Şeyh Seyda Muhammed Said El Cezeri (k.s.)

”Ay yüzlü Seyda”

Şırnak – Cizre’de Şeyh Seyda camii yakınındaki aile  kabristanında.

Seyda Muhammed Said El-Cezeri hazretlerinin Silsile-i Şerifi

Son asır Anadolu velîlerinden. İsmi Muhammed Saîd olup Şeyh Seydâ diye meşhûr olmuştur. Babası Şeyh Ömer Zengânî, annesi Halîme Hâtundur. 1889 (H. 1309) senesinde Cizre’de doğdu. 1968 (H. 1387) senesinde Cizre’de vefât etti. Kabri oradadır.   

Muhammed Saîd henüz bir yaşındayken, babası Ömer ez-Zengânî hac yolculuğu sırasında 1890 senesinde Cidde’de vefât etti. Küçük yaşta yetim kalan Muhammed Saîd, yedi yaşına kadar konuşmadı ve yürümedi. Yedi yaşından sonra yavaş yavaş konuşan MuhammedSaîd Efendi ilim öğrenmeye başladı. Ağabeyi Şeyh Sirâceddîn Efendiden ilim tahsil etti. İlim tahsil ettiği müddetçe hiç evine gitmez, medresede kalırdı. Medresede kaldığı zaman geceleri bir hasırın içine sarınarak uyurdu. Annesi Halîme Hâtun oğlunu çok özler, hasretliğine dayanamayarak ağlardı. Muhammed Saîd Efendi annesinin isteği sebebiyle bâzan eve giderek ziyâret ederdi. 17 yaşına geldiği zaman ilim tahsilini tamamlayarak ağabeyi Şeyh Sirâcüddîn Efendiden icâzet aldı. Genç yaşta müderrisliğe başlayıp talebe okuttu. 23 yaşına geldiğinde medrese tamamen kendisine kaldı.

İlim ve fazîlette emsâllerini geçip zamânın ileri gelenleri arasına girdi. Dayısı Şeyh Muhammed Nûrî Dirşevî’nin sohbetlerinde bulundu. Tasavvuf yolunda ilerledi. Dayısı onu irşâd için gittiği yerlere beraberinde götürdü. 30 yaşına gelince dayısı ve hocası Şeyh Muhammed Nûrî’nin kızıyla evlendi. Nihâyet bir müddet sonra Şeyh Muhammed Nûrî hazretleri ölüm döşeğinde yatarken oğullarını ve halîfelerini yanına çağırarak; “Artık bundan sonra Şeyhiniz Seydâ’dır. buyurarak Muhammed Saîd Efendiyi yerine vazifelendirdi. (1929).

Şeyh Seydâ bu sırada 40 yaşında bulunuyordu. Medresede talebe okutmasının yanı sıra, hizmetinde bulunanlara ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların iki cihan saâdetine kavuşmaları için gayret ediyordu. Kendisinden icâzet almış, 150’ye yakın talebesi ve ayrıca 100 kadar halîfesi vardı. Talebeleri ve halifelerini Sûriye, Irak, Arabistan gibi memleketlere gönderdi.

Şeyh Seydâ hazretleri tasavvuf yolunda zaman zaman Cezbeye kapılırdı. Bu cezbe sırasında bâzan kışın dondurucu soğuğunda Dicle’ye iner nehrin buzlarını kırarak içeri sarkar ve saatlerce öyle kalırdı. Bâzan da yazın kavurucu sıcağında soba yaktırırdı.

Şeyh Seydâ hazretlerinin vücûdu çok yumuşaktı. Elini öpenler sanki ellerinde hiç kemik yok zannederlerdi. Orta boylu ve şişmanca idi. Küçüklüğünden beri kimse yüzüne bakamazdı. Şeyh Seydânın yüzüne bakan kimse anlayamadığı bir hisle ürperir ve vücudunu bir titreme kaplardı.

Kaba ve sert darvanışlardan şiddetle sakınan Şeyh Seydâ yumuşak davranırdı. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatma yolunda çeşitli sıkıntılara ve hakâretlere mârûz kaldığı halde, onlara tatlı bir dille ve yumuşak bir edâyla muâmele ederdi. Nitekim kendisini tutuklamağa gelen askerleri hoş davranışıyla yola getirmiş ve nicelerinin de kendisine talebe olmasını sağlamıştı. Allahü teâlâ ona olgunluk ve cemâl yâni yüz güzelliği ihsân etmişti. Sohbetinde bulunan herkes onun cemâline bakmaktan sohbetinden ayrılmak istemezdi. Onun üstünlüğünü duyan herkes kâfile kâfile ziyâretine gelir, Şeyh Seydâ onları şefkat ve merhametle karşılar, bağrına basardı.

Şeyh Seydâ hazretleri fakirlere karşı gayet merhametli ve şefkatli davranırdı. Onlara dâimâ yardım ederdi. Birgün bir köyün ileri gelenlerinden biri gelerek; “Şu işim olursa, falanca arâziyi sana hibe edeceğim.” dedi. Şeyh Seydâ hazretlerinin duâsı bereketiyle işi oldu. O kimse, vâdettiği arâziyi Seydâ’ya bağışladı. Şeyh Seydâ hazretleri de arâziyi Cizre’nin fakirlerine paylaştırdı.

Şeyh Seydâ’nın asıl gâyesi talebe toplamak olmayıp insanlara yol göstermek ve onları ıslâh etmeye çalışmaktı. Onun için önemli olan insanların ıslâh olmalarıydı. Bu hususta şöyle buyururdu: “Zamânımızın bâzı şeyhleri, köy ağalarının etbâ (tâbi olan kimseler) toplamaya çalıştığı gibi, talebe toplamaya çalışıyorlar. Halbuki gâye, mürîd (talebe) toplamak değil insanları ıslâh etmek, onların nefsin ve şeytanın kötülüklerinden kurtulmalarına yardımcı olmaktır.”

Şeyh Seydâ hazretleri cömert ve ihsân sâhibi olup, ziyâretine gelen binlerce insana yemekler yedirir, fakir zengin ayırd etmeden herkese aynı ilgiyi gösterirdi. Ayrıca devamlı dergâhında bulunan yüzden fazla âmâ, sakat, çaresiz ve düşkünlere yemek yedirir, onların kalblerini aslâ kırmaz ve incitmezdi. Kendisine eziyet edenleri affeder, kimseye kin beslemezdi. Çünkü o her hareketiyle ve davranışıyla Resûlullah’ı sallallahü aleyhi ve sellem örnek alırdı. Hattâ hakkında konuşan kimselere duâ ederdi. Sabır ve tevâzû sâhibi olan Şeyh Seydâ, nefsini herkesten aşağı görür ve onlardan duâ isterdi. Hemen herkese; “Siz benim büyüğümsünüz. Ben ise sizin küçüğünüzüm” derdi. Fakir ve düşkün kimselerle oturur, onlarla yemek yer ve herkese de böyle yapmalarını tavsiye ederdi. Bir gün üstü başı dağınık bir kıyâfetle ziyâretine gelen bir hamalın yük taşımak için sırtında gezdirdiği ipi öperek helâl kazancın ehemmiyetine ve teşvikine işâret etti ve; “Allah için tevâzû edeni Allahü teâlâ yükseltir.” hadîs-i şerîfini okudu.

