Şemseddin Sivasi

Sivas’ta Meydan camii’nin kuzey tarafında

Şehr-i Sivas içre cânâ işbudur
Şeyh Şemseddin Kutb’un meşhedi
Dedi Kadrî künbedi târîhini
Nûrla olsun musaffâ merkadi

Şemseddin Sivasi hazretleri, şimdiki Tokat iline bağlı Zile kazasında dünyaya gelmiştir. Esmer oluşundan dolayı kendisine Kara Şemsi veya Kara Şemseddin de denilmiş, doğum tarihi hakkında değişik görüşler bulunmaktadır. Hocazade Hilmî Ziyaret-i Evliyâ isimli eserinde doğum tarihi olarak 928 (1521 -1522) yılını veriyorsa da, Halveti Şeyhlerine dair güvenilir bilgileri Hediyyetü’l-İhvân adlı kitabında toplayan Nazmî Muhammed, onun 926 (1520) yılında doğduğunu bildirmektedir. Abdülbaki Gölpınarlı, İslam Ansiklopedisi’ndeki Şemsiya maddesinde onun Nakd-i Hâtır’ını 1003 (1594) yılında yazdığını ve eserde yetmişini aştığını belirttiğini göz önüne alarak onun 926 (1520) senesinde doğmuş olabileceği fikrini kabul etmektedir.

Türk-Islam târihindeki meshur üç Sems’ten birisidir. Bunlardan birincisi Mevlâna Celâleddin-i Rûmi’nin hocasi olan Sems-i Tebrizi, ikincisi Istanbul’un fethinde Fatih Sultan Mehmed Hanin yaninda bulunan Aksemseddin, üçüncüsü de III. Mehmed Han ile birlikte Egri Seferine katilan Kara Sems’tir. Üçü de yüksek dereceler sahibidir.

Kara Şems yedi yaşındayken, Amasya’da bulunan Halvetiyye büyüklerinden Şeyh Hacı Hıdır’ın sohbetleriyle şereflenip elini öptü. Bu ziyâreti, talebelerinden Receb Efendi şöyle nakleder: “Hocam Kara Şems anlattı: “Babam Ebü’l-Berekât Muhammed Efendi, Amasya’deki Habîb Karâmânî hazretlerinin halîfesi olan ma’rifetler ve kerâmetler sahibi Hacı Hıdır’ın talebelerinden idi. Bu fakîr yedi yaşında iken, babam anneme; “Oğlum Ahmed’i şeyhime götürmek istiyorum. Yolculuk için azık ve şeyhime götürebileceğim hediye hazırla” dedi. Hazırlık yapıldıktan sonra bir kış günü babamla birlikte Zile’den Amasya’ya vardık. Hacı Hıdır’ın huzûruyla şereflenip ellerini öptük. Hacı Hıdır: “Böyle kış günlerinde bu ma’sûmu (günahsızı) ne diye getirdin?” buyurunca, babam da; “Nazarınıza muhâtab olmak, şerefli sohbetinizden bereketlenmek ve hayır duânızı almak için getirdim” dedi. Bunun üzerine Hacı Hıdır hazretleri mübârek ellerini kaldırıp, benim yüzüme bakarak duâ etti. Orada bulunanlar âmin dediler. Bu fakire gelen ihsânlar ve yükseklikler o duânın bereketiyledir.”

