Tayyar Baba (ks.)

Tayyar Baba (1902-1973)’nın türbesi, Harput’tan Meteris mezarlığına çıkılırken Beyzade kabristanlığının güney batı yönünde, Elazığ’a bakan bir düzlüktedir

“Mücazoğulları” ailesinden gelen Cafer-i Tayyar’ın babası Hızır’dır. İlk eğitimini aile çevresinden alır. Ağabeyi Hacı Mehmet, Hacı Ömer Hûdaî Baba’nın yanında yetişmiştir. Dolayısıyla Kadirilik tarikatına meyli ağabeyi Hacı Mehmet’ten gelir. Ağabeyi bir süre sonra Şam’a Sancak Beyi olarak gider ve oradaki bir muharebede şehit düşer. Tayyar Baba genç yaşta babasını da kaybeder. Artık ailenin geçim yükü Tayyar Baba’nın omuzlarındadır. Harput’a gelen Tayyar Baba dabaklık mesleğini öğrenir ve bu sırada Kadiri tarikatına intisap eder. Kadiri ve Yesevi Tarikatı mensuplarının oturup sohbet ettiği Nadir Baba dergahına yerleşir.

Bir gün Midyat çevresinde bulunduğu sırada halktan birine burada meşayıhtan birinin olup olmadığını sorar. Ona, “ilerde bir mağarada bir fakih var” derler. Tarif edilen mağarayı bulur. Mağaranın içerisi karanlıktır. Ama, ilerde bir ışık görür. O ışığa doğru gittiğinde orayı aydınlatan ışığın orada oturan zatın yüzünden yayıldığını farkeder. Yaklaşınca o zat kendisine, “Gel Tayyar Baba gel… Seni bekliyordum. Ben seni görmeye gelecektim ama, çok ihtiyarım.” der. Sanki kırk yıldır birbirini arayan iki sevgili gibi hemhal olurlar. Tayyar Baba bu olayı anlatırken, “Onun yanında çok zevkler yaşadım. Bazen onun bedeninin kaybolduğunu gözlerimle gördüm. Bazen de kendi bedenimin yok olduğunu fark ediyordum.”, der.

EHarput’un Elazığ’a taşındığı günlerde o da askerliğini bitirerek Elazığ’a döner. Kazım Efendi ona eski İzzet Paşa Camii yanında bir hücre ayarlar Artık Tayyar Baba günlerinin büyük bir kısmını bu hücrede geçirir. Kısa zamanda bu hücre onun sohbet meclisi olur. Bu sıralar Göllü Mustafa Baba’dan da icazet almıştır . Tayyar Baba bir süre eski İzzetpaşa Camii’nin bir hücresinde kaldıktan sonra önce bir ev bularak kiraya çıkar. Daha sonra Mustafa Paşa Mahallesi’nde bir ev satın alarak taşınır. Kısa zamanda çevresinde her kesimden büyük bir mürit topluluğu oluşur. O, kırk yaşında iken Erzurum göçmenlerinden Yusuf Efendi’nin kızı Feride Hanımla evlenir. Tatür ve Abdulkadir isminde iki oğlu dünyaya gelir.

[toggle title=”Tayyar Baba’nın Menkıbeleri” load=”hide”]

Menkıbeleri ;

…….Anlatılır ki, bir Ramazan ayında Tayyar Baba eşeğine oruç tutturmaya karar verir. Akşamdan akşama önüne yem doldurur, suyunu verir. Sahurdan sonra önünü temizler. Bir ay sonra bayram günü sırtına binerek Harput’a çıkar. Orada Allah-u Teala’ya şöyle niyazda bulunur. “Rabbim, oruçtan kasıt aç ve susuz kalmak ise, eşek olarak yarattığın bu canlı, Tayyar kulundan daha iyi oruç tuttu. Yok eğer oruç bunun ötesinde bir şey ise, ne olur bana bu sırrı bildir.” Daha sonraları, oruç konusu geçtiği zaman çevresindekilere, “Hamdolsun, Rabbim bana orucun hikmetini bildirdi.”, dermiş.

…….Bir gün Ermeni komşusu olan Saatçi Poto namı ile bilinen kişi kapısını çalar. İçeri girdikten sonra Tayyar Baba’nın elini öper ve bir köşeye geçerek oturur. Biraz sonra koynundan çıkardığı rakı şişesini açarak içmeye başlar. Tayyar Baba’nin müridleri, o anda Efendi orada olmasa, Ermeni Poto’yu döve döve dışarı atacaklar. Tayyar Baba durumu fark edince, “Oğlum Feyzi, git mutfaktan bir bardak getir, rahat içsin.”, der. Bardak gelince Ermeni Poto rakısını bardaktan içmeye başlar. Aradan uzun bir süre geçer. Ermeni Usta kalkıp gider. Tayyar Baba kızmış bulunan müritlerine dönerek, “Ne oldu yani, en fazla bardak kirlendi. Yıkarsınız temizlenir, olmazsa kırarsınız. Evi de havalandırırsanız koku gider. Ama o evimize gelmiş Tanrı misafiridir. Misafire iyi davranmak lâzım”, der.