Ömrünü İslâm dîninin emir ve yasaklarını öğrenmeye, öğretmeye, insanlara anlatıp onların dünya ve âhirette kurtuluşa ermelerine sarfeden Şeyh Seydâ hazretleri ömrünün sonuna doğru etrafında kendisine tâbî binlerce insanı görebiliyordu. 1968 (H. 1387) senesi Ramazan bayramında binlerce kişi onun ziyâretine gelip, bayramını tebrik etti. Şeyh Seydâ da gelen binlerce insana sevinçle, muhabbetle ve tâzimle mukâbelede bulundu.
Bayramın birinci günü câmiye çıktı, öğle namazını kıldırdıktan sonra câmide kaldı. Ziyâretçilerle bayramlaşıp ikindiye kadar onlarla sohbet etti. Kalabalık bir cemâate ikindi namazını kıldırdıktan sonra evine döndü. Yedi gün sonra pazar gecesi evlatlarına vasiyette bulundu. “Benden sonra şeyhiniz Nûrullah’tır. Çünkü onu hem zâhir ve hem de bâtında imtihan ettim. İmtihanı başarıyla kazandı.” buyurdu. Yanında bulunan Hacı Muhammed Bûzî’ye evine gitmesi için izin verdi. Yanında yalnızca Hacı Kâsım vardı. Kıbleye karşı namaz kılıyormuş gibi oturdu. Kendisinde hiç ölüm alâmeti yoktu. Birden bire ağzını açtı yumdu ve sustu. Hacı Kâsım dokunduğunda Şeyh Seydâ hazretlerinin vefat ettiğini anladı ve âilesine bildirdi. Ertesi sabah MollaSüleymân el-Hüseynî gasl ve tekfin işlerini yürüttü. Sonra binlerce insanın iştirâkiyle cenâze namazı kılındı ve evine defnedildi. Tâziyesine yakın ve uzak yerlerden kar, tipi ve şiddetli soğuğa rağmen, halifelerinden, talebelerinden onbinlerce insan geldi.

Şeyh Seydâ’nın yerine oğlu Şeyh Muhammed Nûrullah geçti ve vazifesini ifâ etmeye başladı.


KERÂMET ve MENKÎBELERİ

– Devlet adamları dahi onun üstünlüğünü kabûl ederlerdi. Birgün Cizre kaymakamı, belediye başkanı, hâkim ve diğer vazîfelilerden bâzıları anlaşarak Şeyh Seydâ’yı ziyârete karar verdiler. Serhadlı köyüne ziyârete gittiler. Yolda giderken; “Eğer bu kimse hakîkaten velî ise bize şunu şunu yedirsin.” diye her birisi ayrı ayrı şeyler istediler. Öğleden sonra köye ulaştılar. Şeyh Seydâ’nın evine gittiler. Oturup sohbet etmeye başladılar. Bu sırada yemekler geldi. İstedikleri yemekler geldikçe orada bulunanlar biribirlerinin gözüne bakmaya başladılar. Yemekler yendikten sonra ikindi vakti girdi. Şeyh Seydâ ziyârete gelenlerden biri hâriç diğerlerine; “Haydi abdest alın namaz kılalım.” dedi. Ayağında çizme olan misâfire ise; “Sen dur, senin çizmelerini çıkarman zor olur.” dedi. Namaz kılındıktan sonra misâfirler müsâde istediler ve oradan ayrıldılar. Yolda giderken namaz kılmayan misâfir dedi ki: “Ben pis idim. Şeyh Efendi, benim durumumu anladı. Bana onun için “Sen dur.” dedi. Yoksa çizmelerimi çıkarıp giymek zor değildir.” Ekseriya bu şekilde gezmeyi âdet edinen o şahıs, bu hâdiseden sonra kötü hareketini terk etti.

– İbrâhim Ay adındaki bir kimse şöyle anlattı: “Ben Şeyh Seydâ’yı ziyârete ilk gittiğimde Pakistan’dan bir zengin gelmiş, dört gün beklediği halde Şeyh Seydâ’yı görememişti. Akşam vakti varmıştım. Sabah oldu. Şeyh Seydâ, erkenden İzmit Kağıt Fabrikasının Müdürünü çağırdı. İki memuru ile birlikte onlar içeri girince ben kapıda bekledim. İsmimle çağırılmadıkça girmemek düşüncesindeydim. İsmimi kimseye de söylememiştim. Baktım Şeyh Seydâ’nın oğlu Şeyh Muhammed Nûrullah ile beni; “İbrâhim Adıyamânî de gelsin!” diye çağırtmış. İçeri girdim. Beni karşısına oturttu. Sağımda İzmit Kâğıt Fabrikası Müdürü, solumda da iki memuru vardı. Bize bîat verdi yâni talebeliğe kabûl etti. Yapacağımız vazifeleri anlattı. Ben kendi kendime; “Önceden duydum ki bu zât Nakşî, Kâdirî ve Rufâî yollarının üçünden de bîat veriyor. Bu nasıl olur?” diye düşündüm. Başımı kaldırıp yüzüne doğru bakınca, bana bakarak “Evet biz kök olarak Nakşî’yiz. Fakat hem Kâdirî, hem de Rufâîliği vermekle vazîfeliyiz.” buyurarak benim zihnimden geçen soruya cevap verdi.

– Bir defâsında Dicle Nehri taşmış, Cizre şehrini bir çember içerisine almıştı. Şeyh Seydâ’nın Dergâhının duvarından içeriye su akıyordu. Durumu Şeyh Seydâ hazretlerine bildirdiler ve yardım istediler. Seydâ hazretleri de parmağındaki yüzüğünü çıkararak; “Benden bir yüzük istiyor.” buyurdu ve yüzüğünü nehre attı. Nehir derhal yatağına çekildi. Yine bir defasındaCizre’yi Dicle Nehri basmış, her tarafı su kaplamıştı. Kaymakam ve belediye reisi gelerek Seydâ hazretlerinden duâ istediler. Şeyh Seydâ duâ ettikten sonra onlara seccâdesini verdi ve; “Seccâdeyi alın gidin. Uğradığınız her yerde nehir önünüzden kaçıp gidecektir.” buyurdu. Kaymakam ve belediye reisi seccâdeyi alarak şehrin her tarafını gezdiler. Hakikaten uğradıkları her yerde, nehir önlerinden çekilip, yatağına gitti.

– Molla Muhammed adında bir kimse, Şeyh Seydâ hazretlerine; “Kurban! Allahü teâlânın rızâsına nasıl erebiliriz?” dedi. Şeyh Seydâ hazretleri; “Cenâb-ı Allah lutf ederse erersin.” buyurdu. O kimse aynı soruyu ikinci ve üçüncü defa sorunca aynı cevâbı aldı. Dördüncü defa sorunca Şeyh Seydâ hazretleri; “Bana bak MollaMuhammed! Kalbinin üzerindeki paraları ne zaman yakarsan, işte o zaman Allah’a erersin.” buyurdu. Görünüşte mütteki bir insan olan Molla Muhammed, parayı çok seviyormuş. Onun kalbindekileri kerâmet olarak bilip bu şekilde cevap verdi.

– Şeyh Seydâ’nın talebelerinden bir çoban vardı. Bir gün sürüsünü otlatırken bir ayının kendine doğru hızla geldiğini gördü. Korkusundan hiçbir yere kaçamadı. Ayı tam yanına geldi ve arka ayaklarının üstüne kalktı, pençelerini kaldırdı. O anda çoban; “Medet yâ Şeyhim.” diye Şeyh Seydâ’dan imdâd istedi. Baktı ki ayı sanki taş kesildi. Hiç kıpırdamıyordu. Ayının bu durumunu gören çoban, sürüyü alıp oradan uzaklaştı.