Ziyâret bittikten sonra Zile’ye döndü. O beldenin âlimlerinden sarf ve nahiv ile diğer ilimleri tahsil etti. Daha sonra Tokat’a gidip Arakıyeci-zâde Şemseddîn Efendi’den ve diğer âlimlerden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Bu sırada gördüğü bir rü’yâyı şöyle anlatır: “Tokat’ta ilim tahsili ile meşgûl olduğum sırada bir gece, rü’yâmda bir sahrada oturmuş ve etrâfımı bir nûr kaplamış, etrâfımda genç-ihtiyâr birçok kimselerin döndüğünü gördüm. Bu rü’yâyı, rü’yâ ta’bir etmekte mahir olan Köstekci-zâde’ye anlattım. Ben rü’yâyı anlatınca, bana; “Nerelisin, kimin nesisin, nerede kalıyorsun ve ismin nedir?” diye sordu. Ben de ayrıntılı olarak hâlimi ve kim olduğumu anlatınca, bana: “Sana müjdeler olsun ki; zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek dereceye ulaşıp, zamanının bir tanesi olacaksın. Her taraftan insanlar gelip senden feyz alıp, Allahü teâlânın rızâsına kavuşacaklar” diye ta’bir etti. Bu ta’birde bildirilen husûslar yirmi sene sonra aynen meydana geldi.”

Tokat’ta aklî ve naklî ilimleri tahsil edip yükseldikten sonra, İstanbul’a gelip, Sahn-ı semân medreselerinden birinde müderris olarak vazîfelendirildi. Bir müddet ilim öğretip talebe yetiştirmekle meşgûl oldu. Daha sonraları İstanbul’a gelerek öğretim hayatına atılan Şemseddin Sivasi, sahn müderrisliğine kadar yükselmiş, Birgün zamanın kadıaskerini ziyârete gitmişti. Müderrislere ve kadılara karşı kadıaskerin tutumunu ve onların makam için düştükleri hâlleri beğenmedi. Çıktıktan sonra Fâtih Câmii’ne gitti, iki rek’at namaz kılıp, huzûru kalb ile Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Bunların içinden beni kurtarıp, tasavvuf ehlinin yoluna dâhil eyle” deyip duâ etti. Bundan kısa bir müddet sonra hacca gitti. Hac ibâdetini yerine getirip sevgili Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) mübârek kabrini ziyâret ettikten sonra, doğum yeri olan Zile’ye döndü. Orada ilim öğretip, insanlara Allahü teâlânın dînini ve Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) güzel ahlâkını anlatmağa başladı. O sırada İbn-i Hişâm’ın: “Kavâid-ül-i’râb” adlı eserine “Hall-ül-Me’âkıd” adlı bir şerh yazdı. Fakat içindeki ilâhî aşkın ateşinin harareti, her geçen gün biraz daha artıyor, Allahü teâlânın sevdiği bir velîye talebe olmak istiyordu. Bu sırada Amasyalı Şeyh Muslihuddîn Efendi’nin dergâhına gidip, onun sohbetiyle şereflendi ve ona talebe oldu. Bir müddet sohbet ve hizmetinde kalıp feyz aldı. O sırada gördüğü bir rü’yâsını şöyle anlatır: “Bir tepe üzerinde büyük bir ağaç, bu ağacın yedi büyük dalı var. Elimde Mıshaf-ı şerîf vardı. Bu mıshafı o ağacın en yüksek dalına asmak istiyordum. Bu sırada şiddetli bir rüzgâr esip, ağacı kökünden devirdi. Eyvah bu ne haldir diye üzülürken uyandım. Ertesi sabah rü’yâmı hocam Muslihuddîn Efendi’ye anlattım. “Rü’yân aynı ile vâki olacaktır. Ağaçdan murâd bizim vücûdumuzdur. Yakında biz göçeriz. Lâkin bizden önceki hocalar duâ edip seccade ve âsâ verirlerdi. Biz dahî size icâzet verelim” deyip, elleriyle icâzetname yazdılar. Aradan birkaç gün geçmeden rü’yâ aynı ile vâki olup, hocam vefât etti. Hocamın vefâtıyla yetim kaldım. Mumu sönmüş eve, suyu çekilmiş değirmene döndüm.”

Kara Şems, hocası Amasyalı Muslihuddîn Efendi’nin vefâtından sonra, mübârek, velî bir zâtı bulup, talebe olmak istedi. Tokat’ta bulunan zâhid ve müttakî olan, yüz yaşını geçmiş bulunan Şeyh Mustafa Kirbâsî adında bir zâta gidip, talebe olmak istedi. O zât buyurdu ki: “Sen gençsin, ben ise ihtiyâr ve hastalıklıyım. Riyâzete (nefsin istemediklerini yapmak) kuvvetim yoktur. Seni terbiye ile meşgûl olamam. Lâkin sâdık bir talebeysen cenâb-ı Hak senin mürşidini ayağına gönderir. Bu mürşid altı ay sonra Tokat’a gelecektir.”