……Nazif Esen’den nakledildiğine göre, “1951 yılında önce Bingöl’e, sonra Niğde’nin Bor kazasına asker olarak gidiyorum. Nakil sırasında Bingöl’den Elazığ’a geldik, iki saatlik rötarımız var. Muhafız onbaşıya dedim ki: “Burada bir akrabam var görüp geleceğim. Zorla izin aldım. Niyetim Tayyar Baba’yı görüp sonra Niğde’ye gitmekti. Efendinin yanına geldim, bana: “Nereye verdiler?” dedi. Ben Bor ilçesini söylemeden “Niğde’ye” dedim. Güldü: “Niye öyle korka korka gidiyorsun, Bor iyi bir yerdir. Havası, suyu tıpkı sizin Palu’ya benzer.” Tayyar Baba’dan ayrılacağı zaman: “Nazif, o ki Bor’a gidiyorsun, sana iki tembihatım var. Birincisi, orada “Kuddusi Baba” diye bir zat yatıyor, önceleri orası türbeydi. Şimdi sanmıyorum ki orada türbe kalsın. Onun kabr-i şerifine bir uğra, benim selamımı ilet. İkinci isteğime gelince, orada Kuddusi Efendi’nin yolunda giden Ahmet Efendi diye bir zat var, bir de onu bularak selamımı ilet.” Biz çekip Bor’a gittik, izinlerde askerin gidebileceği bir kahve vardı. O sıralar asker çayı beş kuruş, sivil çayı on kuruştu. Tabi askerin çayı açık oluyordu, ilk gidişimde bana açık bir çay getirdiler. Çayı döküp parasını koydum, ikinci gidişimde yine açık çay gelince yine döktüm. Ocaktaki çaycı yanıma gelerek: “Asker, bu çayı niçin döküyorsun?” dedi. Ona, “Bana sivil çayı getir, sivil parası al.” dedim. Adamla dost olduk. Sürekli bana ocağın yanında bir sandalye ayırmıştı “Bundan sonra buraya her gelişte bu sandalye senin.” dedi. Bor’da “Paşa Camisi” diye büyük bir cami vardı. Bir gün izin çıkışı o camiye giderek namaz kıldım. Niyetim başta imam olmak üzere, yaşlı kimselere Kuddusi Efendi’nin türbesini sormaktı. Nitekim cami çıkışında kime sordumsa, Kuddusi Efendiyi tanıyan çıkmadı. Müftüye gittim, ne yazık ki o da tanımadı. Canım çok sıkılmıştı. Doğru kahvehaneye geldim. Baba bana bir iş söyledi yerine getiremiyorum diye üzgündüm. Ocakçı dalıp gittiğimi görmüş olacak ki: “Nazif Onbaşı” diye seslendi. Adama döndüm, biraz da kızarak, “Böyle memleket olmaz.” , dedim. “Burada bir tek büyük zat var, onu da kimse tanımıyor.” Ocakçı “Kim?” dedi. Olayı olduğu gibi anlattım. Başladı gözlerinden yaş akmaya. Bana, “Gel” diyerek dışarı çıkardı. Eliyle bir kaç yüz metre ilerde büyük bir binayı gösterdi. “Kuddusi Efendi’nin türbesi önce orada idi. Bor büyüyünce türbeyi yıkarak Asri Mezarlığa naklettiler. Zaten o eski yeri de mezarlıktı.” Bana Ahmet Efendi’nin dükkanını tarif etti. Ahmet Efendi saatçilik yapıyordu. Onun dükkanına gittiğimde, “Buyur asker ağa.” dedi. “Ben Elazığlıyım, Tayyar Baba’nın sana selamı var.” dedim. Biraz düşündü. “Hangi Tayyar?” dedi. Ben de, “Caferi Tayyar Baba” diye karşılık verdim. Yeniden düşündü. Sonra “Yaa, Tayyar Baba büyük bir adam, hayır duasını alın size yeter.” dedi. Olayı onunla da konuştuk. Bana Kuddusi Baba’nın mezarını tarif etti. Ne yazık ki izine gelene kadar o büyük zatı gidip ziyaret edemedim, izin için memlekete geldiğimde, Tayyar Baba beni görür görmez, “Ben sana küsmüşüm.”, dedi. “Niçin Baba?”, dedim. Biraz üzgün bir şekilde, “Sana iki şey söyledim, birini yerine getirmedin. Emanete ihanetin cezası ağırdır.” dedi. İzinden döndüğümde arkadaşlarımı da yanıma alarak Asri Mezarlığın yolunu tuttum. Birlikte mezar taşlarını okumaya çalışıyoruz. Tabi esas maksadımız Kuddusi Baba’yı aramaktı. Buraya nakli sırasında türbesi yıkılınca ikinci defa türbe yaptırmamışlardı. Neticede bulduk. Ben Yasin-i Şerif okumaya başladım. Nefsim ise, okuma burası değil, diyor, içimden, “Ya Kuddusi Baba”, dedim. “Doğru ise bana işaret ver. O anda ayağımın altından üç defa “güm, güm, güm” diye bir ses geldi. Rahatlamıştım. Dönerken asker arkadaşlarımdan birisi yaklaştı, “Nazif” dedi, “Yasin-i Şerifin falan yerinde alttan gelen sesi ben de duydum.” Ağlamaya başlamıştım. Netice olarak, askerlik bitip Elazığ’a döndüğümde, Baba’yı ziyarete gittim. Beni görür görmez, gülmeye başladı. “Nazif, işte şimdi yüz akı ile geldin. Mezarı epeyce aradınız ama sonunda da buldunuz. Allah sizden razı olsun.”, dedi.

[/toggle]

Tayyar Baba ile ilgili birçok menkıbe anlatılır. Vefat etmeden önce kendisinin Harput’a gömülmesini ve kendisi için türbe yaptırılmamasını istemiştir. “Ancak ne zaman mezarının altında berrak bir su çıkar, bu su altı altı ay akar ve daha sonra kesilirse”, türbesinin o zaman yapılmasını vasiyet eder. Bu işaretten sonra oğulları türbesini yaptırmıştır. Bu ziyaretgâha özellikle tatil günlerinde insanlar akın akın gelir, Kur’an-ı Kerim okuyup dua ederler. Bazı insanlar da maddi ve manevi hastalıklardan kurtulup şifa bulmak maksadıyla gelir ve adaklarda bulunurlar.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma
[/toggle]

Beyzade Efendi (ks.) (Beyzade Ali Rıza Efendi)

Elazığ – Harput Ulu camii avlusunda

Beyzade Efendi kendisini tamamen ilme ve tasavvufa verdiği için dünya malıyla hiç ilgilenmez. Harput’taki tek katlı evini kendisi hac ziyaretine gittiği sırada oğlu yıktırarak iki kata çıkarınca, oldukça üzülür, çocuklarına sitem eder. “Beni şimdiden sonra dünyaya mı bağlayacaksınız?.. Komşuların evinden yüksek oldu, onların yüzüne nasıl bakarım?”

Beyzade Efendi’nin (k.s.) Silsile-i Şerifi

Esas adı Hacı Ali Rıza Efendi (1810-1904) olan Beyzade’ye Büyük Beyzade Efendi de denir. Baba adı Hacı Bakır’dır (Hacı Bekir). Dedeleri Özbekistan bölgesinden göç ederek önce Buhara’ya, daha sonra Mısır’a gelirler, bir müddet burada kaldıktan sonra 1798 yılında Napolyon’un Mısır’ı işgali üzerine kendi boylarına bağlı 40 kadar aile ile birlikte Şam, Halep, Urfa ve oradan da Musul’a giderler. Bu gruptan bir kısmı Musul’da kalmayı tercih eder. Diğer bir grup tekrar Türkistan’a dönmek için hazırlık yaparken, Bakır Bey’in etrafındaki küçük bir grup da bunlardan ayrılarak Harput’a gelir. Bu seyahatlardan oldukça yorgun bir şekilde Harput’a ulaşan Bakır Bey, burasını İslâmi ideallerine uygun bulduğu için yerleşir. İlk defa iki kardeş Kurşunlu Medresesi’nde bir hücrede beyaz külah imal ederek ailesinin maişetini karşılamaya çalışmış, bu arada kendilerini ilme vermeyi de ihmal etmemişlerdir.

Hacı Bakır’ın oğlu olan Beyzade Hacı Ali Rıza Efendi, 1810 yılında Harput’ta dünyaya gelir. Hacı Mahmut Efendi isminde bir de büyük kardeşi vardır. Babalarının ilme düşkünlüğü çocuklarını da ilme yöneltir. Beyzade Hazretleri önce Şeyhü’l Ulema Hacı Ali Efendi’den, daha sonra Harput’un büyük alimi Dağıstanlı (Mehmet Efendi) Hoca’dan dersler alır. Kabiliyeti ve öğrenme arzusu yüzünden hocaları da Beyzade’yi çok severler. Beyzade Hacı Ali Rıza Efendi ilim tahsilini sürdürürken tasavvufa da ilgi duyar. O, bu ilgiyi daha çok Dağıstanlı Hoca’dan almıştır. Kısa zamanda büyük merhaleler kateder. Durup dinlenmeden bilgisini geliştirir. Dağıstanlı Hoca’nın en başarılı talebelerinden birisidir. Harput halkı kısa zamanda Beyzade’yi sevmeye başlar. Ne var ki, Dağıstanlı Hoca ona icazetini veremeden ölmüştür. O, ölüm döşeğinde iken kendi yerine müderrisliğe Beyzade’nin getirilmesini vasiyet eder. İbrahim Paşa Medresesi sahibi Çötelizade Sırma Hatun’a, “Ben yakında öleceğim, ölümümden sonra müderrislik için bir çok dedikodular, hatta kavgalar olacaktır. Sana vasiyet ediyorum, benim yerimi ancak Beyzade Ali Rıza doldurabilir. Müderrisliği ona vereceksin. Şayet başkalarına verecek olursan kıyamet gününde saçlarından tutup seni sürüm sürüm süründürürüm”, der. Hakikaten Dağıstanlı Hoca’nın ölümünden sonra dedikodular başlar. Bunun üzerine Antep ulemasından meşhur Küçük Ali Efendi kendisine gıyaben bir icazetname gönderir. Ancak bundan sonra İbrahim Paşa Medresesinde müderrisliğe başlar.