Sohbetlerinden

Şeyh Seydâ hazretleri, teheccüd (gece) namazlarına devam ederdi. Güzel sözleri ve örnek ahlâkıyla insanlara yol gösterirdi. Sohbetinde bulunan en âsî insanlar dahi onun duâsı bereketiyle, hallerine pişman olup hidâyete kavuşurlardı. Bir sohbeti sırasında buyurdu ki: “Dil ve kalbin bozukluğuna sebep olan cehâleti terk ederek ilim ile meşgûl olunuz. Takvâ (haramlardan sakınma) ile bu ilminizi aydınlatarak ay ve güneş gibi parlayınız. İlmin zamanı ve erbâbı geçmiştir demeyiniz. İlmi sâlih amellerle tamamlarsanız elde ettiğiniz nurla şark ve garbı aydınlatırsınız. Nerede altın sâhipleri! Nerede altın ve gümüşü toplayanlar. Onların hepsi gittiler. Nerede dünyâ malı için çalışıp çabalayanlar? Ey kardeşlerim gözlerinizi açıp ibretle bakınız! Altın gümüş toplamak ve dünyâ malı elde etmek için didinenler, yanakları çürüten toprağa girdiler. Nerede seslerini yükseltenler ve hak dâvâ uğruna kan akıtanlar? Ay ve güneş gibi safâda bulunanlar. Nerede gece gündüz çalışıp süslü köşkler yapanlar. Nerede onlar! Hiç bir göz onları görmüyor. Onlar tamamiyle öldüler.

Sevgili kardeşlerim ibretle bakınız ve hüsrandan kendinizi kurtarınız. Size hak nasihati bildirenleri can kulağıyla dinleyiniz. Tâ ki gözleriniz doysun. Ya Rabbî! Fazlınla, rahmetinle bizi affet. Bizleri başkasına bırakmadan kurtar. Çünkü kurtardığın kişi Cennet’te seâdete kavuşacaktır. Yâ Rabbî kâinâtın Efendisine, âl ve eshâbına salât, selâm ve duâlar olsun. Hamd, kâinâtı yaratan Allahü teâlâya mahsustur”.

 

Şeyh Seydâ hazretlerinin Şeyh Muhammed Nûrullah’tan başka halifeleri şunlardır:
1- Şeyh Fahreddin el-Arnâsî
2- Muhammed Beşir el-Alkemşî
3- Hasan eş-Şeyh Hasenî
4- Halil el-Bacırmânî
5- Yûsuf el-Vezerkî
6- Cemil ed-Danışmânî
7- Cemîl el-Antâkî
8- Seyyid Ali el-Fındıkî
9- İbrâhim el-Karsî
10- Muhammed Emin ed-Diyârbekrî
11- Abdullah el-Filfilî
12- Mustafa ed-Doğubeyazıtî
13- Muhammed Üveys el-Mardînî
14- Abdurrahman es-Sarûhî

Eserleri:
1) Kitabü Ahkâmü’l-Envât, 2) Ed-Dâbıta fir-Râbıta, 3) Et-Te’lif fit-Te’lif, 4) Et-Tasavvuf, 5) Manzumeler, 6) Tenbîhü’l-Müsterşidî, 7) El-Mecmeu’s-Sağîr.

 

Şeyh Muhyiddin Basreti (k.s.)

Siirt – Merkez’de bulunan Şeyh Hüseyin hasreti Kur’an Kursu binasının yanındaki türbesinde

Şeyh Muhyiddin 1932 yılında Basret köyünde doğdu. Aile ortamında ilimle iştigal ederek büyüdü. Henüz on dört yaşında iken  babasından tarikat dersi aldı. Babasından hilafet aldığı gibi Basretilerin Suriye kolu olan Şeyh İbrahim Hakkı Basreti’nin oğlu Şeyh Ulvan’dan da icazet aldı. Siirt merkezde büyük bir medrese yaptırarak tedris ve irşad hizmetlerini birlikte yürüttü. Siirt ve çevresi başta olmak uzere değişik illerde yirmiden fazla camiin yapılmasına vesile oldu. Bolgede kendisine duyulan saygı ve hürmet nedeniyle meydana gelen yüzlerce sorunun çözmüne yardımcı oldu. Vefatından bir hafta önce Suriye’ye geçerek orada amca cocukları Şeyh Adnan Basreti, Şeyh Haşim Basreti ve bazı alimlerle vedalaşmaya gitti. Dönüşten bir hafta sonra 2009 tarihinde Siirt’te vefat etti. “Beni medresenin ve dergahın yanına defnedin, talebelerin sesini duyayım” şeklindeki vasiyeti gereği Siirt merkezde bulunan medresenin bahcesine defnedildi.

 

 

 

Şeyh Muhyiddin Basreti hazretleri’nin Silsile-i Şerifi

 

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Mevlana Halid-i Bağdadi’nin Halifelerinden Şeyh Halid-i Cezeri ve Basret Dergahı , İbrahim Baz , Tasavvuf Dergisi , 2013/2 s.139-167
[/toggle]

Fethullah Hamidi (k.s.)

Batman – Kayapınar (Aynkaf köyü )

Fethullah Hamidi 1873 yılında Batman ilinin Gercüş ilçesinin Kayapınar (Ayınkaf) Belde’sinde doğmuştur. Fethullah Hamidi’nin dedesi olan Hamid Mardini, 1802’de Siirt’te doğmuştur. Önce Hasankeyf’te bulunmuş, Mardin yöresinin saygın aileleri özellikle Çelebi ailesinin davetiyle Hasankeyf’ten ayrılmış ve 1844 yılında Savur’a yerleşmiştir. 1882 yılında Mardin’de vefat etmiştir. Fethullah Hamidi’nin babası İbrahim Hamidi, 1822’de Siirt’te doğmuş, 1843 yılında Mardin’in Dara Köyüne yerleşmiştir. Bir yıl sonra, Kayapınar’a (Aynkaf) geçmiş ve orada ikamet etmeye başlamıştır. 1895 yılında aynı yerde Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.

Şeyh Fethullah Hamidi, derin hoşgörüsü ve problemleri çözmesiyle tanınmaktadır. Eğitim ve öğretime büyük bir önem vermiştir. Bulunduğu yerleşim yeri çevresinde özellikle yetim ve öksüz çocukların eğitimiyle yakından ilgilenmiştir. 1940’lı yıllarda Aynkaf medresesinde eğitim gören ve kendisine sığınan öğrencilerden bir tas çorba, bir parça ekmeğini esirgememiş ve medreseyi açık tutmak için elinden geleni yapmıştır. O dönem ülke olarak her ne kadar II. Dünya Savaşına girmemiş olsak dahi savaşın etkileri ve doğal kuraklık bu bölge insanını derinden etkilemiş, yokluğu had safhada yaşatmıştır.1947 yılının Nisan ayında Batman ilinin Beşiri ilçesinin Sulan Köyü’nde vefat etmiştir. Fethullah Hamidi’nin kabristanı Aynkaf (Kayapınar) Beldesindedir.

İslam Peygamberi Hz Muhammed’ in torunu Hüseyin’in soyundan geldiğinden dolayı sülalesi bu bölgede “seyyid” olarak adlandırılmaktadır. Fethullah Hamidi’nin herkes tarafından bilinen en önemli yönü, bölgede Süryani– Hıristiyan ve Müslümanlar arasında meydana gelmesi muhtemel çatışmaları önlemesi olmuştur. Midyat ve çevresindeki Süryaniler, bu olayı her ortamda dile getirmekte ve bu kişiye karşı büyük bir saygı duymaktaydı. 1915’li yıllarda, Midyat ve çevresinde bulunan bazı yerleşim yerleri, bazı eşkıya ve mutaassıp aşiretlerin baskısına maruz kalmış ve hatta bazı yerlerde çatışmalar yaşanmıştır. Bu sırada Şeyh Fethullah Hamidi devreye girmiş ve barış ortamının sağlanmasına büyük katkı sağlamıştır. Fethullah Hamidi’nin benzer şekilde birçok yerleşim yerinde arabuluculuk yaptığı, onu tanıyan kişilerce dile getirilmektedir. Fethullah Hamidi, Midyat Gülgöze’de (Aynvert) toplanan binlerce Süryani’yi “gayrimüslimlerin malları, canları ve ırzları size haramdır, kim bu hududu aşarsa günah işler” demek suretiyle Müslümanlarla barıştırmıştır.