Kara Şems bundan sonra, tekrar Zile’ye dönüp, ilim öğretmekle meşgûl oldu ve “Muhtasar-ı Menâr” üzerine, “Zübdet-ül-esrâr” adlı bir şerh yazdı, ilim öğretmekle meşgûl iken, Tokat’a, Abdülmecîd Şirvânî isminde bir zâtın geldiğini duyup, onun yanına gitti. Abdülmecîd Şirvânî’nin sohbetine ve mübârek ellerini öpme şerefine kavuştu. Abdülmecîd Şirvânî sohbetin sonuna doğru; “Ey Kara Şems! Benim, Allahü teâlânın emri ve sevgili Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) işâretiyle kendi memleketimi, ailemi ve sevenlerimi terk edip, dağ ve beldeleri aşıp gelmem, sâdece seni irşâd ve terbiye içindir” buyurdu. Kara Şems bu ânı şöyle anlatır: “Abdülmecîd Şirvânî’nin bu sözünü duyunca Şeyh Mustafa Kirbâsî’nin daha önce vermiş olduğu müjdeyi hatırladım, hesap ettim ki tam altı ay geçmişti.”

Abdülmecîd Şirvânî’nin sohbetine kabûl edilişini şöyle anlatır: “O zâtın huzûruna varınca, bu fakirde istek ve arzu görüp; “Siz bu civardaki kasaba ve şehirlerin meşhûr bir kişisisiniz. Halk nazarında yüksek birisiniz. Böyle iken huzûrumuzda zilleti ve dervişliği kabûl edersiniz. Halktan rağbet göremezsiniz. Bu duruma pişman olursunuz. Çünkü bu yol sıkıntılar ve meşakkatler yoludur” buyurunca:

“Canlar feda muhabbet-i cânâne sır değil,
Erbâb-ı aşk’a terk-i sır etmek hüner değil”

dedim.

Bunun üzerine; “Sen sâdık bir talebesin. Biz de seni irşâd etmekle vazîfeliyiz. Riyâzet ve mücâhedeye tahammül edersin. Az zamanda rızâ-i İlâhî’ye kavuşursun” buyurup,

“Yâra yol iki kademdir birisi cana bas,
Çünkü bu meydâna geldin merd isen merdâne bas”

beytini okudu ve fakiri kabûl buyurdu.”

Abdülmecîd Şirvânî’nin hizmetinde bulunup sohbetinden istifâde etti. Feyz alıp tasavvuf derecelerinde yükseldi. Dünyâ sevgisinden uzaklaşıp hakîkate yöneldi.

Şemseddîn Sivâsî, Abdülmecîd Şirvânî’den kısa zamanda feyz alıp, tasavvufun yüksek derecelerine kavuştu. Hocası tarafından insanlara, Allahü teâlânın dînini ve sevgili Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) güzel ahlâkını anlatmakla vazîfelendirildi. Şöhreti her tarafta duyuldu. Devrin Sivas vâlisi Hasen Paşa, kendisini Sivas’a da’vet edip, yaptırdığı dergâha yerleştirdi. Aynı zamanda câmi imamlığı da kendisine verildi. Orada ilim öğretmek ve insanlara va’z ve nasihatle meşgûl oldu. Hayatının sonuna doğru, Sultan Üçüncü Mehmed Hân’la birlikte Eğri seferine katıldı.

