka­de ayının üçüncü Pazartesi gecesi Dağıstan’ın Temirhan-şura vilayeti, Gunip kazasının Kikuni köyünde, dünyaya geldi. Babası Abdurraşid Efendi, annesi Emine Sara Hatundur. Anne ve babasının her ikisinin de kabirleri, Yalova Güneyköy’deki kabristandadır. Yalova ilinin Reşadiye (bugünkü Güneyköy ) köyünde Hicrî 1355 – Miladî 1936 yılı Cemaziyel evvel ayının yirmiyedinci pazar günü, köyünde (hicri takvime göre) altmış üç yaşında iken vefat etmiştir. Son yüzyılın en seçkin tasavvuf büyüklerinden olan Şerâfeddin Zeynel Abidin Dağıstanî, “Ebu’l-Fukara” lakabı ile de anılır.

Hayatından Kesitler:

Atayurdu olan Dağıstan, tamamıyle Rus işgali altında olduğundan doğduğu günler, dinin yasaklamalarla engellendiği ve maneviyatın neredeyse yok edildiği çok zor bir zamandı. Bir çok velinin menakıbında olduğu gibi Şeyh Şerâfeddin’in de doğumundan itibaren çeşitli kerametler gösterdiği çocukluğundan itibaren mahlukatın kendilerine has zikirlerini işitebildiği rivayet edilmiştir..

Bu rivayetlerin dışında kesin olarak gerçek olan husus, altı-yedi yaşlarında iken Dağıstan’ın o dönem Nakşbendiyye yolunun önderi Ebu Ahmed es-Suğuri’nin manevi eğitimine girdiği ve zikir meclislerine katılmağa başlamış olduğudur. Çok zeki bir çocuk olduğundan Ebu Ahmed es-Suğuri’nin ilahi sırlara ışık tutan sûfî öğretilerini hemen kavrama yeteneğine sahipti.

Dağıstan’daki gençlik yıllarında, elinden biat alarak Nakşbendi tarikatına intisab ettiği Şeyh Ebu Ahmed es-Suğuri’nin gözetiminde seyr ü sülukunu tamamlamıştı. Ebu Ahmed es-Suğuri’nin, İmam Şamîl ile birlikte Ruslara karşı savaştığı için Rus’lar tarafından vatanı Dağıstan’dan ayırılıp sürgün edildiği bilinmektedir.

Şeyh Şerafeddin Dağıstani (k.s.)  Silsile-i Şerifi

Şeyh Şerâfeddin Zeynel Abidin, orta boylu bir insandı, hitab ettiği her insanı derinden etkileyen sesi berrak ve tok idi. Nurani, buğday renkli bir cildi vardı ve yüzü berrak; ışıltılı bir sima arz ederdi. İlk irşad yıllarındaki siyah sakalı yaşı ilerlediğinde pamuk gibi bembeyaz bir hal almıştı. alimdi. Gözleri koyu gri-lacivert renkte idi. Belki de en önemlisi her atışında ilahi rahmete dalıp çıkan bir kalb ve kendisine başvuran kişinin ruhani haline de nazar edebilen gözler ile dünyaya gelmişti. Zaman içinde hem kalbi, hem de gözleri nitelik olarak çok daha hassas bir nitelik kazandı.

Şeyh Şerâfeddin Zeynel Abidin, ilk medrese tahsiline de Dağıstan’da başlamış ve ancak savaş şartları yüzünden ikmal edememişti.; eğitimini Türkiye’ye daha önce hicret etmiş olan ve biatını tazeleyeceği amcası Şeyh Muhammed-ül Medeni’de tamamlayacaktı. Böylece Türkiye’de Ebu Ahmed es-Suğuri’nin halifesi olan Muhammed-ül Medenî’nin terbiyesi altına girdi. Şeyh Ebu Muhammed el-Medeni , Şeyh Şerâfeddin’in öz amcası idi ve daha sonra kızı ile evlendirip kayınpederi de olacaktır.

Türkiye’ye Göçleri ve Yalova’da Yerleşim:

İmam Şamîl’in destani direnişinin kırılmasından sonra Kafkasya’ya ve Dağıstan’a olanca gücüyle yüklenen Rusların zulmünden kurtulmak için, köylerinin neredeyse tüm halkından oluşan kalabalık bir cemaat halinde, Dağıstan’ı terk ederek Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldılar. Köyleri sürekli olarak Rus askerlerinin baskınlarına uğruyor ve bütün ahalisi hakaretlere maruz kalıyordu. Bir kış mevsiminin ortasında 5 ay boyunca sürecek, karadan zorlu bir yaya yolculuğuna çıktılar. Kendi ailesi ve kızkardeşinin ailesi ile birlikte hicret ettikleri Türkiye’ye yöneldikleri, zahmetli ve tehlikeli yolculukları boyunca gündüzleri saklanıp geceleri yürüyorlardı. Kafilede çocuk, kadın ve yaşlıların da bulunduğu düşünülürse hangi zor şartlarda gerçekleştirildiği biraz tahmin edilebilir.

Türkiye’ye vasıl olunca Osmanlı devletinin organizasyonu ile önce Bursa’ya geldiler; bir süre Bursa’da misafir edildikten sonra , Marmara denizinin güney kıyılarındaki Yalova’ya giderek devrin sultanının özel fermanıyle denize oldukça yakın, dağlık bir yörede yerleştiler. Yerleşmek için bu mahalli seçmelerinde Osmanlı Devleti’nin iskan politikası yanında bölgenin Kafkasya iklimine kısmen uygun, dağlık bir arazi olması da etkili olmuştur. Yerleştikleri beldeye önceleri Elma-Alan veya Elmalı adı verilmiş; daha sonra köye Sultan Reşad tarafından yapılan yardım ve imar  çalışmalarının nişanesi olarak Reşadiye ve nihayet Cumhuriyet sonrasında Güneyköy adı verilmiştir.