1915’te, yani 1. Dünya Savaşı sürerken Ruslarla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle Ermeniler bölgeden göç ettirilirken Mardin’deki Süryaniler de sürgünle karşı karşıya kalmış, Savur Şeyhi Fethullah Efendi’nin gayret ve fedakârlığı ile kurtulmuşlardır. 1914’lü yıllarda gerçekleşen Ermeni tehciri sırasında yörede bulunan Müslüman din adamlarından bir kısmı Hıristiyanların öldürülebileceği yönünde fetva verirken, Fethullah Hamidi ise bu duruma karşı çıkan din önderlerinden biri olmuştur. Fethullah Hamidi yayınladığı fetvada, bölgede farklı dinden olanları (özellikle Süryanileri) öldürmenin, dinen uygun olmadığını ve barış içinde yaşamanın gerekli olduğunu ifade etmiştir.

1915 yılında, bugünkü adıyla Gülgöze Köyü ve çevresinde karşılıklı bir muharebe yaşanmış, Süryanilerin toplandığı bu köy ve çevresi savaş meydanına dönmüş, bu durum üç ay sürmüştür. Süryaniler, Gülgöze’ye sıkışıp kalırken onların imdadına bölgenin önemli Müslüman din adamı sayılan Aynkef Şeyhi Fethullah Efendi yetişmiştir. Fethullah Hamidi, Süryanilerle Müslümanlar arasında arabuluculuk yaparken“savaş dursun, düşmanlık bitsin” demiştir. Görüşme ve pazarlıklar sırasında kapana sıkışmış halde bekleyen Süryani cemaatinin yanında yer almış, fetvalar yayınlamıştır. Ayrıca Şeyh Fethullah Efendi, anlaşma sağlanıncaya kadar, arada güven bağı oluşsun diye, oğlunu Süryanilere rehin bırakmıştır. Bu tavır, Gülgöze Köyü ve karşı taraf için mühim bir uyarı olmuştur. Neticede düşmanlık, korku ve güvensizlik kuyusundan bir barış çıkmıştır. Fethullah Hamidi oğlunu Süryanilere rehin olarak bırakırken, sözler tutulmadığı takdirde, oğlunu öldürebileceklerini kendilerine ifade etmiştir. Daha sonra hemen Diyarbakır’a geçerek yetkililerden olayın sonuçlanmasını sağlayacak belgeyi almış ve olaylar böylece sona ermiştir. Bölgede anlatılanlara göre, Müslümanların katledilmesine karışmayan Ermeniler de bu fetvadan yararlanmış ve genel anlamda bir zarar görmemişlerdir. O dönemlerde Hıristiyan ve Müslümanlar, yaşadıkları en küçük bir anlaşmazlıkta bile Fethullah Hamidi’ye başvurmuşlardır. Bu kişi, dinsel açıdan önder olduğu gibi adli olaylarda, eğitim konusunda, toplumsal felaketlerde de her zaman başvurulan bir kişi konumunda olmuştur. Savur Şeyhi Fethullah olarak bilinen Fethullah Hamidi’nin fotoğrafı, Süryanilerin bu bölgedeki en önemli yapıtı olarak bilinen Deyruzzafaran’da, Hıristiyan din adamlarıyla birlikte asılı durmaktadır. Bu fotoğrafın bir vefa borcu olarak asıldığı, Süryani cemaati yetkilileri tarafından dile getirilmektedir. Bu ufku açık ve fedakâr Hoca Efendi için Süryani kaynaklar “beyaz esvaplar içinde nur yüzlü bir aziz, kurşunların içinden geçip gelen bir aziz kurtarıcı” ifadelerini kullanıyor. Yüz sene sonra Fethullah Efendi’nin mührünü mabetlerinin duvarına asan Süryaniler, kendi azizlerinin arasına resmini ilave etmişlerdir.

Fethullah Hamidi’nin, bölge insanı ve yönetim nezdinde önemli bir yer işgal ettiğinin en önemli göstergesi, kendisine her konuda başvuruda bulunulduğunu gösteren yüzlerce (700) mektubun bulunmasıdır. Fethullah Hamidi, ileri görüşlülüğü, hoşgörüsü, müsamahakârlığı ile ön plana çıkmış ve bu yönleriyle tanınmıştır. Eğitim-öğretim faaliyetlerine de büyük önem vermiş, birçok yetim ve öksüz çocuğun öğrenim görmesine yardım etmiş ve bu konuda hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştır. Süryaniler, Fethullah Hamidi’nin torunlarından biri olan Ahmet Hamidi’nin öğrenim masraflarını karşılayarak ve yurt dışında bazı imkânlar sağlayarak Fethullah Hamidi’ye olan vefa borçlarını az da olsa karşılama yoluna gitmişlerdir. Ahmet Hamidi, Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olmuş, Avusturya’nın Başkenti Viyana’da dâhiliye alanında uzmanlık ve doktora yapmış ve profesörlük unvanına yükselmiştir.

Şeyh Hüseyin Basreti (k.s.)

Siirt – Eruh’un Hâlidiyye (Kekliktepe) köyündedir.

Evliyânın meşhurlarından Şeyh Hâlid Zibârî’nin oğludur. Annesi Fâtıma-ı Sâliha, Şeyh Muhammed Aynî’nin kızı ve kerâmet ehliydi. 1914 (H.1333) senesinde vefât etti. Kabri, Eruh’un Hâlidiyye (Kekliktepe) köyündedir.

Babası vefât ettiğinde altı yaşında idi ve sarf ilminden İzzi kitabını okuyordu. Babası vefât ederken onun yetiştirilmesi için halîfelerinden Şeyh Ömer Zenkânî’ye vasiyet etti. Bütün ilimleri öğretmelerini, tasavvufta yetiştirip mürşid-i kâmil olmasını sağlamalarını vasiyet etti.

Bu vasiyet üzerine Şeyh Ömer Zenkânî ona bütün ilimleri okuttu. Sarf, nahiv, mantık, beyan, fıkıh, tefsir, hadîs ilimlerini öğretti. Bu talebeliği on beş sene sürdü. Neticede seçkin bir âlim oldu. Ayrıca Molla Abdülhamîd Raşînî’den de ilim öğrendi. Hocası Şeyh Ömer Zenkânî ona ilimde icâzet verdi. Ancak tasavvufta vermedi. Tasavvufta da, asrın büyük âlimi ve meşhur velîsi Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’den naklen aldı. Şöyle ki, Şeyh Hüseyin’in yakınlarından Molla Muhammed onun emriyle Şam’a gidip Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin evini sorup buldu. O sırada vefât etmişti. Evin kapısını çaldı. İhtiyar bir nine çıkıp onu görünce; “Hoş geldin Molla Muhammed!” dedi. Hayret edip; “Beni nereden tanıdınız. Şam’a daha önce hiç gelmedim.” deyince; “Mevlânâ Şeyh Hâlid bana bir gün; “Vefâtımdan sonra Cizre tarafından Molla Muhammed nâmında bir zât gelecek! O takvâ ehli ve âlimdir.” buyurdu. Sonra bana çanta bırakıp, bu çantayı halîfem Şeyh Hâlid Cezîrî’nin halîfesinin oğlu Şeyh Hüseyin’e teslim etsin.” dedi. Anladım ki teslim etmek üzere vereceğim kişi sizsiniz.” dedi. Bunun üzerine emâneti alıp Basret köyüne getirdi. Çantayı açtılar. İçinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin cübbesi, Yesir ağacından yapılmış ve ortasında dördü kırmızı mercandan olan tesbihi, takkesi, seccadesi vardı. Bunları aynen Şeyh Hüseyin hazretlerine teslim etti. Bu emânetler daha sonra oğlu Şeyh İbrâhim Hakkı’ya intikal etti. Kardeşi Şeyh Muhammed Şefîk bunları, İbrâhim Hakkı da defâlarca görmekle şereflendiğini bildirmiştir.