Pâdişâh, ordusuyla birlikte İstanbul’a döndüğünde, Şemseddîn-i Sivâsî’nin İstanbul’da kalmasını ısrarla rica ettiyse de kabûl ettiremedi. Şemseddîn-i Sivâsî ihtiyârlığının yanında, seferin şiddetinden ve kışın aşırı soğuğundan hayli yorgun ve zayıf düşmüştü. Hayâtının son anlarını yaşadığını anladığından, rûhunu ailesinin ve sevenlerinin yanında teslim etmek istediğini belirterek izin istedi. Sivas’a döndü. Gelişinden kısa bir müddet sonra, amcazâdesi ve dâmâdı olan Recep Efendi’yi vazîfesine ta’yin etti. Şemseddîn Sivâsî vefâtlarına yakın, talebelerini odasına çağırdı. Onlarla birlikte bir saat kadar Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olduktan sonra, duâ edip, rûhunu teslim etti.

Şeyh Şemseddîn Ahmed Sivâsî hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek, ilim ve irfan sahibi, bütün güzel huylarla ahlâklanmış, faziletli bir zât idi. Tasavvufda Halvetiyye yoluna mensûb idi. Şemsiyye kolunun kurucusudur. Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin, yüksek hâlleri ve birçok kerâmetleri vardır. Bu hâl ve kerâmetlerinin ba’zıları şöyledir: insanlara Allahü teâlânın dînini ve sevgili Peygamberimizin güzel ahlâkını anlatıp, hak yola da’vet etmek üzere, Mısır’a gönderdiği halîfelerinden (talebelerinden) Şeyh Hacı Mustafa nakleder “999 (m. 1590) senesinde Şeyh Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin talebeleriyle birlikte hacca gitmek üzere Anadolu’dan ayrıldıklarını işittim. Bu fakîr de Mısır’dan ba’zı hacılarla birlikte hac ibâdetini yerine getirmek ve hocam Şemseddîn Sivâsî’nin sohbetinden istifâde etmek üzere yola çıktım. Şam hacılarından önce Mekke’ye vardık. Çok karanlık bir gecede tavaf yapmak üzere giderken bir meşale gördüm. Baktım ki, Şemseddîn Sivâsî hazretleri, talebeleri ve sevenleriyle birlikte geliyorlardı. Yolda mübârek ayaklarının basdığı topraklara yüz sürsem edepsizlik olur. Sabahleyin indikleri yere varayım diye düşünüp, bir kenara gizlendim. Gizlendiğim yere gelince bindikleri hayvanlarını benden yana çevirip, atından indi. Mübârek ellerini başıma koyup hafifçe: “Sen Hacı Mustafa değil misin? Ne diye saklandın ve gizlendin?” buyurdu. Ben de; “Evet sultânım” deyip mübârek ellerini öptüm. Böylece bu kerâmetini müşâhede ettim.”

Talebelerinden Receb Efendi nakleder “Şeyh Şemseddîn Sivâsî hazretlerini, va’z ve nasihat etmesi için civar köy ve kasaba halkı da’vet etmişlerdi. Da’vete icabet edip giderken bir köyde konakladık. O köy halkı, Hazreti Ali’yi sevdiğini iddia ederek, sevgili Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) seçilmiş Eshâb-ı Kirâmı hakkında kötü sözler söylüyorlardı. Kendimize ve hayvanlanmıza paramızla yiyecek birşeyler almak istedik, vermediler. Bununla da kalmayıp, bizi zulüm ve işkenceyle öldürmek istediler. O zaman Şemseddîn Sivâsî hazretleri, iki rek’at namaz kılıp, Allahü teâlâya duâ etti. Aradan fazla zaman geçmeden, köyün ileri gelenleri ve kalabalık bir topluluk türlü türlü yiyecekler ve hediyelerle geldiler. Taaccüp edip; “Önce siz bize yemek vermeyip öldürmek istediğiniz hâlde bu muhabbet ve sevgi nedir?” diye sorduğumuzda; “Biz de bilmeyiz ne hâl oldu. Kalbimize, şu azîzin muhabbet ve sevgisi yerleşti. Mümkün olsa canımızı dahî feda etmeyi isteriz” diye cevap verdiler. Sonra Şemseddîn Sivâsî hazretlerine; “Sultânım, düşmanlıktan sonra bu muhabbet nedir?” diye sorduk. Tesbihini gösterdi. Biz bu şekilde sohbet ederken o topluluğun reîsi olan kimse gelip; “Sultânım küçük bir kerîmem (kızım) vardır. Ba’zan saralı olur. Günlerce bu hâlden kurtulamaz. O hâlden kurtulunca da kendini bilmez. Söylenen sözleri anlamaz. Başka evlâdım da yoktur. Huzûrunuza getireyim de hayır duâ buyurun. Zîrâ bana bildirildi ki: “Kara Şems’in dergâhından ne isteseniz geri çevrilmez” dedi. Şemseddîn Sivâsî hazretleri bir an önce getirmesini istedi. O kimse kızını bir hayvana bindirip getirdi ve ölü gibi Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin huzûruna koydu. Hazret-i Şeyh bir müddet teveccüh buyurup, “Fâtiha” dediğinde, kızcağız sıçrayarak ayağa kalktı. Sevinerek evlerine döndü. Nakledilir ki: O hastalık bir daha gelmedi. Aklı başında iffetli bir hâtun oldu.