Şeyh Şerâfeddin Hz, bölgeye yıllarca önce yerleşmiş olan amcası Şeyh Muhammed-ül Medeni ile birlikte büyük bir azimle imar ettikleri Reşadiye köyünü ailesi ve akrabaları ile beraber, elbirliği ile yurt haline getirdiler. Küçük köy sürekli devam eden göçmenlerin ve özellikle Dağıstanlıların katılımıyla günden güne kalabalıklaştı; yeni evler inşa edildi; hatta o hale geldi ki arazi gelen göçmenlere yetmez hale geldi. Köyde ilk kurulan binalar arasında bir medrese ve köyün ilk mescidi ile ilk dergahının da bulunduğu külliye yer alıyordu. Böylece amcası Şeyh Muhammed-ül Medeni ile birlikte Nakşbendi Tarikatı’nın sağlam bir kolunu Dağıstan’dan Türkiye’ye taşımış oldular.

Amcası Şeyh Muhammed-ül Medeni’nin şefkat kucağını açtığı Rus istilacıların acımasız ve sömürücü zorbalığından kaçan bütün Kafkas göçmenlerine ilave olarak Türkiye’nin hemen her yerinden pek çok talebe Reşadiye medresesine tahsil maksadıyla geliyordu. Bu şekilde birkaç yıl önce balta girmemiş bir ormanın eteklerinde kurulan birkaç evden ibaret olan Reşadiye köyü, rivayetlere göre 1000 öğrencinin ders gördüğü bir ilim ve irfan ocağına dönüştü.

Şeyh Şerâfeddin Hz ’nin, sonradan kayınpederi olan mürşidi Muhammed Medenî, o zamanda, Dağıstanlılar tarafından çok takdir edilen; hali, ilmi, kemal ve kerametleri gayet açık olan, maneviyat ikliminin zirvesinde olan büyük bir zat idi. Yalova’nın Reşadiye köyünde, ikinci mürşidi olan Muhammed el-Medeni tarafından tasavvufi alanda daha ileri düzeyde eğitildi. Ebu Ahmed es-Suğuri’nin Dağıstan’daki dergahında maneviyatın ilk soluklarını soluyan Şeyh Şerâfeddin’i zahirde ve batında evladlığa kabul edip yetiştiren, Muhammed Medenî olmuştur.

Tasavvuftaki Eğitimi ve Manevi Kemali:

Özellikle amcası Şeyh Muhammed el-Medeni’nin kızı ile evlendikten sonra genç Şerâfeddin, Reşadiye köyünde büyük bir saygının odağı oldu. Reşadiye köyünde kurulan ve kısa sürede Bursa’dan, İstanbul’dan öğrencileri dahi cezbeden medreselerine gelip ders vermeğe başlayan alimlerden İslam’ın tüm zahiri bilimlerini de okuyup icazet aldı. Ancak O’na zahiri ilimin çok ötelerine uzanan “İlm-i Ledün” bilgileri verilmiş; Allah tarafından, “ilm-i ledünnî” vadilerinde , “sır bilgileri” alanında büyük bir derecelere garkolmuştu. Nakşbendi öğretisinin gereği olarak her an Rabb’inin huzurunda toplum içinde halvet, kalabalık ile inziva halinde idi.

Hızla ilerlediği maneviyat yolunda mertebeleri bir-bir aşarak Nakşbendiyye tarikatına ilaveten , amcası Ebu Muhammed Medeni’nin yetkin olduğu ve irşada izin yetkisi bulunan diğer beş İslam sûfî yolunun [ Kadiriyye, Rufa`iyye, Şazeliyye, Çiştiyye ve Halvetiyye ] daha irşad yetkisini aldı. Bütün bu altı tasavvuf yolunda yetkin olduğuna işaret eden icazetini aldığında henüz 27 yaşındaydı

Şeyh Şerâfeddin Zeynel Abidin, Muhammed Medenî’nin terbiyesi altında, seyr-i sülükunu tamamlarken, altı ay kadar bir cezbe devresinden geçmiştir. Bu devrede, ilahi varlık aşkı ile, vücudunu ateş içinde hissederdi, vücudunun yükselen hararetini azaltmak için kış günlerinde bile evinden çıkıp elbiselerini çıkararak köy yakınındaki derenin buzlu sularına girdiğine halen de bazıları çok yaşlı olarak hayatta olan kişi tanık olmuştur.

Bu cezbe devresinin sonunda, 25 yıl süre ile hizmet edeceği kutb-ül irşad makamı ile taltif edilerek görevlendirilmiştir.

Tasavvuf yolunda şahsi ibadetler kadar nefs terbiyesi ve Allah’ın kullarına da hizmetin önemini sürekli vurgulamış ve kendisi de buna uygun olarak yaşamıştır. “Gün boyu kendi nefsini terbiye ile riyazete alıştırmaya çaba sarfetmeyen ve her gece tesbihat vazifesini yapmak için uyanmayan ve kardeşlerine hizmet etmeyen hiçbir talib bu yolda hiçbir dereceye erişemez.” sözlerinin bizzat uygulayıcısı olarak örnek olmuştur.

Dağıstan göçmenlerinin yerleştiği ve günden güne yeni göçlerle kalabalıklaşan köyün ihtiyaçlarının karşılanmasında öncülük rolünü üstlenmiş; o zamanın fiziki şartlarının zorluklarına aldırmadan köy yollarının genişletilmesi, su kanalları ile köye temiz içme suyu getirilmesi çalışmalarına fiilen katıldı.

Tarikatın hilafetini ve köyün liderliğini üstlendikten sonra daha çok göçmenin yerleşebilmesi için köyün yerleşim alanını büyütmeye çalıştı; hatta bir rivayete göre köyün yakınlarında bulunan şahıs mülkiyetindeki iki çiftliği de satın alarak göçmenlerin iskanına tahsis etmiştir. Kafkasya ve Dağıstan’dan gelen tüm göçmenlere karşı gayet candan davranır; beslenme ve barınma konularındaki her türlü ihtiyaçla ilgilenirdi ve böylece rehabilitasyonlarını kolaylaştırır, ortaya çıkabilecek geri dönüş arzularını da izale ederdi. Bunun sonucunda Dağıstanlı göçmenler Kafkasya’da bıraktıkları yurtlarına karşılık yeni bir vatan bulmuş oldular ve Kurtuluş savaşı öncesindeki acılı işgal günlerine kadar sürecek bir barış , mutluluk ve refah ortamına kavuştular.

Yalova’dan başlayarak Balıkesir’den Kastamonu’ya Sakarya’dan Konya’ya tüm bölgedeki halk arasında dalga dalga “manevi güçlere sahib bir zat” olarak tanındı ve kerametlerine ilişkin rivayetler bütün Türkiye’ye yayılmağa başladı. Ayrıca Güneyköy’de öncülük ettiği imar faaliyetleri, din dışı alanlardaki uzak görüşlülüğü geniş ile de ünlendi.