Beyzade Efendi’nin ilk hanımı Sarını köyü beylerinden birinin kızı olan Emine Hanımdır. Bu köyde hanımından kalan oldukça geniş arazileri vardır. Ama o, bu arazilerle pek fazla ilgilenmez. Önceleri bu arazileri köyde tembih ettiği kişiler çekip çevirirler; daha sonra bu hanımından olan oğlu Mehmet Nuri Efendi büyüyünce bu işleri ona bırakır. Beyzade Hazretleri’nin hanımı (Sarınılı) öldükten sonra evliliğini Hoş Köyü’nden yapar. Bu hanımından kalan arazilere de yine bu hanımının oğlu olan Baha Efendi (Bahaeddin Efendi) bakar. Beyzade Efendi kendisini tamamen ilme ve tasavvufa verdiği için dünya malıyla hiç ilgilenmez. Harput’taki tek katlı evini kendisi hac ziyaretine gittiği sırada oğlu yıktırarak iki kata çıkarınca, oldukça üzülür, çocuklarına sitem eder. “Beni şimdiden sonra dünyaya mı bağlayacaksınız?.. Komşuların evinden yüksek oldu, onların yüzüne nasıl bakarım?” Kendisi tasavvufta yüksek bir takvaya sahiptir ve yıllarca halkı irşat eder. On binlerce insana ilmi ve Müslümanlığı öğretir. Yaşadığı çağın en büyük alimlerinden birisidir. Gerek Nakşi, gerekse Kadiri ve diğer tarikatların usûl ve erkanını en iyi şekilde bilmektedir.

[toggle title=”Beyzade hazretleri’nin Menkıbeleri ” load=”hide”] Menkıbeleri

…….Halk arasında onu menkıbeleştiren olaylardan biri şöyle nakledilir.
“Deli Mustafa, dedik ya, bazen çıplak gezer. Bir gün yine sokaklarda çıplak gezerken Beyzade Hoca görür ve kızgınlıkla bağırır:
-Mustafa bu ne hal, çabuk git üzerini giy!
Mustafa, buruk saygın bir insan tarafından azarlanmanın, verdiği utançla oradan ayrılır. O gece Beyzade Hoca’nın rüyasına giren Peygamber Efendimiz, Hoca’ya:
-Mustafa’ya dokunma, der.
Beyzade Hoca:
-Ya Resulallah, ya şeriatı kaldır, ya Mustafa’yı giydir, diye karşılık verir.
Sabah olur. Hoca yine Harput’un dar sokaklarında Mustafa ile karşılaşır. Bakar ki, Mustafa giyinmiş, memnun bir ifade ile:
-Aferin Mustafa, bak ne iyi olmuş. Mustafa sitemkâr, Hoca’ya dönerek: -Baba boş ver, sana Resulallah bile söz anlatamadı,
der ve uzaklaşır.”

…..Bir gün Urfalı Nakşibendi şeyhlerinden Mehmet Ruhavi Hazretleri Elazığ’ın Aksaray Mahallesinde oturan Latif Ağa’nın konağına gelmiştir. Latif Ağa Mehmet Rehavi Hazretleri’nin mürididir. Rehavi Hazretleri buradaki konuşmalardan Beyzade’nin ününü duyunca, onu Harput’tan Aksaray’a çağırtır. (Aksaray o yıllarda ovada bir köydür) Rehavi Hazretleri’nin çevresindekiler Beyzade’nin gelmeyeceğini düşünerek, “Efendi, o büyük bir âlimdir. Sizi tanımayacağından gelmeyebilir,” derler. Rehavi Hazretleri, “Siz gidin çağırın, o gelir.” der. Durum Harput’ta bulunan Beyzade’ye iletilince, “Kimdir bu Urfalı Şeyh” diye sorar. Çağırmak için gelenler: “Efendi o Urfalı bir Nakşi şeyhidir. Bir de çubuğu var, tütün içiyor.” derler. Beyzade Hazretleri, “Allah, Allah, tütün de mi içiyor?” diye şaşkınlık gösterir. Sonra da kalkıp Aksaraylı Latif Efendi’nin konağına gelir. Mehmet Rehavi Hazretleri ile uzun bir halvete dalarlar. Bu Urfalı Nakşi şeyhi bakar ki Beyzade Hazretleri ilmin güneşidir. Ona kendisinin vereceği bir şey yoktur. Urfa’ya döndükten bir müddet sonra, bu sefer de Beyzade Hazretleri ve Latif Ağa Urfa’ya Rehavi Hazretleri’ni görmeye giderler. Orada tam yedi ay misafir olurlar. Bu süre içerisinde hep ilmi ve dini sohbetler yapılır. Gece yarılarına kadar süren bu sohbetlerden her ikisi de sonsuz zevk alırlar. Nihayet Mehmet Rehavi Hazretleri Beyzade’ye inabe vererek Urfa’da onu sülûka sokar. Sülük süresi bittikten sonra Beyzade Hazretleri’ne gerekli icazeti verip, onu irşadla görevlendirir. Böylece, önce Harput’ta Şeyhü’l Ulema Ali Efendi ve Dağıstanlı Hoca’dan, daha sonra Urfa’daki Nakşibendi Şeyhi Mehmet Rehavi Hazretlerinden gerekli ders ve icazeti alan Beyzade Hazretleri’nin, tarikat geleneğine uygun bir şekilde mürşidliği tasdik edilmiş olur.

…..Bir gün ona Kövenk köyünde, Hacı Ömer Hüdai Baba diye birinin çıkıp şeyhlik yaptığını, tarikatının da Kadirilik olduğunu söylerler. Bunun üzerine Hacı Ömer Hüdai Baba’ya 40 sual yazarak yollar. O, gelen bu cevaplarla yetinmeyip bir cuma günü bizzat Harput’a gelerek, zikirlerini göstermelerini ister. Hacı Ömer Hûdaî Baba gelmez ama, ihvanlarını Harput’a yollar. Bunları halk da merak etmektedir. Bir grup ihvan, önde tarikat sancağı, arkalarında müritler ve ellerinde elvaneler, çırpaneler, kudümler Harput halkına bir geçit töreni yaparlar. Cuma namazı kılındıktan sonra cami içinde bir zikir sergilenir. Beyzade bunları sonuna kadar seyreder. Zikir bittikten sonra ihvanların başında gelen Palulu Muhammed Baba’ya, “Ömer Baba’ya selamımı götürün. Kadiriliği bu minval üzre yürütsün” der.