Şeyh Hüseyin Basretî hazretleri bu icâzetten sonra insanları irşâd edip talebe yetiştirdi. Halk ve meşhur kimseler arasında tanındı. Bu hizmeti Mustafa Paşanın ona düşmanlık yapıp, zulme başvurmasına kadar devâm etti. Zulme mâruz kalması sebebiyle âilesini de alıp, 1901 (H.1317) senesinde Diyarbakır’a gitti. Bir müddet sonra oradan Haleb yoluyla Şam’a ulaştı. O göçüp gittikten altı ay sonra kendisine zulmeden ve memleketini terke mecbur bırakan Mustafa Paşa, aşîretler arasında çıkan bir kavga sırasında öldü.

Şeyh Hüseyin Basretî hazretleri dokuz sene memleketinden ayrı kaldı. Aslî vatanı Buhtan’a dönmeyi çok arzu etti. O civardaki insanları irşâd etmek istiyordu. 1913 (H.1329) senesinde memleketine dönüp, Basret köyüne gitti. O havâlide insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatıp, emr-i mâruf yapmak için Basret köyünden diğer köylere de gitti. Bu seferlerinden birinde yolda Allahü teâlâyı zikirle meşgul bir halde giderken yol kenarında büyük bir kayaya nazar etti. Kaya yerinden oynayıp parçalandı. Yanında bulunan talebeleri bu hâli görünce, hayrette kaldılar. Oradan gelip geçtikçe bir bakışı ile parçalanan kayayı görüp kerâmetini hatırladılar.Daha pekçok kerâmetleri görülmüştür.

Yüksek derecede âlim, her ilimde mâhir olup, sünnet-i seniyyeye tam uyardı. Güzel yüzlü tatlı sözlüydü. Son derece yumuşak huylu, din ve dünyâ işlerinde yüksek derecede basîret sâhibi idi. İnsanlara dâimâ yumuşak olmalarını İslâmiyete uymalarını tavsiye ederdi. Dünyâya hiç meyletmez, hep hüzünlü bir hâlde olurdu. Vefâtı sırasında devamlı; “Sübhâneke innî küntü minezzâlimîn.” derdi. Hastalığı şiddetlenince, gözlerinden yaş geldi. Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah, deyip dudaklarını kapatarak vefât etti. Vefâtı bölge ahâlisini çok üzdü. Hâlidiyye köyünde defnedildi. Edep ve ilim ehli olan temiz nesli devâm etmektedir.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)

1) Kitâbü Ahvâl-üd-Dürriyye fî Silsilet-iz-Zibâriyye
[/toggle.]

Şeyh Halid-i Zebari (k.s.)

Şırnak – cizre – Basret Köyü (inceler) camii haziresinde ( Köy 1992 yılında boşlatıldı.)

Anadolu velîlerinden. 1826 (H.1242) senesinde doğdu. Babası Şeyh Hüseyin Efendi, Diyarbakır’da medfundur. 1863 (H.1280) senesinde Şırnak’ın Basret köyünde vefat etti. Türbesi, bu köydeki caminin yanındadır.

İlim tahsiline başlayınca, önce Kur’ân-ı kerimi, kıraat ilmini öğrendi. Sonra diğer ilimlerden bir mikdar babasından okudu. Tahsilini devam ettirmek için çeşitli yerlere gitti. Tanze Medresesinde tahsil gördü. Bu medresede iken Minhac üzerine bir şerh olan Şerh-i Remli kitabından eliyle bir nüsha yazdı sonra Siirt’e gidip, bölgenin kıymetli ve meşhur alimi Molla Halil Siridî’nin medresesinde talebe oldu. Burada tahsilini tamamlayıp Molla Mustafa’dan bütün ilimlerde icazet aldı. Raşine köyündeki amcası Şeyh Abdüsselam’ın yanına döndü. Orada Şeyh Muhammed Ayni’nin keramet sahibi kızı Fatıma-ı Saliha ile evlendi. Kayın babasından tasavvuf yolunda feyz alıp, kemale erdi. Bu hocasının emri ile ona vekil olarak insanları irşâd için Basret köyüne gitti. Ders ve sohbetlerinde pekçok talebe toplanırdı. Pekçok âlim ve sâlih insan yetiştirmiştir.

Talebelerinin meşhurlarından ve halîfesi Şeyh Ömer Zerkanî şöyle anlatmıştır: “Hocam Şeyh Hâlid Zibârî hazretlerinden çeşitli ilimleri öğrenmekte olduğum sıralarda bir gün huzûrunda ders alıyordum. Başımı elimdeki kitaba eğerek, dersle meşgul olduğum sırada, başımı kaldırdım.

Fakat hocamı göremedim.Sağa sola baktım. Ortalıkta görünmüyordu. Fakat ders odasından dışarı çıkmamıştı. Az önce karşımda oturuyordu. Şaşırdım, elindeki kitab da oturduğu yerdeydi. Beni bir titreme, korku ve dehşet kapladı. Ne yapacağımı bilemiyordum. O sırada pencerenin demiri üzerine beyaz bir kuş kondu. Sonra da uçup gitti. Ben bu kuşa bakıp başımı çevirdiğimde hocamı karşımda oturur gördüm. Derse başlayıp bitirdikten sonra bana, kerâmetini gördüğüm için; “Bunu mümkün mertebe hiçbir yerde anlatma!” buyurdu.

Bir defâsında insanları Allahü teâlânın emirlerine uymaları, dünyâya düşkün olmamaları husûsunda irşâd için köyleri dolaştı. Meşhur âlim Molla Muhammed Barşinî’nin köyü Barşa’ya da gitti. Sabah namazından sonra insanlara nasîhat etmek için yüksek bir yere oturdu. Huzûrunda binden fazla insan toplandı. Aralarında pekçok âlim vardı. Bu insanlara gâyet güzel vâz etti. Haramlardan sakınmaları husûsunda uyardı. Fakat insanlar bu güzel ele geçmez nasîhatlerden de etkilenmediler. Bu hâli görünce; “Allahü teâlâya yemin ederim ki, eğer şu ağaca vâzetseydim, Allahü teâlânın azametinden dolayı yanar, yıkılırdı.” diyerek karşısındaki dut ağacını gösterdi ve ağaca baktı. O sırada ağaç büyük bir gürültüyle kökünden sökülüp yere yıkıldı. Etrafa fırtına sesi gibi şiddetli bir ses yayıldı. Orada bulunan insanlar, bu hâli görünce, hayret içinde ağlaşmaya başladılar. Kalpleri uyanıp, hepsi Şeyh Hâlid Zibârî hazretlerinin huzûrunda tövbe ettiler.

Ömrünün sonuna kadar insanları irşâd ile meşgûl oldu. Son olarak insanlara nasîhat için Cizre’ye gittiği sırada hastalandı. Oradan Basret köyüne getirildi. Bir iki gün sonra kırk iki yaşında vefât etti.Şeyh Hüseyin ve Şeyh Muhammed Hâlid onun halîfelerindendir.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]

Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)

1) Kitâbu Ahvâl-üd-Dürriyye fî Silsilet-iz-Zibâriyy

[/toggle]

Şeyh Halid-i Zebari Silsile-i Şerifi

Şeyh Muhammed Ayni (k.s.)