Şeyh Şerâfeddin hakkında bugüne ulaşan ve yakın tarihimizin siyasi ve dini gerçeklerinin anlaşılmasına katkısı olan pek çok rivayet en eski bağlılarından olan Ali Usta tarafından aktarılarak kayda alınmış ve kitab haline de getirilerek günümüze kadar ulaşabilmiştir. ( Ali Usta’nın hatıratını sitemizin Tasavvufi Literatür alt sayfalarından okuyabilirsiniz) Şeyh Şerâfeddin’in , bu duruma sağlığında işaret ederek Ali Usta’ya “Benden sonra sen çok yaşayacaksın. Maneviyat yolunda başından geçmiş olan canlı olayları anlatacaksın” diyerek kendisi hakkındaki bilgileri gizlememesi yolunda bir nevi talimat verdiği de bilinmektedir. Ali Usta 1304 rumi yılında Kafkasya’nın Hocamakili köyünde dünyaya gelmiş , diğer Dağıstanlı göçmenler ile birlikte 15 yaşında iken Türkiye’ye hicret etmiştir. Önce Güneyköy’de daha sonra da Bursa’ya yerleşmiş, ve Bursa’da uzun yıllar ayakkabı tamirciliği yaparak elinin emeği ile geçinmiştir. Ali Usta (Seskır) 1980 yılında Bursa’nın Hıdırlık semtindeki evinde vefat edince, vasiyeti üzerine mürşidinin medfun bulunduğu Yalova’nın Güney köyündeki Cebel-i Hafakan adı ile bilinen tepecikteki kabristanda, mürşidinin yolu üzerinde defnedilmiştir.

Şeyh Şerâfeddin’in ününün yayılması kendisine yönelik kıskançlık ve hased duygularının da körüklenmesine yol açıyordu. Reşadiye’deki medrese eğitimini yürüten zahiri ilimlerdeki bazı alimler, Şeyh Şerâfeddin’i dinin kurallarını ihlal etmekle, şeriata aykırı sözler söylemekle itham etmeğe başladılar. Bu durum tarih boyunca tasavvuf alimleri ile zahir alimleri arasında görülmüş bir durumdur. Hallac-ı Mansur’dan Mevlâna Celâleddin’e, Ahmed Yesevî’den Necmeddin Kübra’ya, Bayezid-i Bistami’den İbn Arabi’ye tasavvufun tüm zirve isimleri kendilerini Kur’an’a aykırı sözler söylemek, şeriata aykırı işler işlemek suçlamalarından kurtaramamışlardır. (En iyi bilinen örneği olarak Hallac-ı Mansur, bu suçlamalar sonucu darağacında feci bir şekilde can verirken, bütün batın ehlinin “Şeyhü’l Ekber” olarak tazim ettiği Muhyiddin Arabi’ye muarızları tarafından “Şeyhü’l Ekfer”adı verilerek küfür ile itham edilmiştir.) Güneyköy’de tesis edilen medresede eğitim veren zahir uleması ile Şeyh Şerâfeddin arasında irşad ile görevlendirilmesinin ilk zamanlarında bazı ihtilaflar ortaya çıkmış ve ancak kısa sürede zahir ehlinin tüm itirazları izale edilerek Şeyh Şerâfeddin’in zahiri ve batıni kemali tüm ulema tarafından teslim edilmiştir.

Şeyh Şerâfeddin ile medrese uleması arasında yaşanan soğukluğu gösteren ve bizzat şahidi olduğu bir örneği Ali Usta anılarında şöyle dile getirmektedir: “Bir gün Reşadiye köyündeki büyük camide Şeyh Şerâfeddin, tasavvuf sohbeti yapıp tarikatı anlatıyordu. Köydeki medrese alimleri bu sohbetlere katılmadıkları gibi dışarıda aleyhinde konuşuyorlardı. Benim de mürşidime intisabım yok daha; gencim, evli değilim… Birgün muarızı olan kişilerin de bulunduğu bir sırada namazdan sonra Şeyh Şerâfeddin Efendi: “Camiin kapılarını kapayın. Kimse dışarı çıkmasın.” dedi. Sonra kendisi aleyhinde gıybet yapan hocalara dönerek: “-Bana bakın hocalar, orada-burada benim için “Bu adam, şeriatın hilafındadır. Yaptığı işlerin hepsi yanlıştır.” diye konuşuyorsunuz. Hazreti İmam-ı Ali (K.V.) “Bana bir harf öğretene köle olurum” demiştir. Ben iddia ettiğiniz gibiysem, yanlış yoldaysam ve beni yanlıştan çevirecek adam içinizde varsa, ben onun kölesiyim. Şimdi benim yanlış yaptığım ne ise o şeyi söyleyin…” dedi. Kimsede ses yok. Şeyh Şerâfeddin ikinci sefer: “Bana bakın! Ya bu sarıkları çözün atın; ‘biz hoca değiliz’ deyin ya da beni burada ikaz edin; bana cevap verin…” diye tekrarladı. Yine ses çıkmayınca bu defa ben ayağa kalktım, dedim ki: “- Bana bakın. Bu konuda kadınlar gibi orada-burada söyleninceye kadar çıkın karşısına… Biz de öğrenelim hak nerede, batıl nerede !..” dedim. Fakat kimse ortaya çıkmadı.” Bu hesaplaşma sonrasında Şeyh Şerâfeddin aleyhindeki alimlerin sesleri giderek azalır ve bir süre sonra da muhaliflerinin neredeyse tamamı, O’nun manevi derecesini kabul ederek kendisine intisab ederler.