…….Anlatılır ki, Beyzade Efendi bir sene hacca gitmeye karar verir. Arkadaşları ile anlaşıp, para biriktirmeye başlar. Hanımı o sene hamiledir. Bir gün hanımı yatakta yatarken dışarıdan et kokusu gelir. Canı bu etten yemek ister ve Beyzade Efendiye, “Efendi! Şu kızarmış et kimlerde pişiyorsa git benim hatırım için bir parça isteyiver. Canım çekti.” deyince, Beyzade Efendi, “Heey hatun hey!. Bu kadar zenginliğimiz boşunaymış meğer. İstediğin et olsun, kebab olsun. Hemen çarşıya gidip, en alasından sana kebap getiririm.” cevabını verir. Hanımının ısrarla bu kızaran etten istemesi üzerine, Beyzade Efendi üzgün bir şekilde dışarı çıkar. Bu kokunun fakir bir komşularının evinden geldiğini anlar. Utanarak kapıyı çalar ve ayaküstü mevzuyu söyler. Kapıyı açan kadıncağız, “Olmaz efendim! Pişirdiğim et size layık değildir.” der. Beyzade Efendinin ısrarı üzerine kadın gerçeği söylemek mecburiyetinde kalır ve, “Efendim! Üç günden beri çoluk-çocuk açız. Çocukların ağlamalarına fazla dayanamadığım için, sokakta bir köpek yakalayıp kestim. İşte kızaran et budur. Çocuklarımın seslerinin kesilmesi için kızartıyorum. Onları oyalıyorum.” der. Bu durum karşısında gözleri yaşaran Beyzade Efendi, hemen evine dönerek hac için ayırdığı paranın büyük kısmını kadına verir. Geri kalanını çevresindeki fakirlere dağıtır ve hacca gitmekten vaz geçer. Arkadaşları ile kararlaştırdıkları gün gelince,Beyzade Efendi arkadaşlarına hacca gidemeyeceğini söyler. Sebebini öğrenmek isteseler de, Beyzade Efendi söylemez. Bunun üzerine arkadaşları yola koyulur. Uzun ve zahmetli bir yolculuktan sonra Mekke’ye varan arkadaşları hayret içinde kalırlar. Çünkü Beyzade Efendi kendilerinden önce gelmiştir. Bazıları, “Eğer bizden sonra yola çıkmış olsaydı, mutlaka bizi gelip geçerdi. Biz de onu görürdük. Ama böyle bir şey olmadı.” derler. Kabe’nin tavafı esnasında, namaz kılarken, Arafat’a çıkarken hep en ön saflarda Beyzade Efendiyi görürler. Harput’a döndüklerinde Beyzade Efendiye bu durumun hikmetini sorarlar. O da, “Hayır ve hasenat yüzünden. Siz Kabe’ye yürümekle mi varıldığını sanırsınız?” dedikten sonra, olanların hepsini anlatır. Denilir ki, bundan sonra Harput’ta fakirler hiç bir zaman muhtaç duruma düşmez. Zenginler fakir aramak için birbiriyle yarışırlar.

…..Anlatılır ki, Diyarbakır eşrafından Mesut Bey, Beyzade Hazretleri’nin ismini duyduğu için onu görmeye gelir. Akşam Beyzade Hazretleri’nin evinde misafir kalarak bir sohbet toplantısına katılır. Uzun süren bu sohbet gecesinden sonra Beyzade Hazretleri misafirini yatırır, kendisi de gece ibadetine çekilir. Bir süre sonra Mesut Bey uyanır bakar ki, Beyzade Hazretleri namaz kılmaktadır. Tekrar yerine gelir ve yatar. Gecenin bir vaktinde yeniden uyanır, tekrar Beyzade’yi namazda görür. Bu durum bir kaç defa olunca içinden, “Be herif, başın göğe mi değecek?” der. Yattığı yerde bunları mırıldanırken bir de bakar ki gökyüzünde yıldızlargörünmektedir. Gözlerine inanamaz. Tekrar bakar, yine yıldızları görür. Oysa evin üzeri kapalıdır. Birden irkilir. Başını yorganın altına sokar. Biraz vakit geçtikten sonra yeniden yorganın altından başını çıkarır ve bakar, bu sefer gökyüzünü değil, tavanı görür. Uykusu iyice kaçmıştır. Beyzade Hazretleri’nin büyük bir zat olduğunu anlar, içinden böyle bir zatın oğluna kızını vermeyi düşünür. Sabah olunca durumu Beyzade Hazretleri’ne açar. Allah da kısmet ettiği için Mesut Bey’in kızıyla Baha Efendi evlenirler.

…..Anlatıldığına göre, Ulukent’te civardaki insanların yardımıyla geçinen çok fakir bir kişi varmış. Bu kişi vefat ettiğinde civardaki insanlar cenazesini kaldırmaya çalışırken bir de bakarlar ki Beyzade Efendi gelir ve cenazeyi kendisinin kaldıracağını söyler. Böylece Beyzade Efendi mevtayı yıkayıp kefene sarar ve tam tabuta konulacağı sırada, halk arasında “Deli Mustafa” diye bilinen kişi “Tabut boş, Tabut boş” diye birkaç kez bağırır. Cemaatin içinden bu olay karşısında şaşkınlık içine düşen bir kişi defin işlemi tamamlandıktan sonra Beyzade Efendi’nin yanına yaklaşır ve Deli Mustafa’nın neden böyle bir şey söylediğini sorar. Bunun üzerine Beyzade Efendi, ölen kişinin takva sahibi biri olduğunu,rüyasına gelen Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in isteği üzerine bu kişinin cenazesine geldiğini, ancak tabuta konulacağı esnada melekler tarafından götürüldüğünü ve Deli Mustafa’nın da bu olayı gördüğünü söyler.
[/toggle]

Beyzade Hazretleri çevrede uydurma şeyhlik yapanları da sıkı bir takibe almıştır. O, etrafında bu kadar ilgi ve itibar görmesine rağmen gösteriş ve ihtişamı asla sevmez. Halka karşı mütevazidir. Herkese gerekli saygıyı gösterir. Evine gidip gelirken bile ara sokakları tercih eder, kendisinden dolayı kimsenin rahatsız olmasını istemez. Bu gidiş gelişlerde başını kaldırıp hiç bir yana bakmaz. Çok az konuşur, çok az tebessüm eder. Onun en çok dikkat ettiği şeylerden birisi de temizliktir. İslâmiyetin temizlik konusundaki görüşlerini her fırsatta etrafına sık sık anlatır. Harput’ta Ömer Naimi Efendi, Hafız Öğe, Hacı Muharrem Hilmi Efendi’nin üzerinde büyük emeği vardır. Ayrıca icazet verdiği kişiler de bulunmaktadır. Bunlar, büyük oğlu Hacı Mehmet Nuri, Köse Sefer, Hacı Reşit, Müsevvit Ahmet, Kadızade Sadık, Hekimhan Müftüsü Kozagözzade Mahmut, Gergerizade Hacı Ali, Uzun Eminzade Alay Müftüsü Sait, Abdusselamzade Hakkı gibi zatlardır.

Beyzade Hacı Ali Rıza Efendi uzun boylu, iri cüsseli, geniş omuzlu bir zat olup gözleri ela, sakalı beyaz ve uzun, yüzü çok sevimli ve nuranidir. Başına beyaz fes giyer, bu beyaz fesin üzerine kışın büyük ve yeşil sarık, yazın beyaz sarık sarar. Üzerindeki elbisesi mavi ya da lacivert şalvar, yazın Antep alacasından iki etekli entari, yahut limon küfü renginde cübbedir. Sokağa çıktığı zaman elinde uzun bir asa bulunur.

Anlatılır ki, onun İslami konuda alimliği, herkesin onu sevip sayması, bazı Ermenileri rahatsız eder. Bir gün şehirdeki Ermeni komitacılar Beyzade’yi öldürmeye karar. verirler. Bunun için silahlı dört beş Ermeni ona pusu hazırlayarak gecenin karanlığında dar sokaklardan birinde öldüreceklerdir. Ermeni suikastçiler bakarlar ki o camiden çıktıktan sonra etrafında bir bölük asker onu korumaktadır. Plânlarını bir sonraki geceye ertelerler. İkinci gece de aynı durumla karşılaşınca, üçüncü geceye ertelerler. Beyzade durumu farkeder. Bir gece bunları önüne katarak mahallelerine kadar kovalar. Böylece bu hain plânlarından vazgeçerler. Halbuki Beyzade evine hep tek başına gidip gelmektedir. O, namazlarını çoğunlukla Sarahatun Camii’nde kılmaktadır. Buranın anahtarının biri de kendisindedir. Cami müezzini Perili Hafız her sabah ezan okumaya geldiğinde onu mihrabın önünde namaz kılarken görür. Bir gün ondan önce gelmeye karar verir. Ezandan bir saat önce camiye girdiğinde, Beyzade Hazretleri’ni yine mihrabın önünde görür ve, “Yarın daha erken geleyim” der. İkinci gece iki saat önce gelmesine rağmen görür ki, Beyzade yine camidedir. Bunun üzerine Perili Hafız gece yarısı camiye gelmeye karar verir. Saat on iki sıralarında Sarahatun’a gelir. Cebinden anahtarı çıkarıp kapıyı açacağı sırada arkasından bir ses, “Dur açma” der. Perili Hafız biraz ürpererek dönüp arkasına bakar. Seslenen Beyzade’dir. “Hafız” der, “Kırk yıldır bu camiyi ilk ben açıyorum, bırakmam sen açasın.” Bunun üzerine Perili Hafız geri çekilerek camiyi Beyzade’nin açmasına müsade eder. Anlatılır ki, bu insan-ı kâmil, bu büyük veli kırk yıldır camiye hep böyle gelerek, hem nafile namazlarını kılmış, hem de tesbih çekmiştir.