Siirt – Eruh – Ayne (bağgöze köyü).

Anadolu velilerinden. Doğum tarihi bilinmemektedir. 1859 (H.1276) senesinde vefat etti. Türbesi Eruh’ta Ayni (Bağgözü) köyündedir. Babası Şeyh Muhammed, mürşid-i kamil bir zattı. Memleketinde ilim tahsiline başlayıp ilm-i aletten Şerh-i Şemsiyye kitabına kadar okudu. İlim tahsili sırasında bir gün Şeyh Salih Sibkî’yi ziyaret için Basret köyüne gitti.Şeyh Salih hazretleri onun mürşid olmaya istidatlı ve kabiliyetli bir kimse olduğunu görerek onu yetiştirip kendine vekil olarak insanların irşâdı ile vazîfelendirdi. Bu emir üzerine bir hafta Ayni, bir hafta da Basret köyünde kalmak suretiyle insanların irşadı ile meşgul oldu. Dünyaya hiç meyletmezdi. Üstün haller sahibiydi.

O devrin paşalarından Kenan Paşa, Şeyh Muhammed Ayni hazretlerini ziyaret maksadıyla Siirt’e oradan da Ayni köyüne gitmişti. Askerleriyle birlikte Ayni köyüne varınca, caminin avlusunda bir hasır üzerine oturdu. Paşa için yemek hazırlamak istediler. Şeyh hazretleri; “Bu hususta tekellüfe girmeyiniz, kendinizi zorlamayınız.” dedi. Evinde arpa unundan yapılmış iki yufka ve iki gün önce pişirilmiş et yemeği vardı. Bunları yedirmek bizim için ar olur dedilerse de, Şeyh hazretleri; “Bunlar yemek olarak kafidir. Mevcud olan bunlardır. Bunları ikram etmekte bir mahzur yoktur.” dedi. Sonra kendisi Kenan Paşa’nın yanına gitti.Paşa onu görünce ayağa kalkıp hürmetle elini öptü ve duâ istedi. Sofrayı getirmelerini söyleyince, Paşanın önüne iki yufkayı ve et yemeğini koydular. Bunları yedi. Sonra kalkıp Şeyh Muhammed Ayni hazretlerinin elini tekrar öptü. Teşekkür ederek müsade isteyip ayrıldı. Dönerken yolda adamlarından biri, Şeyh’in huzurunda ne yemeği yediğini sorunca; “Arpa ekmeği ve bayat et yemeği yedim. Yemin ederim ki ömrümde böyle lezzetli yemek yemedim.” dedi.

Şeyh Halid Zibari onun halifesi ve damadıdır. Damadı olunca onu kendine vekil etmek istedi. Ancak o bunu kabul etmeyip medrese hocalığı yapmak istediğini bildirdi. Bu hususta uzun müddet ısrar etti. Kabul ettiremedi. Bir gün talebelerine; “Hazırlık yapınız. Yarın oradaki ve çevresindeki insanları irşad için Basret köyüne gideceğiz.” dedi. Adeti üzere bir hafta Ayni köyünde bir hafta da Basret köyünde ikamet ederdi. İhtiyarlayıp gidip gelemeyecek hale gelinceye kadar bu adetine devam etti. Bu sebeple o havalinin irşad işini Hâlid Zibârî’ye vermek istiyordu.

Pekçok müridinin de bulunduğu bu yolculukları sırasında, namaz vaktinde namaz kılmak ve istirahat için bir akarsuyun başında durdular. Bu sırada şeyhlerinin ve Peygamber efendimizin ruhaniyetinden yardım isteyerek talebesi Şeyh Hâlid Zibarî’nin kalb gözünün açılması ve halifelik teklifini kabul etmesi için dua etti. Şeyh Halid Zibari bu sırada bir ağaç altında bir müddet uyumuştu. Uyandığında yüzünde bir nur parlıyordu. Hocası onun güzel bir rüya gördüğünü anlayıp ne gördüğünü sordu. O da; “Rüyâmda Şeyh Hâlid Cezeri’yi gördüm. Bana hırka giydirdi kalb gözüm açıldı. Sizin emrinize uymamı, razı olmamı söyledi.” dedi.Sonra Basret köyüne gittiler. Orada kendi yerine Şeyh Hâlid Zibarî’yi halife tayin etti. İnsanlara İslamiyeti anlatmakla vazîfelendirdi. Bunun üzerine o da Basret köyüne yerleşti. İrşâdı o havâlide, Siirt ve Mardin çevresine kadar yayıldı.

Vefâtı yaklaşınca, evladlarına ve talebelerine yaptığı vasiyetinde Aynî köyünün batısındaki tepenin üzerine defnetmelerini söyledi. Kabri üzerine üstü açık, kubbesiz türbe yapmalarını ve kubbe yerine türbenin ortasına o bölgede meşhur olan bıtım ağacı dikmelerini söyledi. Vefatından sonra kabri üzerine yapılan türbenin üstünü de bir kubbe ile kapattılar. O gece köy halkı bir gürültü duydu. Sabahleyin yaptıkları kubbenin yıkıldığını gördüler.Tekrar ve daha sağlam bir şekilde yaptılar. Fakat gece şiddetli bir gürültü ile yine yıkıldı. Bunun üzerine vasiyetine uyarak kubbesiz bir türbe yaptılar, ortasına da bir bıtım ağacı diktiler. Bu ağaç büyüyüp türbenin üzerini kubbe gibi kapattı. Dalları türbenin duvarından taşmadan âdetâ çadır gibi türbeyi kapatmaktadır.
[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Kitâbu Ahvâl-üd-Dürriyye fî Silsilet-iz-Zibâriyye
[/toggle]

Şeyh Hamid-i Mardini (k.s.)

Mardin – Merkez’de

Şeyh Hamid-i Mardini, 1802 yılında Siirt’te doğdu. Aslen Kufe’den gelerek Önce Musul’a, daha sonra da Siirt’e yerleşmiş olan seyyid bir aileye mensuptur. Ailesi Siirt’te yaşarken Şeyh Halid-i Cezeri tarafından Mardin’in irşadı ile gorevlendirilmesi neticesinde yaklaşık kırk yıl bu şehir ve çevresinde görev yapması nedeniyle Şah-ı Mardin diye anılmaya başlanmıştır.

Seyyid nesep olan Şeyh Hamid-i Mardini, Siirt Ulu Camii vaizi ve Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın talebesi olan Abdullah Efendi’nin oğludur. Tahsiline babasının yanında başladıktan sonra Molla Halil-i Siirdi’nin yanında devam etti ve medrese icazeti aldı. Ardından Şam’da Şeyh Hasan el-Baytar, Medine’de Şeyh Yusuf es-Savi, Halep’de Şeyh Ebu’l-Vefa el-Halebi ve Şeyh Davud-i Bağdadi’den ders okudu. Medrese ilimlerini tamamladıktan sonra tasavvufi hayata yonelen

Şeyh Hamid-i Mardini, o donemde Guneydoğu’da daha yaygın olan ve babasının da muntesibi olduğu Kadiriyye tarikatına intisab etti. Sonra Şam’a giderek orada Şeyh Halid Nakşibendi’den ve dönüşte Şeyh Abdulkadir Bilvanisi’den Nakşbendiyye zikri dersleri de almıştır. 1833 yılında hac yolculuğu sırasında da Haleb’de Şeyh Halid-i Halebi’den Kadiri hilafeti aldı.

Şeyh Hamid-i Mardini’nin hayatına baktığımızda sürekli bir arayış içerisinde olduğunu görmekteyiz. Zamanı tam olarak belli olmamakla birlikte 1933 yılındaki hac ziyaretinden sonra Basret’e Şeyh Halid-i Cezeri’nin yanına gelerek seyr u suluka girdi ve Nakşbendiyye icazeti aldı. Seyr u sülukunu tamamladıktan sonra kendisine icazet verilerek Mardin ve çevresini irşad etmek ve tarikat hizmetlerini yaymak üzere görevlendirildi.