Bütün bunlar neticesinde, Yalova’nın küçük bir köyü olan Reşadiye, halktan her düzeyden kişiler yanında pek çok alim ve aydın için de bir cazibe merkezi haline geldi. Özellikle kandil, bayram gibi belirli gün ve gecelerde o kadar büyük bir topluluk köye geliyordu ki, bir süre sonra bu kalabalık ziyaretçi topluluğunun ihtiyaçlarına cevap verilebilmesi için Şerâfeddin Efendi’nin evinin bulunduğu mekanın avlusunda misafirhane, yemekhane, kurban kesim mahalli gibi bölümler tesis edildi. (Bugün de aynı mekan günümüzde sayıları azalmış olsa da ziyaretçileri için aynı şekilde muhafaza edilmekte ve özellikle Şeyh Şerâfeddin’in tasavvufi edeb ile terbiye edilmiş olan yaşlı gelini tarafından kapı açık tutulmaktadır.) Özellikle Şeyh Şerâfeddin’in hatm-i hacegan yaptırdığı ve hemen hemen aynen korunmuş olan kısım bugün de ziyaretçiler tarafından teberrüken ziyaret edilegelmektedir.

Dağıstanlı göçmenler, özellikle yüzyıllar önce Orta Asya’da kök saldığı gibi Dağıstan’da da güçlenerek gelişen tasavvufun Nakşbendiyye yolunu taşımakta olan, manevi doruklarda yaşayan bir şeyhin himayesinde, O’nun himmet nazarları altında olmaktan dolayı çok mutluydular. Bu kutlu insanı kuşatan ilahi bereketten nasibdar olarak adeta kutsanmış olan köylerinde, Rus istilacıların zulmü altında nesillerdir yitirmiş oldukları güven , huzur ve sevgiye kavuşmuşlardı.

Şeyh Şerâfeddin Zeynel Abidin’in hayatı boyunca yapmış olduğu sohbetlerin, sohbette bulunan “katibler” tarafından not alınarak kaydedilmiş el yazması örnekleri, önceleri elyazısı ile Latin alfabesine çevrilerek çoğaltılmış ve daha sonra Hasan Burkay’ın himmeti ile “Menakıb-ı Şerefiyye” adı altında, ayet ve hadislerin kaynağı gösterilerek aslına tamamen sadık kalınarak kitablar halinde basılmıştır. “Bizim yolumuz sohbet yoludur” buyuran önderi Şah-ı Nakşbend Muhammed Bahâeddin Buhari’nin usulünce sohbete çok önem vermiş ve bağlılarının eğitiminde en etkin vasıta olarak kullanmıştır. Bu himmeti halen de matbu hale getirilmiş olan sohbetlerinin okunduğu meclisler vasıtasıyla gerek Güneyköy’de gerekse bağlılarının dağıldığı Türkiye’nin her köşesinde sürdürülmekte ve menbaı olduğu feyz ve bereketten istifade etmek ölümünden sonra da mümkün olmaktadır.
Şeyh Şerâfeddin, kendisi asla boş konuşmadığı gibi zikir meclisleri dışında bulunduğu ortamlarda da boş-malayani konuşmalara izin vermez, hatta o kadar ki bulundukları meclisde ileri-geri konuşanları oradan uzaklaştırırdı. Her ne vakit, beraberinde oturulsa Şeyh Şerâfeddin’in sohbetine katılanların kalblerinden dünya sevgisinin kalktığı bildirilmiştir. Asla, en azından üç ayet de Kur’an-ı Hakîm tilavet edilmeden ve on kelime-i tevhid ile on salavat-ı şerifeden ibaret olsa bile zikr edilmeksizin oturulmasını istemezdi. Bir sohbetinde sohbet adabı hakkında kuralları bizzat, ince-ince sıralamıştır : “Sohbet için mutlaka dokuz şart lazımdır:

1. Bir yerde toplantı ve sohbet için davet olunulduğunda o mecliste asla şeriata aykırı bir şey olmamalıdır. Her ne kadar davete icabet sünnet ise de, eğer bir toplantıda yemek-içmekten başka bir maksat yok ise o meclisten hiçbir fayda hasıl olmayacağından o davete icabet etmemelidir

2. Yemek sırasında adâba ve sünnet-i seniyyeye riayet edilmelidir.

3. Bir mecliste konuşuluyorsa münkirattan, inkardan ve malâyâniden , boş sözlerden içtinab etmek , kaçınmak lazımdır. Eğer bir yerde yalan, gıybet vs. var ise, imanı olanları bun­dan men etmeli, uyarmak için nasihatte bulunulmalıdır.

4. Sohbetin bir yöneticisi olmalıdır. Sohbet yerinde kargaşa olmamalı, herkes sakin şekilde oturmalı, bir nizam ve intizam üzere olunmalıdır.

5. Sohbet meclisine sirayet edecek derecede gam ve kasavet sahibi olan bir kimse mecliste oturmamalıdır. Kalbinde bir dert ve sıkıntısı olanlar, sohbete git­memelidir.

6. Manevi sohbet meclisinde dünya işleri ve geçimle ilgili şeylerden bahsedilmemelidir. Zira bunun yeri, tasavvuf sohbeti değildir.

7. Davet sahibinin o davetten muradı ne ise, onu iyi anlayıp mükemmel surette ihtimama ve muradına cevap vermeye gayret sarf etmelidir. Ancak yine davet sahibinin arzusundan ziyade diğer kimselerin arzusuna bakılmamalıdır.

8. Sohbet meclisini üç ya da beş saatten ziyade uzatmamalıdır. Zira, ziyade olursa söze malayani ve takvaya muhalif unsurlar karışır.

9. Sohbet sonunda, o mecliste sâdır olan ahkâma aykırı söz ve davranışlar için, yirmi beş kez is­tiğfar edilmelidir. Sohbetten sonra birkaç ayet okunmalı ve bağışlanmalıdır.

Eğer bir sohbet meclisinde bu dokuz şarta riayet edilirse, tarikatın önderi Şah-ı Nakşbend Muhammed Bahâeddin Buhari’nin sırrına mazhar olunurken , aksi halinde bir hidayet ve fazilet hasıl olmaz.”

Günümüzdeki sohbet ortamları dikkate alınırsa bu kuralların -özellikle birkaçının- ne kadar önemli olduğu hemen görülecektir. Bu konudaki tavsiyelerinden birisi olan rızk ve maişet düşüncesi, kaygısı olan kimselerle oturulmaması ve onlarla sohbet etmenin tasavvuf yolcusuna zararlı olacağı konusundaki uyarısı, geçim kaygısının herkesi sardığı günümüz için dikkat çekicidir. Ayrıca, sohbette maddi kazanç, kâr-zarar işlerinin konuşulmaması uyarısı, sohbetin bir yöneticisinin olmasına dikkat edilmesi kuralları günümüzün neredeyse her kafadan bir ses çıkan sohbet ve toplantılarının neden feyz ve bereketten yoksun olduğu sorusunun cevaplarını içermektedir. Günümüzde binbir kaygı içinde bunalan ve stres denilen “kabz hali”ndeki kişilerin sohbet meclisinden uzak durması uyarısı “hallerin sirayet edici” olduğuna işaret etmesi yönünden üzerinde çok düşünülmesi gereken bir husustur.