Beyzade Hazretleri vatanseverliğin İslam dininde önemli bir yeri olduğunu 1877 yılında başlayan Osmanlı- Rus savaşında gösterir. Harput halkını konuşmalarıyla heyecana getiren Beyzade, başta kendisi ve oğlu Mehmet Nuri olmak üzere torunu Halit Efendi’yi de gönüllü yazdırarak Ruslar’a karşı savaşmak için Erzurum’a gider. Harput’tan yola çıkan bu bir avuç gönüllü kahramanın at, silah ve diğer levazımatını bizzat Beyzade kendi bütçesinden karşılar. Gittiği Erzurum cephesinde büyük yararlılıklar göstererek geri döner. O böyle bir anda her Müslümanın ne yapması gerektiğini göstermeye çalışmıştır. 1883 yılında Mamuretü’l-Aziz evkaf komisyonu reisliği yapmış olup “Mekke Mollalığı” unvanına sahiptir.

Beyzade Hazretleri uzun zamandır arzulayıp da çeşitli nedenlerle yapamadığı hac ziyareti için hazırlıklara başlar. Bu sefer oğlu Baha Efendi ve hacda hizmetlerini görecek evdeki yardımcısı Emin Efendiyi de yanına alır. Para harcama işini oğlu Baha Efendi’ye havale etmiştir. Yol boyu çeşitli şehirlerde rastladıkları fakirlere verecekleri sadaka miktarını Beyzade Hazretleri tayin eder. Her yoksula üç kuruş, beş kuruş vererek yollarına devam ederler. Bir gün genç biri onlardan sadaka ister. Beyzade oğlu Baha’ya dönerek, “Şuna yirmi kuruş ver” der. Baha Efendi tereddütsüz yirmi kuruşu çıkarır verir ama, içinden, “Yahu bu babamın işlerine de bir türlü akıl erdiremiyorum. Çok yoksul görünen yaşlı kimselere üç kuruş, beş kuruş ver diyor, bu aslan gibi gence yirmi kuruş ver dedi.”, diye geçirir. Bir müddet sonra Beyzade Hazretleri oğluna dönerek, “Sen bu işlere karışma oğlum. Öncekiler parayı kendileri için istediler. Bu genç adam (Allah’ın veli kullarından ya da) Hızır Aleyhisselam’dır. Topladığı paraları fukaralara dağıtacak.” deyince, Baha Efendi bakar ki babası kendi içinden geçenleri de bilmektedir. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Mekke’ye ulaşırlar. Hac görevini ifa ettikten sonra dönüşte Medine’ye geçip yüce Peygamber’in kabr-işeriflerini ziyarete giderler. Beyzade önce tek başına türbenin kapısına gelir. Kapı önünde nöbetçiler vardır. Gelenler türbenin dışından ziyaretlerini yapıp giderler. Oysa Beyzade Hazretleri türbe kapısının tam karşısında durunca, kapı kendiliğinden açılıverir. Nöbetçiler şaşırırlar. Beyzade Hazretleri açılan kapıdan içeri girer. Kapı tekrar kapanır. Bir süre sonra Beyzade yeniden açılan kapıdan dışarı çıkar. Durumu şaşkınlık içinde seyreden nöbetçiler, hiç rastlamadıkları bu olayı oranın Osmanlı Paşası’na bildirirler. Padişahın bu konuda emri de vardır. Burada meydana gelebilecek her olağanüstü olayın kendisine bildirilmesini istemiştir. Kısa bir süre sonra orada görev yapan “müşir” unvanlı Paşa, Beyzade Hazretleri’ni bulur. Önce Baha Efendi ve hizmetçisinin dışarı çıkmasını ister. Baha Efendi olanlara bir anlam veremez. Beyzade Hazretleri, “Emin Efendi kalsın. O bizdendir.” diyerek hizmetçiyi odada bırakır. Müşir içeride Beyzade Hazretleri ile bir süre konuşarak çıkıp gider. Peygamber Efendimizin kabr-i şerifleri şimdiye kadar iki kişiye açılmıştır. Bunlardan biri de Beyzade Hazretleridir. Aradan yıllar geçer. Baha Efendi’nin bu olaydan haberi yoktur. Beyzade Hazretleri’nin ölümünden bir süre sonra hizmetçisi Emin Efendi Baha Efendi’yi ziyarete gelir, “Sana bir şey anlatacağım Baha Efendi.” der. Sonra onu bahçede bir köşeye çekip Hac ziyareti sırasında Medine’de Osmanlı müşirinin niçin ziyarete geldiğini anlatır ve şöyle der: “Meğer Medine-i Münevvere’de Peygamberimizin kabr-i şerifinin kapısı kendiliğinden babanıza açılmış. Durumu öğrenen müşir, babayı ziyarete geldiğinde bu kapının neden babanıza açıldığını sordu. Beyzade Efendi de dedi ki: “Eğer beni ümmetliğe kabul edersen huzuruna al dedim.” işte o zaman kabri şerifin kapısı açılmış ve Beyzade Hazretleri içeri girerek bir müddet orada kalmış.”

Bu olay Beyzade Hazretleri’nin 1904 yılında vefatından sonra ortaya çıkmıştır. O güne kadar bu zatın bu kadar derecesi yüksek bir veli olduğunu kestiremeyenler, onun kabrine koşarlar. Anlatılır ki, bu ilim ve irfan güneşi kendi cenazesinde de büyüklüğünü göstererek, Harputlulara olağanüstü bir gün yaşatır. Muazzam bir kalabalık Harput’un meydan ve sokaklarına sığmaz. Onu büyük bir üzüntü içerisinde şimdiki kabrinin bulunduğu yer olan Meteris Mezarlığına götürerek defnederler. Beyzade Hacı Ali Rıza Efendi’nin vasiyeti üzerine kendisine türbe yapılmaz. Mezarlığın çevresi demir setle çevrilerek aile kabristanlığı haline getirilir. Buradaki şahidelerinin tamamı yeşile boyanmış olup, üzerlerinde kitabeleri bulunmaktadır. Aile mezarlığının iç kısmının tabanına son yıllarda mermer taşlardan oluşan özel bir düzenleme yapılmıştır.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]

Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)

Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma  

[/toggle]

Seyyid Ahmed Çapakçuri (k.s.)