1844 yılında Mardin’e giden Şeyh Halid-i Mardini, kırk yıl kadar ilim ve irşad ile uğraştı ve 1882 yılında seksen yaşında Mardin’de vefat etti ve orada defnedildi.

Şeyh Hamid-i Mardini, değişik alanlarda bircok eser kalem almıştır.
Bunlardan bazısı şu şekildedir:
1. er-Risaletu’l-vehbiyye fi suneni’s-salavati’r-rubaiyye
2. Haşiyetu ala tefsiri Kadı Beydavi
3. Haşiye ala Nuhbetu’l-Fiker
4. Urcuzetu’t-tullab fi’z-zuruf ve’l-car ve’l-mecrur ve’l-i’rab
5. Fethu’l-Vehhab şerhu urcuzetu’t-tullab
6. Haşiyetu ala Fevaidi’d-Diyaiyye
7. er-Risaletu’z-zehebiyye fi akaidi ehli’s-sunneti ve cemaati’l-Muhammediyye[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Mevlana Halid-i Bağdadi’nin Halifelerinden Şeyh Halid-i Cezeri ve Basret Dergahı , İbrahim Baz , Tasavvuf Dergisi , 2013/2 s.139-167
[/toggle]

Şeyh Salih-i Sıpki (k.s.)

Şırnak – Cizre – Basret ( İnceler) köyünde (1992 yılında köy boşaltılmıştır)

Bitlis velilerinden. Aslen Bitlislidir. Doğum tarihi bilinmemektedir. 1852 (H.1269) senesinde Cizre’nin Buhtan Dağı köylerinden Basret’te vefât etti. Türbesi bu köydedir. Evliyanın büyüklerinden Şeyh Hâlid Ceziri‘nin sohbetinde kemale erdi. Bu hocasının ikamet ettiği Basret köyüne gidip ondan zahiri ve batıni ilimleri öğrenip hilâfetle şereflenerek icâzet aldı. Hocasının vasiyeti üzerine vefatından sonra Basret köyünde insanları irşâd ile meşgul oldu ve bölgenin halkını irşad etti.

Kerâmetleri pekçoktur. Cinler de onun sohbetinden istifade etmek için huzurunda toplanırdı. Buhtan emiri Bedir Hanın oğullarından biri ölmüştü. Talebelerinden bir kısmı ile birlikte Bedir Hana taziyeye gittiler. Talebeleri yolda, Emire; “Allah ecrini artırsın, sabır versin.” gibi şeyler söylenmesi için aralarında konuştular. Bedir Han onların geldiğini duyunca adamlarıyla birlikte karşılamaya çıktı. Şehir dışında karşılayıp Şeyh Salih Sıbki hazretlerinin elini öptü. Atının üzengisinden tutup arkasından yürüdü. Şehre girince oturdukları mecliste emirler, âlimler ve halk toplandı. Saygı ile huzurunda oturdular. Bedir Hana oğlunun vefâtından dolayı başın sağolsun derken Emire sanki bir talebesine hitap eder gibi; “Allah ecrini artırsın. Ey Emir! Oğlunun vefâtını duyunca çok sevindim! İnşâallah diğer oğullarının büyüğü, küçüğü de ölür! Yaşarlarsa senin gibi zâlim olurlar!” Bu sözleri söyleyince; meclisinde bulunanlar ve talebeleri Emir Bedir Hanın zâlim bir kimse olduğunu bildikleri için kızıp ona zarar vermesinden çok korktular. Emir çok kızmasına rağmen birşey diyemedi. Ancak kendi kendine, ben bu zâtı bir tecrübe edeyim. Eğer gerçekten velî bir zât ise ona talebe olurum. Öyle değilse şiddetli bir cezâ vereyim!” dedi.

Şeyh Sâlih Sıbki köyüne döndükten sonra, Emir, adamlarından birine helal malından kırk mecidiye para verdi. Bu paraların arasına da haram bir para karıştırdı. Eğer bu haram parayı ayırmadan hepsini alırsa o velî değildir, diyerek gönderdi. Emirin adamı Basret köyüne varıp paraları Şeyh Sâlih Sıbkî hazretlerine verip; “Bunlar size, Emir Bedir Hanın hediyesidir, diyerek kırk mecidiyeyi önüne koydu. Emirin helal paralar arasına karıştırdığı haram parayı göstererek; “Bunu emire götür. Bu para haramdır. Onun helal malından değildir!” diyerek gelen kimseye geri verdi. Emirin adamı gelip durumu anlatınca, Emir Bedir Han onun velî bir zât olduğunu anlayıp ona âşık oldu. Huzuruna gidip elini öptü ve sâdık talebelerinden olup, adil, tebeasını gözeten, haktan ayrılmayan bir emir oldu. O kadar âdil ve güzel ahlâklı bir emir oldu ki, adâleti ve güzel ahlâkı, âlimler ve halk arasında darb-ı mesel hâlini aldı.

Şeyh Sâlih Sıbkî hazretlerinin Şeyh Yahyâ isminde bir oğlu vardır. Halîfeleri Şeyh-ül-Hazîn lakabıyla meşhur Şeyh Muhammed Fersâfî, Şeyh Muhammed Aynî, Şeyh Muhammed Ahtabî’dir. Vefâtına yakın halîfelerinden Şeyh Muhammed Aynî’nin makamına geçip, Basret de kendine vekâlet etmesini vasiyet etti. Basret köyündeki türbesi ziyâret mahallidir. Türbesine ziyârete gelenlerden gereken edebi göstermeden içeri giren kimselerin, bir belâya tutulduğu halk arasında meşhurdur.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Kitâbu Ahvâl-üd-Dürriyye fî Silsilet-iz-Zibâriyye
[/toggle]

Şeyh Halid-i Cezeri (k.s.)

Şırnak – Cizre – Basret ( İnceler) köyünde (1992 yılında köy boşaltılmıştır)

Şeyh Halid-i Cezeri hazretleri , Cizre ilçesinde doğmuştur. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Cizre’nin köklü ailelerinden biri olan Hacı Zuraf ailesinden olan Şeyh Halid-i Cezeri, Hacı Zuraf’ın amcasıdır. Bugun Cizre’de Ozkan, Oktaykaan ve Emek soyadını taşıyanlar bu ailenin mensuplarıdır.

Şeyh Halid-i Cezeri, ilim tahsiline memleketi olan Cizre’de başladı. O dönemlerde Botan bölgesinin en meşhur medresesi olan Cizre’deki Kırmızı Medrese’de birçok büyük alimden ders aldı.

Mevlana Halid-i Bağdadi, Irak’tan Şam’a geçerken, tarih boyunca bir ilim ve irfan merkezi olan Cizre’ye uğrayarak Nakşbendi tarikatını anlatmak ve halkı irşad etmek ister. Cizre’de halkın büyük teveccühü ile karşılanır. Kendisini misafir ve ziyaret eden ilim ehli arasından “Molla Halid” olarak tanınan Halid-i Cezeri’nin ilmini ve halini beğenir ve onu Şam’a davet eder. Bunun uzerine Halid-i Cezeri, Mevlana Halid-i Bağdadi ile birlikte Şam’a gider ve orada seyr u suluka girer. Bu sürenin ne kadar olduğu konusunda kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Halid-i Cezeri, şeyhinin yanında büyük bir mahviyet ve tevazu ile hizmete devam etmiş, onun teveccühüne nail olmuş ve eğitimini tamamladıktan sonra kendisine tasavvufi icazet verilerek Cizre, Mardin, Diyarbakır ile Botan bolgesinde bulunan dağlardaki köylerin irşadı ile görevlendirilmiştir.