Daha Dağıstan’da iken en uzunu 3 yıl sürmek üzere birkaç kez halvete girmişti. Reşadiye (bugünkü Güneyköy ) yakınındaki bir yamaçta bulunan bir mağarada Şeyh Muhammed Medeni’nin emri ile altı ay sürecek bir halvete daha girdi. Aslında kalabalık arasında da daimi bir halvet halini yaşıyordu (=halvet der encümen). Halveti sırasında , İlahi aşkın pek çok makamı O’nda zahir oldu. Halvetten çıkar çıkmaz Şeyh’i halka nasihat etmek ve yol göstermek üzere kendisine yetki verdi ve halkın yönlendirilmesi ve irşadındaki tüm sorumluluk Şeyh Şerâfeddin’e verildi. Bu dönemden itibaren tasavvuf tarihinde pek nadir olarak görülen bir şekilde, müridinin ulaştığı derecenin kendi derecesinin fevkınde olduğunu anlayan mürşidi Muhammed Medenî, irşad vazifesini, evladına devrederek, bütün müntesipleri ile birlikte kendisi de, ona biat ederek tabî olmuştur. Şeyh Ebu Muhammed O’nu bir müridi ve damadı olarak yetiştirmişti; şimdi mürşid, tarikatın bir müridi oluyordu. Şeyh’inin birlikte bulunduklarında daha yüksekçe bir yerde oturması şeklindeki ısrarına itaat etmek zorunda kaldı. Şeyh Şerâfeddin, Nakşbendiye silsilesinin tasavvufi öğretisini yaymakta mürşidinin mevcudiyetinde dahi yetkili kılındı. Bundan sonra Muhammed Medeni, her konuda Şeyh Şerâfeddin’in görüşlerini onayladığını ilan etmiş ve kendisine intisab etmek isteyen talibleri yeğenine yönlendirmeğe başlamıştır.

Şeyh Şerâfeddin manevi olarak Cemalüddin Gazikumuki ve Dağıstan’daki şeyhi Ebu Ahmed es-Suğuri‘nin himmeti ile desteklendi. Allah aşkında Fenafillah mertebesine erdi. Şeyh Şerâfeddin, Rasûlullah (s.a.v)’in manevi mirasçılarındandır. Bu manevi ilişki vasıtasıyla insan-ı kamil –mükemmellik- makamına erdi. Rasûlullah (s.a.v)’in en önde gelen sahabelerinden olan ve Peygamber (S.a.v.) Medine-i Münevvere’den ayrılırken yerine vekil olarak tayin ettiği Mikdat ibn el-Esved’in soyundan gelen birisiydi. Şeyh Şerâfeddin sırtında Rasûlullah (s.a.v)’in elinin işaretini taşırdı. Bu doğum lekesini uzak atası Mikdat ibn el-Esved’den miras olarak almıştı. Rasûlullah (s.a.v) elini Mikdat ibn el-Esved’in sırtına koymuş ve O’na soyundan geleceklere dua etmişti.

İslami bilimlerin her alanında olduğu gibi fıkhın en zor ve derin meselelerinin çözümlerinde de müçtehid düzeyinde bir otorite idi. Zamanının fetva vermeğe yetkin alimlerinin en önde geleniydi. Aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’in hıfzı ve yazımında yetenekli bir hafız ve hattattı. Rasûlullah (s.a.v)’in siretini ayrıntıları ile bilirdi ve hadis ilimlerinde, rivayet senedleri konusunda deha derecesinde yetkin bir alimdi. Bütün bunlar O’nun zahiri-batıni ilim dolu sohbetlerine yüzlerce bilgin ve ilim talibinin neden hassasiyetle devam ettiğini izah etmektedir.

Şeyh Şerâfeddin, Osmanlı sarayının İslami konularda danıştığı kişilerden birisi olarak da kaydedilmiştir. Bu konuda değişik rivayetler de özellikle yakın tarihte vefat eden yakın bağlılarından Ali Usta’nın hatıratında nakledilerek günümüze ulaşmıştır. Bugün Şeyh Şerâfeddin’in torunları nezdinde saklanan bir emanet olarak hâlâ “ziyaret edilen“ Rasûlullah’ın sakal-ı şerif köye getirilmesi konusunda Ali Usta’nın anlattıkları Osmanlı Sultanı ile Şeyh Şerâfeddin arasındaki ilişkinin de somut kanıtlarını içermektedir. Ali Usta halen Reşadiye köyünde Şeyh Şerâfeddin’in hanesinde mevcut olan sakal-ı şerif ile anısını şöyle dile getirmektedir: “-Şeyh Efendi, -bizzat davet edilmek suretiyle- Ossmanlı sarayına Sultan Reşad’a çok giderdi. Sultan Reşad dini konularda bir çok sualler sorar; Şeyh Efendi de cevaplandırırdı. Mesela, bir keresinde Sultan, “Hızır (a.s.) halen hayatta mıdır?” diye sormuş ve Şeyh Şerafedin’den ‘Evet’ cevabını almış. Bir gün de Sultan Reşad, Şeyh Efendi’ye kendisinden bir isteği olup olmadığını sorunca Şeyh Efendi de “Hırka-i Şerif’deki, Rasûlullah Efendimizin Sakal-ı Şerifinden bir tane –teberrüken- isterim”, demiş. Emir vermiş Sultan Reşad; bir sakal-ı şerif teli getirmişler; Şeyh Efendi, “Bu sahte” demiş; bir ikincisini getirmişler: “Bu da hakiki değil” demiş Şeyh Efendi. Üçüncü gelince, “Es-Salatü vesselamu aleyke ya Resulallah” diye selamlamış ve Rasûlullah’ın emanetiyle Güneyköy’e dönmüştü. „