Elazığ – Harput Ulu camii avlusunda

Seyyid Ahmed Çapakçuri hazretleri’nin (k.s.) Silsile-i Şerifi

Seyyid Ahmed Çapakçuri hazretleri ; Bitlis’in Çapakçur ilçesine bağlı Kür köyünde dünyaya gelmiştir. Aslen Bağdatlı olup dedeleri Seyyid Abdulhamid, vaktiyle Bağdat’tan Çapakçur’un Kür köyüne gelip yerleşmiştir. Ahmed Çapakçuri daha çocuk yaşta iken kendisinde bir takım olağanüstü haller ortaya çıkar. İlim öğrenmeye çok hevesli olmasına rağmen bir medreseye gidemediğinden dolayı çok üzülmektedir. Cami-i Kebir (Ulu Camii) imamı Hacı Tevfik Efendi’nin naklettiğine göre, Seyyid Ahmed Çapakçuri 10–12 yaşlarında dağda koyun otlatırken daha önce hiç görmediği bir zat kendisine yaklaşır. Kendisinden halini hatırını soran bu zata Ahmed Çapakçuri halinden hiç memnun olmadığını söyler. Çünkü kendisinin ilim öğrenme arzu ve hevesiyle dolu olduğunu, fakat bu yaşa kadar ancak Fatiha Suresi’ni öğrenebildiğini söyler. Ahmed Çapakçuri’nin istek ve hevesinin farkına varan bu zat, başını okşayarak ona “Allahü Teala seni ilim erbabı eylesin. Sana faydalı ilim nasip eylesin”, diye dua eder ve oradan ayrılır. Ahmed Çapakçuri başından geçen bu olayı akşam babasına anlatır. Bir müddet sonra babası onu devrin büyük Nakşî Şeyhi olan Palulu Şeyh Ali Sebti’ye götürür ve okutup, terbiye etmesi için teslim eder.

Şeyh Ali Sebti hazretleri ; o günden itibaren terbiyesi altına aldığı Ahmed’in manen ve maddeten en iyi şekilde eğitilmesine özen gösterir. Seyyid Ahmed Çapakçuri, on iki yaşından itibaren Ali Sebti’nin Palu’daki evlerinde büyür. Ali Sebti’nin sohbetlerine devam edip çağın alimlerinden maddi ve manevi ilimlerin öğrenimini yaparak büyük bir alim olur. Senelerce nefsiyle büyük mücadele halinde bulunup tasavvuf yolunun; Allah’a kavuşma yolunun bütün derece ve kademelerini Ali Sebti’nin eğitiminden geçerek kemal ve kemale erdirme derecesine ulaşır. Bunun sonucunda Şeyh Ali Sebti’nin en son ve en olgun halifesi olduğu kabul edilir. Seyyid Ahmed Çapakçuri kendisine halifelik verildikten sonra da Ali Sebti’nin yanından ayrılmayıp onun vefatına kadar hizmetinde bulunur, ilminden ve feyzinden istifade eder. Ali Sebti’nin (1786-1871) vefat etmesi üzerine Palu’dan ayrılarak Harput’a yerleşir. On beş yıl burada kalarak insanlara Allah’ın emir ve yasaklarını anlatır. 1906 yılında ise Siverek’e gider. Burada da sekiz yıl kaldıktan sonra 1914 yılında Viranşehir’e geçer. İki yıl Viranşehir’de kalan Ahmed Çapakçur, 1916 yılında I. Cihan Harbi münasebetiyle düşmanın Harput’a gireceğinden endişe eden Harputlunun Harput’tan göç edeceğini öğrenince, göçü engellemek için Harput’a geri döner ve hayatının geri kalan kısmını burada devam ettirir. Ahmed Çapakçuri 1921 yılında 94 yaşında bir Cuma gecesi vefat eder. Vasiyeti üzerine Harput’ta Ulu Camii avlusunda gül ağaçlarının bulunduğu köşeye defnedilir.

Seyyid Ahmet Çapakçuri’nin (1830-1921) türbesi, Ulu Cami’nin giriş kapısını geçtikten hemen sonra sağ taraftadır. Daha önceleri türbesi Ulu Cami’nin giriş kapısının sol üst tarafında iken cami bahçesine park yaptırılması kararlaştırılmış, halkın tüm engellemelerine rağmen kabri Nurettin Ardıçoğlu tarafından 1969 yılında bugünkü yerine aktarılmıştır. Kabir zeminden 75 cm. kadar yükseklikte, Körpe taşı alt kaidesinin üzerine düzgün ve temiz mermer taşlarından yapılmıştır. Mezar bölümü bu kaidenin orta yerinde bulunup normal taş (veya mermer) sanduka şeklindedir. Mezarın baş ve ayak kısımlarına şahide taşları konulmuştur. Mezarın etrafı demir set ile çevrilmiştir. Seyyid Ahmed Çapakçuri’nin eski türbesinin ölümünden sonra bir yareni tarafından yaptırıldığı belirtilir.

Anlatılır ki, Ahmed Çapakçuri bütün gece boyunca iki dizi üzerine oturarak sabahlardı. Yine bu halde teheccüd namazını kılabilmek için iki dizi üzerinde on beş yirmi dakika kadar uyku uyurdu. Hayatı boyunca gerek toplulukta gerekse yalnız bulundukları yerlerde diz çökerek bağdaş kurup oturduğu görülmemiştir. Bu sebeple de topukları üzerine oturaklarında yer edip nasır bağlamıştır. Rivayete göre, ayak ve dizlerinden rahatsız olan Ahmet Çapakçuri’ye bir gün yanındakiler, “Efendi! Ayakların ağrıyor. Uzat ki rahat edesin” derler. Fakat Ahmet Çapakçuri uzatmaz. Yanındakiler uzatması için ısrar edince hiddetlenip, “Ben bu kadar yaş yaşadım. Allah’ım beni görüyorsa nasıl ayağımı uzatıp yatarım” diye cevap verir.

Ahmed Çapakçuri Şafii mezhebine bağlıydı. Kendi mezhebinde nasıl derin ve geniş bir bilgiye sahip ise Hanefi mezhebinde de öyle geniş ve derin bir bilgiye sahipti. İnançla ilgili hükümlerde ve ameli konulardaki sırları, hikmetleri ve incelikleri o kadar mükemmel bir tarzda açıklardı ki dinleyenler hayran kalırdı. Ahmed Çapakçuri’nin geçimini sağladığı belirli bir geliri olmamakla birlikte hüsn-ü hat ile meşgul olduğu ve geçimini de ihtiyacı miktarında onunla sağladığı söylenir. Halk arasında menkıbeleşen hayatına dair şöyle bir hikaye anlatılır. Çapakçurlu Şeyh, ömrünün son günlerinde birkaç gün yatar. Gelen giden ziyaretçilerinin arasında kimler yoktur ki… Kızı bir ara odaya girer bakar ki, babası bir güvercinle konuşuyor. Hayret eder. Kızı tarafından görüldüğünü fark edince güvercine, “Sırrımız anlaşıldı”, diye fısıldar. Güvercin uçup gittikten sonra kızına dönerek: “Kırklardandı” der. Ardından ruhunu teslim eder.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]

Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)

Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma  

[/toggle]

Zahiri Baba Türbesi

Elazığ – Harput’da Saruhatun camiinden Kale ye doğru çıkarken yol üzerinde

Zahiriye mahallesinde yer alan Zahiri baba türbesi İçinde iki sanduka bulunur. Türbe, kare planlı, son derece küçük ve basit bir yapıdır. Muhtemelen Selçuklu çağında inşa edilmiştir. Zahiri Baba türbesinde medfun olan zatın, medresenin kurucusuna mı, yoksa sonraki devirlerde medresede hizmet veren bir zata mı ait olduğu bilinmemektedir. 1523 tarihli icmal defterindeki “Evkaf-ı Medrese-i Melik- i Zahiriye” kaydına bakılırsa ve Melik Zahir’in, bir mahalleye isim olması da göz önünde tutulursa, Harput’taki medrese ile bir ilgisi olması muhtemel gözüküyor.

Türbe, Sarahatun Camii’nin yakınında, kaleye giden yolun solundadır. Mimari özelliği olmayan türbe kare planlı ve tek bölümden oluşur. Türbe kapısının üstündeki levhada sadece ‘M. Zahri Baba’ ismi ve mimarı olarak ‘Rıza oğlu Fırıncı İbrahim Aslan’ ismi yazılıdır.