Bu kerâmeti gören köy halkı, Eshâb-ı Kirâm hakkındaki kötü düşüncelerinden vaz geçip, “tövbe ettiler. Hepsi, Şeyh Şemseddîn Sivâsî’nin sevenleri ve talebeleri oldu.

Kara Şems’in vefâtından sonra, yerine Abdülmecîd Sivâsî geçti. Dâmâdı olan Receb Efendi de talebelerinin büyüklerindendir. Şems hazretlerinin vefatından sonra ; Ölümü üzerine söylenen tarihlerden bazıları şunlardır:
1- Kadriyâ târîh-i fevtini dedim Nüh felek Şems’i tulundu nûr ile
2- Ey Hüsâmî fevtine târîh de Rûh-ı pâk-i Şemsî’ye Firdevs câ
3- Mekân u cây oldu cilve-gâh-ı kurb-ı lâhûtî Tulundu hayf Şems-i ma’nâ dîdeden nihân oldu

Türbesi, halen Sivas’ta Meydan Camii’nin kuzey tarafında bulunmakta olup üzerinde sülüs hattıyla:
Şehr-i Sivas içre cânâ işbudur
Şeyh Şemseddin Kutb’un meşhedi
Dedi Kadrî künbedi târîhini
Nûrla olsun musaffâ merkadi

tarih kıtası bulunmaktadır.

Bu kıtanın son mısrası ebcet hesabına vurulunca 1009 (1600) rakamı çıkmaktadır ki, bu da türbenin, Şemseddin Sivasî’nin ölümünden üç yıl sonra yapıldığını göstermektedir.
Şemseddin Ahmed’in hâl tercümesi ile menkıbeleri; Şeyh Recep Sivasî’nin Necmü’l-Hüdâ, Şeyh Nazmî Muhammed’in Hediyyetü’l-İhvân ve Müstakimzâde Süleyman Sa’deddin Efendi’nin Hülasatu’l-Hediyye ve daha birçok kitapta yer almaktadır. Şemseddin Sivasî’nin soyundan çok sayıda âlim, fazıl kişi geldiğini de belirtmekte yarar vardır.

Muhammed Beşir Erzincani

Erzincan – Terzi Baba Kabristanında

Şah-ı Nakşibend Efendimizi görmek isteyenler Beşir Efendi’yi ziyaret etsin.. ” Pir Sami Hazretleri