Köyün isminin Osmanlı Sultanı’ndan ilhamla Reşadiye olarak verilmesi de Osmanlı sarayı ile Şeyh Şerâfeddin arasındaki ilişki konusunda zaten bir nebze ipucu vermektedir. Küçük bir köy sayılması gereken Güneyköy’deki medresede bin kadar talebenin eğitim gördüğü ve bu talebenin masrafının Osmanlı Sultanı tarafından vakfedilen vakfiyelerin gelirlerinden karşılandığı rivayeti, o devirde bir köydeki ilim muhitinin etkinliği hakkında oldukça önemli bir fikir kaynağıdır. Köydeki iki camiden birisi olan ve medresenin de bulunduğu külliyenin klasik bir Osmanlı eseri oluşu, köy meydanında Osmanlı Sultanı Sultan Reşad’ın tuğrasını taşıyan görkemli çeşme ve hâlâ işletilmekte olan ve talebenin ihtiyaçları için vakfedildiği bildirilen “Reşad Menba Suyu“ işletmesi, bu vakfiyenin bir mirası ve köye verilen önemin somut kanıtı olarak hâlâ ayaktadır. Osmanlı Sarayı’na bu doğal kaynak suyundan gönderildiği rivayetleri de dikkat çekicidir. Bu kanıt ve bilgiler Osmanlı Sarayı-Reşadiye (Güneyköy) ilişkisi konusunda ciddi bir araştırma yapılması gereğine işaret etmektedir. İlişkide olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nun resmi makamları nezdinde saygın bir alim düzeyinde ayrıcalıklı bir muamele görmüştür.
Şerâfeddin Zeynel Abidin Dağıstanî, Hicrî 1292 – Miladî 1875 yılı, Zilka­de ayının üçüncü Pazartesi gecesi Dağıstan’ın Temirhan-şura vilayeti, Gunip kazasının Kikuni köyünde, dünyaya geldi. Babası Abdurraşid Efendi, annesi Emine Sara Hatundur. Anne ve babasının her ikisinin de kabirleri, Yalova Güneyköy’deki kabristandadır. Yalova ilinin Reşadiye (bugünkü Güneyköy ) köyünde Hicrî 1355 – Miladî 1936 yılı Cemaziyel evvel ayının yirmiyedinci pazar günü, köyünde (hicri takvime göre) altmış üç yaşında iken vefat etmiştir. Son yüzyılın en seçkin tasavvuf büyüklerinden olan Şerâfeddin Zeynel Abidin Dağıstanî, “Ebu’l-Fukara” lakabı ile de anılır.

Sultan Baba (k.s.)

Yalova’nın Günekköy köyünün kabristanında.

Hacı İhsan Tamgüney, gönüllere taht kurarak “Sultan Baba” ünvanını kazandı. Dağıstanlı  Şeyh Şerafeddin-i Veli Hazretleri’nin manevi tasarrufunda yoğrulan Sultan Baba, şeyhinin vefatından sonra halkı irşad vazifesine başladı. Rahmet-i Rahman’a kavuşana kadar (24 Kasım 1991 Cumartesi) yüzlerce talebe yetiştiren gönül sultanı; herkesin derdini dinler, müşkili olanların dertleriyle hemhal olurdu. Ruslara karşı Afgan mücahitlerle birlikte savaşan Mücahid Şeyh Sultan Baba’ydı.

Sultan Baba’nın Silsile-i Şerifi

Asıl ismi H. İhsan Tamgüney, ancak halk arasında çok sevildiğinden O’na “Gönül Sultanı” olarak “Sultan Baba” denirdi. 1904 yılında Artvin’in Arhavi ilçesinde dünyaya geldi. Daha 2 yaşında babası, 6 yaşında da annesi vefat etti. Yetim ve öksüz olarak büyüyen Sultan Baba, 1954 yılında İstanbul’a gelip, Zeytinburnu ilçesine yerleşti. Dağistanlı Şeyh Şerafeddin Hazretleri’nin manevi tasarrufunda yoğrulan Sultan Baba, O’nun vefatından sonra halkı irşad vazifesine başladı.Rahmet-i Rahman’a kavuşana kadar (24 Kasım 1991 Cumartesi) yüzlerce talebe yetiştiren gönül sultanı, herkesin derdini dinler, müşkili olanlara nasihat vererek çözmeye çalışırdı. Halk arasında çok sevildiği için yaşça O’ndan büyük olanlar bile O’na “Baba” demeye başladılar. Manevi tasarrufu ve kuvvetinden dolayı da kendisine “Sultan” ismi verilince “Sultan Baba” olarak meşhur oldu. Kendisini Ümmet-i Muhammed’e adayan Sultan Baba, mütevazi, müşfik, nezaket ve hassasiyet sahibiydi.

Okul gibi dükkan

İstanbul’a geldikten sonra Zeytinburnu’nda açtığı bakkal dükkânı manevi derslerin okutulduğu bir akademi gibiydi. Sultan Baba’nın dükkânına gelen müşterilerin dertlerine şifa bularak ayrıldığı dükkânının yanında bir de mütevazi, iki katlı küçük bir evi vardı. Gündüzleri saim (oruç tutarak), geceleri kaim (namaz kılarak ve Kur’an okuyarak) olarak geçiren Sultan Baba’nın ikamet ettiği mütevazı evi, dergah olarak kullanılır, gelen-giden misafirler için yemekler pişirilir, haram olan günler dışında her gün iftar ve sahur sofraları kurulurdu. Sonra dükkanı Güney gıda marketi olmuştu. Aynı binanın üst ve alt katları hafız yetiştirilen Kur’an Kursu olarak kullanılıyordu.

Dördü erkek, biri kız, beş çocuk babasıydı

Hak dava uğrunda kendini feda eden Sultan Baba, durma ve dinlenme bilmez, Kur’an okurken gözlerini dinlendirdiğini, oturmaktan canı sıkılınca, namaz kıldığını söyler, daima Allah’ı zikrederdi.Arhavi, Bilecik, Zeytinburnu adreslerinde ikamet eden Sultan Baba, dördü erkek (Ahmet, Mehmet, Hüseyin, Hasan), biri kız (Fatma), toplam beş çocuk babasıydı. Helal lokma için çalışan Zeytinburnu esnaflarından, Ramazan ve Kurban Bayramı hariç, sürekli oruç tutan, az ama öz konuşan bir mürşiddi. Yanında lafazanlık yapanları ikaz eder; “Ya sus, ya hakkı söyle ki, imanına gölge düşmesin” der, terazisinde tartısı şaşmaz, yaratılanlardan asla korkmazdı.Dik ve sert yürür, hikmetli bakar, ağzından bal akardı. Uzun boylu olmadığı halde çok heybetli gözükürdü. İslam’ın emirlerine göre yaşayan cefakâr ve vefakâr bir insandı.