Halk arasında anlatıldığına göre bu türbe eskiden yokmuş. Buraya yakındaki bir çeşmenin pis suları akmaktaymış. Yıllar önce burada yaşayan Fırıncı İbrahim adında bir zat, rüyasında Mehmet Zahiri Efendi’nin kendisine, “beni bu sudan kurtarın”, dediğini görmüş. Aynı rüyayı üç gün üst üste gören Fırıncı İbrahim, bu yeri dozerle düzeltip bu türbeyi yaptırmıştır. M. Zahiri Efendi’nin kabri ile birlikte, yanında Seyyid Ahmet Efendi’nin de kabrini bulmuşlar ve ikisini de aynı türbe içine koymuşlar. Beton yapı olan türbe çatı örtülü olup demirden küçük bir kapısı ve önünde de bir dut ağacı bulunmaktadır.

Harput’ta yaşayan bazı kişilerin bu türbede bazı gecelerde ışık yandığına şahit oldukları anlatılır. Sandukaların üzerinde çokça yeşil örtü ve kenarda seccadeler bulunur. Türbe, çeşitli dilek sahipleri ve hastalıklardan kurtulmak isteyenler tarafından ziyaret edilir. Bu ziyaretgaha Malatya, Mersin, Adana gibi çeşitli illerden de ziyaretçiler gelir. Ziyaretçiler arasında her kesimden kişiler bulunur. Bazı dilek sahipleri de türbenin çatısına ufak tefek taşlar atarlar. Şayet atılan taşlar çatıda kalırsa dileklerinin gerçekleşeceğine inanırlar. Ayrıca bu türbede mum yakılır. Dilekleri gerçekleşen ve şifa bulanlar adaklarını yerine getirir. Bu adaklar, Kur’an-ı Kerim, seccade, levha, yeşil örtü gibi şeylerden oluşur. Bazı ziyaretçiler de buradaki yeşil örtüleri alıp muska yapmak için kullanırken, bazıları da evlerine ve arabalarına asmak için götürürler.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma
[/toggle]

Beşikli Baba – Elazığ

Elazığ – Harputtaki Balak Gazi heykelinin yanında

Beşik(li )Baba, Harputtaki Balak Gazi heykelinin yanında, bir zamanlar Kayabaşı denilen büyük namaz meydanının baş tarafında medfundur. Türbe plânsız bir şekilde taş işçiliği ile yapılmıştır. Küçük bir penceresi vardır. Giriş kapısı da o nisbette küçüktür. Türbe önceden yapılan şekli üzerine onarım görmüştür. Mimari bir özelliği yoktur. İshak Sunguroğlu’nun eserinde bu türbenin bulunduğu yerde bir ailenin topluca şehit edilmiş olduğu ileri sürülür. Burada yatan zatların Arap ordularının Harput’u fetihleri sırasında şehit düştükleri kabul edilir. Türbede bulunan beşikten dolayı buraya “Beşikli Baba” denilmiştir.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma
[/toggle]

Üryan Baba – Elazığ

Elazığ – Merkez’de Kayabaşı denilen dik kayalıklara varmadan sağa doğru 100 m. kadar mesafede, tepenin Harput’a bakan yamacında medfundur.

Halk arasında Tesbih Baba olarak da bilinen Üryan Baba, Kayabaşı denilen dik kayalıklara varmadan sağa doğru 100 m. kadar mesafede, tepenin Harput’a bakan yamacında medfundur. Makam bölümünü oluşturan yapı kayalıklar içindeki bir mağaranın türbeye dönüştürülmesi ile meydana getirilmiştir. Bu kayalıklara Harput’un yerli halkı eskiden “Tilki Kayalıkları” derdi. Buranın hemen yanıbaşında eski bir mezarlık vardır. Üryan Baba Türbesi ile ilgili tarihi kayıtlarda, burada bir hücre ve mescid bölümünün bulunduğu yazılıdır. Bugün ise makam bölümünün bitişiğinde bulunan tek katlı taş ve moloz karışımı olan yapı, Üryan Baba türbedarının kaldığı küçük bir evdir.

Günerkan Aydoğmuş İshak Sunguroğlu’na atfen, türbe yanında bulunan mescidin eskiden tekke olarak kullanıldığını kaydeder. Bugün hücre ve mescid bölümü yıkılmış olup türbenin giriş kapısı dikdörtgen taştan yapılmış iki yan sütun üzerine konulan yarım kemerli taş bloktan oluşmuştur. Bu giriş kapısını oluşturan kemer üzerinde, “Allah’ın ariflerinden ve Allaha karşı olan muhabbet sırrının alimlerinden, cömertliği itibariyle de Allah’ın sevdiği kullarından İsmail’in torunu, Ömer’in oğlu Hafız Muhammed büyük şehadet rütbesine nail olarak burada ölmüştür. Tanrı sırrını mukaddes etsin”, yazısı bulunmaktadır. Türbe mezarın keşfinden hemen sonra 1861 yılında yapılmıştır. Giriş kapısından sonra sağ tarafta sanduka yer alır.

Anlatıldığına göre, Harput’un Alaca Mescid Mahallesinde bir evde oturan Hacı Ali namındaki zat, bir gece rüyasında üç lüle çeşmenin önünde dururken caddeden bir devecinin yuları elinde kendine doğru geldiğini, yanına gelince devesini çökerttiğini ve Hacı Ali’yi üzerine bindirerek Üryan Baba’nın bulunduğu yere bıraktığını ve sonra gözden kaybolduğunu görür. Bu rüyanın bir kaç gece aynıyle tekrarlanması, Hacı Ali’yi hayretler içerisinde bıraksa da korkusundan derdini kimseye açamaz. Nihayet bir arefe günü kazma kürekle oğlu Süleyman’ı da yanına alarak Üryan Baba semtindeki aile mezarlığına gider. Harap ve düzeltilmesi gereken mezarları yaptıktan sonra oğluna, “Evladım! Üç gecedir rüyamda bir deveci beni üç lülenin önünde devesine bindirerek tam şuracığa getirip indiriyor ve gözümün önünde kayboluyor. Gel kazalım bakalım ne çıkacak?”, demesi üzerine Süleyman kazmaya sarılır ve bir taraftan kazar, bir taraftan küreği ile toprağı atar. Çukur bir buçuk metre kadar derinleşince, bir delik açılır. Deliği genişletirler. Ortaya bir lahit çıkar. Lahidin içerisinde bütün vaziyette çürümemiş ve bozulmamış bir cesedinbulunduğunu, yanında çok eski devirlere ait bir deste ok olduğunu ve bu okların yalnız ahşap kısımlarının çürümüş, demir kısımlarının ise sapa sağlam kalmış olduğunu görürler. Üzerini muvakkaten örterek şehre dönünce, hadiseyi müftüye ve şehrin ileri gelenlerine haber verirler. Tetkik neticesinde bu zatın mücahit ve aynı zamanda mazannenden (veli olduğu sanılan) bir kimse olduğuna hükmedilerek bir mescid ve bir de sıbyan mektebi yaptırılır. Lahidin içerisindeki zatın hüviyetine ait bir şey bulunamadığı için kendisine “Üryan Baba” denilir. Burası o günden beri de ziyaretgah olur.

Beyzade Hacı Ali Rıza Efendi’nin sonradan manevi keşifleri neticesinde bu zatın Allah’ın sevdiği kullarından İsmail’in torunu, Ömer’in oğlu Hafız Muhammed olduğu ve burada şehid düşmüş olduğu açıklanır. Beyzade Hacı Ali Rıza Efendi’nin bu açıklamalarından sonra bu keşif, türbenin giriş kapısı üzerine Arapça harflerle yazılır.