Dedelerinin Buhara’dan Bağdat, Antep ve Maraş üzerinden Erzincan’a göç ettikleri bildirilen Beşir Efendi’nin aslen Maraşlı Emirzâdeler olarak bilinen bir aileye mensup olduğu ve Erzincan’a 1800’lü yıllarda yerleştikleri nakledilmektedir. Küpesük (Saztepe) köyünde 1865 senesinde dünyaya geldiği ifade edilmişse de özellikle ailesinden gelen bilgilerden bu tarihin 1869 senesi olabileceği kuvvetle muhtemeldir. Nakîbü’l-eşrâflık kurumunun aileye verdiği Seyyidlik Şeceresi’nden soyu baba tarafından Hz. Hüseyin’e (r.a) dayandığı ifade edilmekte fakat şecereyi gösteren bu vesikanın kaybolduğu anlaşılmaktadır. Babası Hüseyin, dedesi Musa Efendi’dir. Annesinin adı ise Zeynep Hanım’dır. Ailenin tek çocuğu olan Beşir Efendi’nin annesi ve babasının o daha küçük yaştayken vefat ettikleri, bakımının amcası Hasan Efendi ve yengesi tarafından üstlenildiği nakledilmektedir. Amcası Hasan Efendi’nin. İstanbul’a gittiği ve burada Sultan Abdulhamid tarafından saltanat kayıklarına ‚kayıkçıbaşı‛ olarak görevlendirildiği söylenir.

Beşir Efendi’nin çocukluk ve gençlik dönemine ait bilgiler sınırlıdır. Ancak amcasının vefatından sonra bugün Karakaya olarak bilinen Keleriç köyüne yerleştiği ve başından üç evlilik geçtiği anlaşılmaktadır. Bu evliliklerden toplam on üç çocuğu olan Beşir Efendi’nin ilk eşi Meysun hanımdan olan çocuklarından bazıları ‚Kabak‛, bazıları ise ‚Reyhan‛ soyadını almışlar, Fadime ve Aliye Hanım’dan dünyaya gelen çocukları ise ‚Buyruk‛ soyadını kullanmışlardır. Osmanlı Devleti’nin savaşla geçen zor ve meşakkatli döneminde Rus işgalini ve muhacirliği görmüş; Milli Mücadele’nin başından sonuna kadar Cumhuriyet Türkiye’sinin kuruluşuna tanıklık etmiştir. 1916-1918 yılları arasında Erzincan’ın Rus işgali altında olması sebebiyle birkaç seneliğine Kırşehir’de zorunlu ikamete tâbi tutulmuştur.

Tasavvufa intisabı, Pîr-i Sâmî ile tanışması ve mürîdi olmasıyla gerçekleşen Beşir Efendi’nin halîfe olduktan sonra Erzincan dışında önce Otlukbeli daha sonra da Tercan’da irşad faaliyeti yaptığı anlaşılmaktadır. Şeyhi Pîr-i Sâmî vefat edince yeniden Erzincan’a dönen Beşir Efendi yaklaşık yirmi senelik irşad vazifesinden sonra 8 Ekim 1932 senesinde vefat etmiştir. Kabri Terzi Baba Mezarlığı’ndadır. Pîr-i Sâmî’nin kendisi hakkında; ‚Şah-ı Nakşibend Efendimizi görmek isteyenler Beşir Efendi’yi ziyaret etsin.‛ diyerek halîfesini tahsin ettiği görülmektedir. Kendisinden sonra tarîkat postuna Dede Musa Bayburdî (Musa Baştürk) oturmuştur, hilafet verdiği Tahrirat Kâtibi Nuri Efendi, Selükeli Nazım Hoca ve Hidayet Efendiler hakkında yeterli bilgi yoktur. Meşhur halk şâiri Bayburtlu Celâlî Baba’nın da Beşir Efendi’nin mürîdi olduğu nakledilmektedir.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak
Erzincan’da Nakşi – Halidi Gelenek , Halil Baltacı , Ömer aslan , Batman Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Hakemli Dergisi,Yıl 2017, Cilt 1, Sayı 2[/toggle]

Musa Dede Paşa Bayburti

Terzi Baba Kabristanında

Bayburt’un Aşağı Lori (Yazıbaşı) köyünde doğdu. Asıl adı Mûsâ’dır. Büyük dedesinin adına izâfeten Dede Paşa adıyla şöhret buldu. Babası İzni Ağalar diye anılan, misafirperverlikleriyle meşhur bir aileye mensup olan Hacı Hüseyin Efendi, annesi Seyyidler lakabıyla tanınan bir aileden Gülhanım’dır.