Sultan Baba’nın Yolu

Sultan Baba’nın Yolu, Peygamber Efendimizin yolundan başkası değildi.Büyük imamlardan Şeyh Şerafeddin-i Veli hazretlerinin müntesibi olan Sultan Baba, Yalova’nın Güney köyünde, Cennet Tepesi’nde medfundur. Asude görünümlü selvi ağaçlarının altında şeyhinin makamının yanında. Sultan Baba, “Şeyh Şerafettin Hazretleri’ni ziyaret etmeden, kimse bize gelmesin” buyurmuştu.Sultan Baba’nın sadık talebelerinden Rahmi amca sormuş: “Sultan Baba, tasavvuf nedir?” Sultan Baba, Rahmi amcanın bu sorusuna şöyle cevap vermiş: “Tasavvuf; kal ilmi değil, Mürşidden alınan hâl ilmidir. Tasavvufi bilginin konusu ma’rifetullah’tır. Tasavvuf tatbiki bir ilim olduğundan mürşid vasıtasıyla öğrenilir. Tasavvuf kitaptan okuyarak öğrenilebilecek bir ilim değildir, çünkü tecrübe ilmidir. Tasavvufun bilgi kaynağı felsefe ve kelâm gibi akılla sınırlı değildir. İlham ve keşf de bilgi kaynağı olarak kabul edilir. Tasavvufi eğitim, “tarikat” denilen özel yollarla kat’edilir.

Şifa pınarı, çocukları çok severdi

Kendisine tabiplik icazeti verilen Sultan Baba, sağlığından şikayetçi olan insanlara Kur’an-ı Kerim’den şifa ayetleri okuyarak Allah’ın izniyle tedaviye çalışır. İnleyerek gelen insanlar, “Allah senden razı olsun” diye dua ederek ayrılırdı dergahından. O Kur’an okuyunca dinleyen insanlar huzur bulur, inlemeleri durur, yüzleri gülerdi. Sultan Baba, bir su bardağı sıcak süte bir kaşık bal katarak şerbet yapar ilaç gibi içerdi. Bu şerbetten misafirlerine de ikram ederdi. Özellikle çocuklara ikramda bulunurdu. Sultan Baba çocukları özellikle hafızları çok severdi. Onlara para vererek Kur’an hafızı olmayı teşvik ederdi.

Hindikuş Dağları’ndan gelen savaşçı

Sultan Baba’nın büyük oğlu Ahmet abi diyor ki: “Bir gün Sultan Babamın dükkanına Hindikuş Dağlarından geldiğini söyleyen bir Afgan mücahidi girdi. Daha içeri girer girmez, babamın ayaklarına kapandı ve: ‘Ey Allah dostu, sana Mücahidlerden çok selam getirdim. Susuz yiğitlere su veren sendin’ Babamın masasında bulunan zemzem tasını göstererek, ‘İşte su dağıttığınız tas’ dedi. Babam gülümserken, biz şok olmuştuk.” Sultan Baba ile birlikte Hac’a giden oğlu Hüseyin abi anlatıyor: “Sultan Babamla birlikte Arafat’ta vakfede bulunuyorduk. Bir anda Afgan mücahidleri Sultan Baba’mın etrafını sarıp ellerine sarılıp ‘Mücahid Şeyh!.. Mücahid Şeyh!.. Hindikuş Dağları’nda bizimle birlikte Ruslara karşı savaşan sendin. Seni tanıdık. Sen O’sun’ dediler. Sultan Babam sanki bir ayıp işlemiş gibi, Afganlı Mücahitlere yalvarıyor; ‘Yapmayın, etmeyin, gençler. Açık vermeyin’ diyordu.

Kalp kırmayın, ustası yok

Sultan Baba, insanların kalbini kırmamaya dikkat ederdi. Talebelerine de kimsenin kalbini kırmamalarını tavsiye ederdi. Sultan Baba bu konu üzerinde çok dururdu. Bir insanın kalbini kırmanın ne kadar büyük bir günah olduğunu ise şöyle açıklardı: “Gerekirse Kâbe’yi yık, ama bir insanın kalbini yıkma. Çünkü Kâbe’nin mimarı, insan. O’nu yıkarsan yine yapılır. Fakat bir insanın kalbini yıkarsan o yapılamaz. Çünkü ustası yok.”

Sultan Baba’nın ders

Sultan Baba’nın zikir sohbetlerinden önce 3 defa “Allahu ekber, Allahu ekber, La ilahe illallahu vallahu ekber” diye tekbir getirilir, tekbirin Türkçesi olan “Ya yücelerin yücesi Allahım, Sen’den başka ilah yoktur. Vallahi Sen Ekbersin. Bütün Hamdü Senalar Sana aittir” cümlesi yine üç defa tekrar edilirdi. Üç defa “Eşhedü en la ilahe illallah, ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluhu” denilerek kelime-i şehadet getirilir, bunun Türkçesi olan “Şehadet ederim ki Allah’dan başka ilah yoktur. Yine Şehadet ederim ki Muhammed (a.s.) Allah’ın kulu ve elçisidir” cümlesi üç defa tekrar edilirdi. Sonra 70 defa “Estağfirullah el azim” diye tevbe istiğfar edilir, bir Fatiha-i şerif, 11 İhlas-ı şerif okunurdu. Felak ve Nas surelerinden sonra yine Fatiha-i Şerif okunur, bu surelerden sonra Sultan Baba “Faelemennehu Lailahe illallah” dedikten sonra 300 defa “Lailahe illallah=Yoktur ilah Allah’dan başka” denirdi. Sonra “Elif Lam Mim, Allah” dedikten sonra 300 defa “Allah” denirdi. Sultan Baba “İnnallahe ve melaiketehü yüsellüvne alennebiyh ya eyyühelleziyne amenü sallu aleyhi vesellimu teslima dedikten sonra 100 defa “Allahümme salli Ala Seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim” selavat-ı şerif okunurdu. Tekbir ve şehadet getirilir. Fatiha okunduktan sonra Sultan Baba’nın “Amin” demesiyle duaya başlanırdı.