Mevlana Halid-i Bağdadi’nin önde gelen halifelerinden biri olan Şeyh Halid-i Cezeri, şeyhi tarafından özellikle Cizre halkının irşadı icin görevlendirilmiş ve bu vazife tamamlanmadan şehri terk etmemesi istenmiştir. Bu emir uzerine, ilk yıllarda onun faaliyetlerine karşı çıkanlar olmuşsa da o bir yandan muderrislik vazifesi, bir yandan da yoğun bir irşad hizmeti yürütmüştür. Bu vazifenin Cizre’de ne kadar sure ile devam ettiği tam olarak bilinmemekle birlikte kaynaklarda geçen ve halen Cizre’de ilimle uğraşan hemen herkesin sözlü olarak naklettiği bir olay, Halid-i Cezeri tarafından Cizre’deki irşad hizmetlerinin tamamlandığına bir işaret olarak kabul edilir.

Buna göre, şehri çevreleyen Dicle nehrinin iki yakası arasında bir köprü bulunmadığından gecişler ve her turlu taşımacılık “Kelek” adı verilen tahta sallarla gerçekleştirilmektedir. Bir zaman bu tahta sallardan biri üzerinde yolcularca unutulan bir çanta uzun süre orada kalır. Nihayet, çantanın sahibi olmadığına inanılan bir kişi tarafından alınması üzerine şehir halkı bu olaya büyük tepki göstererek çantayı alan kişiyi şehirden cıkarırlar. İşte bu olay üzerine Şeyh Halid-i Cezeri, şeyhi Halid-i Bağdadi tarafından verilen Cizre’nin irşadı vazifesinin tamamladığına kanaat getirir ve kuzeyde bir yere yerleşme arzusu duyar. Bunun üzerine Gabar Dağı’nın batısında bulunan Demirboğaz (Kerhver) köyüne yerleşir. Ancak bir süre sonra Kerhver köyünün doğusunda ve Gabar Dağının zirvesine daha yakın Basret köyüne geçer.

Basret Köyü, içinden geçen bir çay ile batıda Hacıaliye, doğuda ise Derşev aşiretlerinin sınırlarının ortasındadır. O tarihte sıklaşan ve şiddetlenen iki aşiret arasındaki sınır tartışmaları nedeniyle, her iki aşiretin ileri gelenleri bir araya gelerek Kerhver köyünde ikamet eden Şeyh Halid-i Cezeri’yi hakem tayin ederler. Ancak yapılan anlaşmaya sadakat konusunda sorunlar devam edince, iki aşiretin arasındaki bu köyün kullanımını Şeyh Halid-i Cezeri’ye vermek ve onun ilim ve irfanından istifade etmek konusunda anlaşırlar. Şeyh Halid-i Cezeri, kendisine yapılan bu teklifi kabul ederek Eski Basret olarak bilinen yerleşim alanında büyük bir mescid ve buna bağlı bir medrese ve bir dergah kurarak tedris ve irşad hizmetlerine başlar.

Şeyh Halid-i Cezeri’nin tedris ve irşad hizmetleri arttıkca Hacıaliye ve özellikle Basret köyünün doğusunda ve Gabar Dağı’nın zirvesinde bulunan Derşev Köyü ve Derşev aşireti mensuplarından cok sayıda kişi ona intisap ederler. Medrese ve dergahta eğitim alan Derşevi ailesine mensup Şeyh Muhammed Nuri ed-Derşevi ve Şeyh Abdulhakim ed-Derşevi gibi birçok alim ve arif yetişir. Basret Dergahı kısa sürede bölgede adından çok zikredilen bir irfan merkezi haline gelir. Bölgenin tanınmış alimlerinden biri olan Molla Halil-i Siirdi, Şeyh Halid-i Cezeri’yi Basret köyünde sık sık ziyaret eder, onun sohbetlerine katılır ve ondan hilafet alır.

Doğu ve Guneydoğuda irşad hizmeti yürüten hemen bütün tarikat şeyhlerinin ortak yönlerinden bir tanesi, her yıl ortalama üç ay kadar kendi çevrelerinde ve halifelerinin bulundukları bölgelerde belli sayıdaki talebesiyle birlikte irşada çıkmalarıdır. Şeyh Halid-i Cezeri de bu çercevede irşad faaliyetleri yürütmüştür. Bircok tanınmış alim Şeyh Halid-i Cezeri’nin yanında medrese okumuş ve tasavvufi eğitimden gecerek ondan icazet almıştır. Bu alimlerden , Basret dergahında postnişin olan Şeyh Salih-i Sıpki , Mardin ve çevresinin irşadı için görevlendirdiği Şeyh Hamid-i Mardini ve Gavs-ı Hizani olarak bilinen Sıbgatullah Arvasi hazretleri en önemlileridir.

Şeyh Halid-i Cezeri, kurduğu medrese ve dergah ile tedris ve irşad merkezi haline getirdiği Basret köyünde 1839 tarihinde vefat etmiştir. Kabrinin üzerine Mardinli ustalar tarafından kubbeli bir türbe yapılmıştır. Vefatından sonra türbesi bölge halkının en onemli ziyaret mekanlarından biri haline gelmiştir.

Halid-i Cezeri’nin erkek cocuğu olmamış, üç kızını üç halifesi veya ailesinden birileri ile evlendirmiştir. Kendisinden sonra Basret Dergahı’nın postnişini olan Şeyh Salih-i Sıpki ile Mardin bolgesindeki halifesi Şeyh Hamid-i Mardini’nin oğlu damadı olmuştur.

Şeyh Halid-i Cezeri Hazretleri’nin Silsile-i Şerifi

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Mevlana Halid-i Bağdadi’nin Halifelerinden Şeyh Halid-i Cezeri ve Basret Dergahı , İbrahim Baz , Tasavvuf Dergisi , 2013/2 s.139-167
[/toggle]

Taşkesenli Şeyh Abdulkuddüs Efendi

Erzurum – Taşkesenli camii aile haziresinde.

1913 yılında Taşkesen köyünde dünyaya gelir. Babası Taşkesenli Şeyh İbrahim Efendi olup annesi Muhsine hanımdır. Nesebi, baba tarafından Hazreti Abbas (r.a)’a, anne tarafından Hazreti Hüseyin (r.a)’e ulaşır. İlk tahsiline Taşkesen medresesinde babası ve amcası Molla Hüseyin Efendi yanında başlar. Tahsil hayatı çok çileli bir döneme rastlamaktadır.1918-1930 yılları hem İstiklal Harbinin olduğu yıllar ve sonrasında yapılan inkilap hareketleri ve benimsetilme çalışmalarını yoğun olduğu yıllardır. Daha 13 yaşında iken babası İbrahim Efendi Şapka Kanununa muhalefetten dolayı Şark İstiklal Mahkemesi tarafından önce hapis cezasına ve sonrasında Manisa Demirci’ye sürgün edilmiş, evi, medresesi ve bütün mal varlığı ile ateşe verilerek yakılmıştır. İhtiyar annesi ile birlikte derhal köyü terk etmeleri emredilmiştir. 1945 yılında tekrar Sancak köyüne dönerek baba medresesini inşa etmiş ve ilim, tasavvuf üzerine medresede talebelere hizmet vermiştir. 1978 yılında vefat etmiş ve Taşkesen’deki babasının türbesine defn edilmiştir.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]

Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)

Erzurum’un Kandilleri , Abdurrezzak Türk , Arı sanat Yayınları

Silsile-i Aliyye’nin Taşkesenli Halkası , Fuat Taşkesenligil

[/toggle]