Küçük yaşta yetim kalan ve geniş bir arazinin vârisi olan Mûsâ, dayısının yanında büyüdü. Sıbyan mektebini ve rüşdiyeyi bitirdi. Bu arada dinî tahsilini tamamladı. On sekiz yaşlarında iken Nakşibendiyye tarikatının Hâlidî koluna mensup Erzincanlı Şeyh Beşir (Buyruk) Efendi’ye intisap etti. Tarikat silsilesi Muhammed Sâmî, Abdurrahman Tâgî, Seyyid Sıbgatullah Arvâsî, Seyyid Tâhâ yoluyla Nakşibendiyye’nin Hâlidiyye kolunun kurucusu Hâlid el-Bağdâdî’ye ulaşır. Beşir Efendi, Doğu Anadolu’da yaygın bir şöhrete sahip olan Muhammed Sâmî Efendi’nin halifesidir. Muhammed Sâmî, 1300 (1883) yıllarında Erzurum’un Hınıs ilçesinde muallim olarak çalışırken şöhretini duyduğu Abdurrahman Tâgî’yi tanımak için Nurşin’e giderek kendisine intisap etti. 1886 Ekiminde Abdurrahman Tâgî tarafından irşad için Erzincan’a gönderildi. Kırtıloğlu adıyla anılan tekkeyi kurarak Erzincan ve yöresinde irşad faaliyetlerine başlayan Muhammed Sâmî, Hâlidiyye’nin Doğu Anadolu’dan İç Anadolu’ya kadar yaygınlık kazanmasını sağladı. Râbıta-i Nakş-i Hayâl adlı bir divanı bulunan Sâlih Baba (ö. 1906) başta olmak üzere birçok mürid yetiştirdi.

Dede Paşa Beşir Efendi’ye intisap ettikten sonra sürekli onun yanında ve hizmetinde bulundu. Erzincan’ın Ruslar tarafından işgal edilmesi üzerine (1917) Tokat’ın Zile ilçesine gitti ve kısa bir süre burada kaldıktan sonra Erzincan’a döndü. Beşir Efendi’nin vefatından sonra (1932) kırk yıldan fazla bir süre şeyhlik yaptı. Soyadı Kanunu çıktığında Baştürk soyadını aldı. Her yıl arazisinden elde ettiği gelirin büyük bir kısmını ihvana verilmek üzere Erzincan’daki Kırtıloğlu Tekkesi’ne bırakırdı. Kışın Bayburt’un merkezinde Sarı Konak adıyla anılan evinde mürid, misafir ve ihtiyaç sahiplerine kapılarını açar, yaz aylarında Bayburt’un Aşağı Lori köyündeki arazisiyle ilgilenirken irşad faaliyetlerini de sürdürürdü. Dede Paşa 1950’den sonra Türkiye’nin bütün yörelerini gezerek çok sayıda müntesip edindi. Bunun sonucu olarak başta Erzincan, Erzurum, Bayburt, Gümüşhane olmak üzere İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa gibi büyük merkezlerde halifeleri ve müntesipleriyle irşad faaliyetini yaygınlaştırdı. Dede Paşa vefat edince Erzincan Terzi Baba Mezarlığı’na defnedildi. Silsilesi ölümünden sonra halifesi Abdürrahim Reyhan tarafından sürdürülmektedir.

Tevazuu, şeriata bağlılığı ve cömertliğiyle sohbetlerine katılan hemen herkesi etkileyen Dede Paşa, kendisini ziyarete gelenlere ve müridlerine söylediği, “Sizler bizim büyüğümüzsünüz, biz size hizmet etmekle şeref kazanırız” sözleri ve bu sözlere uygun tavırlarıyla çok büyük saygı gördü. Ona göre tasavvuf Allah’ı bilmek, Allah’ı bulmaktır. Allah nasıl bulunursa O’nu öylece aramak icap eder.