Kerametin fotoğrafı

Sene 1990. Türkiye Gazetesi’nde muhabirim. Bir yakınım dedi ki: “- Yahudiler, yıkmak için Mescid-i Aksa’nın altını oyuyormuş.” Ona: “- Bunu kimden duydun?” diye sordum. “- Sultan Baba’dan” cevabını verdi. “- Peki Sultan Baba Kudüs’e gitmiş mi?” “- Ne gerek var, o bir Allah dostu” dedi. Aradan bir hafta geçmeden arkadaşım Şeref Özata, gazete yönetimine “Kudüs’e gidip röportaj yapmak istiyorum” diye teklif vermiş. Şeref’in röportaj teklifi olumlu karşılanmış. Ancak gazetenin sahibi Enver Ören bey, “Yanına Selami Çalışkan’ı al” demiş. Teklif bana gelince balıklama daldım ve “Hemen kabul ediyorum. Ne zaman gidiyoruz?” diye Şeref’e sordum. Arkadaşım: “- Her şey hazır, sadece İsrail’in İstanbul Başkonsolosluğu’ndan vize almamız gerekiyor” dedi. Onu da temin ettik. Tam bir haftalık seyahate çıktık.Gazze, Ramallah, Hayfa’yı da gezdik ama, günlerimizin çoğu Kudüs’te, tabii ki Mescid-i Aksa’da geçti. Mescid-i Aksa’nın altının “Tarihi eser arıyoruz” bahanesiyle Yahudilerce oyulduğunu gözlerimizle gördük ve fotoğrafını çektik. Bu aynı zamanda Sultan Baba’nın kerametinin de fotoğrafıydı.

Peygamber kabri üstünde namaz kılınır mı?

Bindokuzyüzdoksanyedi’de Sultan Baba’nın talebeleriyle birlikte Umre ziyaretine gitmiştik. Yanımdaki arkadaşıma Beytullah’ın yanındaki hilal şeklindeki duvarı göstererek, “- Bu duvarın içinde namaz kılmak çok faziletliymiş” deyiverdim. Bu sırada konuşmamızı duyan Bilge Abi: “- Bilmeden konuşmayın. O duvarın çevrelediği yerde en az 15 Peygamber’in kabri bulunduğu rivayet edilir. Peygamber kabri üstünde namaz kılınır mı?” dedi. Serde gazetecilik var ya. Bilge Abi’ye tekrar sordum: “- İyi de orada 15 Peygamberin kabri olduğunu siz kimden duydunuz?” Hacı Abi, gayet sakin: “- Sultan Baba’dan”.

Sultan Baba’dan vecizeler

“Edep ilmin önündedir. Abdesti deli gibi, Namazı veli gibi kıl. Can düşmanın çavuş (nefis), onu yen, Rabbine kavuş. Nefsini yenersen en büyük savaşın kahramanı olur, imanını kurtarırsın. Fenadan ayrılırsan bekaya kavuşursun. Sekiz cennetin sultanı, Allah’a kul, Peygamber Efendimize layık ümmet olasın. Dünya bir fasıl, ahirettir asıl. Kabe’yi yık, gönül yıkma. Zikir halkasında zakir ol.Bütün azalar kalbe teslim olur, kalbimizi de Rabbimize teslim edelim. Sadece kendini kurtarmakla değil, başkalarını da kötülüklerden kurtarmak için çalış. Allah yolunda yarışın, Allah için barışın.”

O bir Kur’an aşığıydı

O mübarek insan sihir yapanların dinden çıktığını ve kafir olduğunu söylerdi. Kendisi devamlı Kur’an okurdu. Çünkü O bir Kur’an aşığıydı. Hz. Osman gibi her sohbetine Rahman ve Rahim olan Allah’ın Kur’anı ile başlar, sohbetini yine Fatiha ile bitirirdi. Sultan Baba Allah için hiddetlenir, Allah için sevinirdi. Dünya için gam çekmezdi. Azimliydi ama haset değildi. Dilinde devamlı Mevla’nın ismi. Kısaca zikirle meşguldü.

Duaların bağışlanması

Okunan Kur’an-ı Kerim, tevhid, şehadet ve selavat-ı şeriften hasıl olan sevaplar Evvela bizzat,. Hace-i Kainat, sebeb-i mevcudat, Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimize, ondan hasıl olan sevap Hz. Adem’den (as) Hz. Muhammed’e (a.sv.) kadar gelmiş geçmiş ne kadar Nebi, Resul Peygamber-i Zişan Efendimiz varsa cümlesinin ruhlarına bağışlanır. Ondan hasıl olan sevap, müctehid imamlarımızın, alimlerin, zahidlerin, meşayih-i kiram’ın, bütün akraba ve taallukat ve bütün Ümmet-i Muhammed’in ruhlarına bağışlanır, Allah Rızası için okunan Fatiha ile ders sona ererdi. Dersten sonra mutlaka çay ikram edilirdi.

Sultan Baba Hakka yürüdü

Sultan Baba, 24 Kasım 1991 Cumartesi günü dünyaya “elveda”, ukbaya “merhaba” diyerek ulvi davete icabet etti. Bir kuş misali uçup, Canan’a kavuştu. (Allah rahmet eylesin. En büyük ikram olan Fatiha’yı bu yazıyı okuyanlar O’ndan esirgemesin.) Sultan Baba, binlerce seveni tarafından tekbirler eşliğinde önce Zeytinburnu’ndan Yalova’nın Güneyköy’üne götürüldü. Şeyhi tarafından yaptırılan Güneyköy Camii’nde öğle namazını müteakip, cenaze namazını Hüseyin Dündar hoca kıldırdı. Sultan baba’nın cenaze namazına binlerce seveni katıldı. Sultan Baba’nın naşı, Güneyköy Camii’nden sevenleri tarafından omuzlarda taşınarak şeyhi Şerafeddin Bingöl’ün türbesine yakın bir yerde toprağa verildi. Allah ve Resulünü insanlara sevdiren ve on sekiz yıl önce fani alemden beka alemine hicret eden Gönül Dostu’nu rahmetle anıyoruz. Mekanı Cennet olsun. (Amin)