Sunguroğlu hikayeyi şöyle sürdürür.
Bu şehid mezarını gördüğü rüya ile keşfeden Hacı Ali Efendi daha sonra uzun bir müddet Üryan Baba’nın türbedarlığını yapar. Bu türbedarlık babadan oğula intikal ederek evvelâ oğlu Hacı Süleyman vazifelendirilmiş, 1896 (1312.H ) tarihinde ölümü üzerine yerine torunu Mehmed Şükrü geçmiştir. Mehmed Şükrü’nün de 1903 (1324.R) tarihinde ölmesiyle bu türbedarlık küçük oğlu Mustafa Lütfi Efendi namında bir arkadaşa geçmişti. Lütfi Efendi babasının ölümünde üç aylık bir çocuktu. Kendisi çok temiz ve samimi bir hemşehrimiz olup halen yaşamakta ve Elâzığ’da oturmaktadır. Her pazar günü, yaya olarak Harput’a çıkar, Uryan Baba’ya gider, türbe ve etrafının temizliğine bakar, müsterih ve huzur içerisinde gününü bu hoş ve mübarek yerde geçirerek akşama evine döner.”İshak Sunguroğlu, türbe önündeki çeşmeye dair de ilgi çekici bir anekdot anlatır. “Türbenin yan tarafında ufak bir çeşme göze çarpar. Hariçten gelen ziyaretçiler, bu çeşmenin bir akar çeşme olduğunu zannederlerdi. Halbuki, değildi. Müslüman ve hayır sahibi bir saka Ömer Dayı her sabah civarın en yakın pınarlarından sırtıyla 8-10 tulum su taşır, hazinesini doldururdu. Bu çeşmede abdest alıp, bu mescitte iki rekât namaz kılanların ruhlarında öyle bir ferahlık ve gönül açıklığı husule gelirdi ki, buraya bir gelen bir daha gelmek ister ve bu suretle ziyaretçileri çoğalırdı.

Geçmişte bu yere akıl hastası olanlar ve gerçekleşmesini çok istedikleri bir muradı olanlar gidermiş. Hatta türbenin içerisinde bulunan ‘Binlik’ bir tesbihin içerisinden de murad ve şifa bulmak niyetiyle geçerlermiş. “Üryan Baba” ismi verilen bu zatın Selçukluların Anadolu’yu fethi sırasında burada Bizanslılarla savaşırken şehid düştüğü ve aynı yere defnedildiği kabul edilir.

Üryan Baba türbe ve mescidi Elazığ Kültür Varlıkları Koruma Envanterinde anıtsal eser olarak kayıtlıdır.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]

Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)

Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma  

[/toggle]

Nadir Baba

Elazığ – Merkez’de Arap Baba mescidi yanında

Nadir Baba Türbesi , Arap Baba türbesinin doğu yönüne doğru, 50 metre mesafede yer alır. Türbe mescid ve makam bölümleri olmak üzere iki kısımdan oluşur. Mescidden makam kısmına geçilir ve burada ahşap bir sanduka bulunur.

Kadiri şeyhi Tayyar Baba’nın (1902-1973) Harput’ta oturduğu yıllarda Nadir Baba türbesinde bazı din alimleriyle bir araya gelip sohbetler yaptıkları, bu sohbet toplantılarına Yesevi tarikatına bağlı kişilerle birlikte Nakşi tarikatına mensup kişilerin de geldiği kaydedilir. Üstelik Tayyar Baba devamlı bu türbede yatmaktadır. Kadiri şeyhi başından geçen bir olayı şöyle anlatır. “Burada yatıp kalktığım günlerden bir gece sandukanın başına giderek, Nadir Baba burada bu kadar kalıyorum bana niçin görünmüyorsun? Üstelik rüyama bile girdiğin yok. Şayet bana görünmezsen mezarını kazacağım” der. Nitekim Tayyar Baba bir kazma kürek bularak mezarı kazmaya başlar. Tam kemikler göründüğü esnada, “Dur yapma”, diye bir ses duyar. Bunun üzerine Tayyar Baba kendinden geçerek bayılır. Bu baygınlık anında kendisini şeyhi Göllü Mustafa Baba’nın evinde görür. O sırada şeyhi çok ağır hasta bir şekilde yatağında yatmaktadır. Tayyar Baba’nın anlatışına göre, yaşlı ve Buhara sakallı bir zat parmağı ile şeyhinin ağzına Zemzem suyu damlatmaktadır. Oradakilere, “Bu zat kimdir?” diye sorunca, odada bulunanlar bu zatın Nadir Baba olduğunu söylerler. Tayyar Baba şeyhine doğru yaklaşır. Bunun üzerine Buhara sakallı zat Tayyar Baba’ya dönerek, “Tayyar, biz senin şeyhine hizmet ediyoruz, sen bizim kabrimizi kazıyorsun. Bu nasıl iştir” der. Ertesi günü şeyhini ziyarete giden Tayyar Baba, onu ağır hasta olarak bulur.”

Özellikle ruhsal sorunları olan ziyaretçilerin geldiği türbeye, ayrıca çocuğu olmayan ziyaretçiler de gelmektedir Türbeye gelen ruhsal sorunlu ziyaretçiler, ilk iki hafta cuma günleri, üçüncü hafta ise cumartesi günü burada bir gece yatarak şifa bulacaklarını ümit ederler. Ayrıca burada yatarken üzerlerini örtmek amaçlı kullandıkları battaniye, yorgan vs.’leri de Nadir Baba’nın naaşı üzerine bırakırlar. Çocuk sahibi olamadıkları için türbeye gelen ziyaretçiler de buraya geldikten sonra çocuk sahibi olurlarsa adını “Nadir” koyarlar. 1970’lerin sonuna doğru son şeklini almış olan türbe iki bölümden meydana gelmektedir Dikdörtgen planlıdır ve duvarlarının güney cephesi dışında betonla kaplanıp, üzeri sac ile örtülmüştür. Yapıda süs unsuru ve kitabe bulunmamaktadır. İnşasında moloz ve kesme taş birlikte kullanılmıştır. Vaktiyle, türbenin bitişiğinde aynı isimle anılan bir Kadiri tekkesinin bulunduğundan söz edilir. Zaviye olarak da adı geçen bu yapıdan ilk defa 1566 tarihli Tahrir Defterinde, zaviye vakfına gelir tahsis edilmesinden bahsedildiği belirtilmektedir. Nadir Baba tekkesine aynı zamanda Özbekler Tekkesi de denirmiş.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abdulhalim durma [/toggle]

Murat Baba

Elazığ Merkez’de Ahmet Bey camii yanında

Şeyh Şerafeddin ismiyle de anılan Murat Baba’nın türbesi, Harput’ta Ağa Camii karşısında Balak Gazi parkının girişinde bulunmaktadır Altıgen planlı ve basık bir kubbe ile örtülü olan türbe tek katlı olup moloz taşlardan yapılmıştır. Bir köşesinde mezar sandukası yer alan türbe, harap halde iken 1963’den sonra Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilir.

Anlatılır ki, Murat Baba Feth Ahmet Baba’nın akrabası olup, onunla beraber Belh’den gelmiş ve burada savaşırken kalenin önünde şehit düşmüş ve naaşı eskiden mezarlık olan bugünkü yerine defnedilmiştir. Ancak türbenin ne zaman ve kim tarafından inşa edildiği bilinmemektedir. İshak Sunguroğlu türbe hakkında şunları kaydeder. “Türbe ile cadde arasındaki dar bir sahaya, terzi Mamo (Mehmed) namında birisi ev yaptırmış ve bu evin içinden türbeye bir de kapı (şimdiki kapı) açarak ziyaret için gelenleri bu kapıdan içeri sokar ve ziyaretçilerden beş on para alarak faydalanırmış. Terzi Mamonun ölümünden sonra oğlu saraç Ahmed, türbeye hiç bakmamış, içi ve dışı harab olmuştu. Vakta ki İringillilerin selâmlık ve harem dairelerini müstemil konaklarını Hacı Kerim Efendi satın alarak bu eski binaları yıktırdığı zaman türbe de meydana çıkmıştı. Hacı Kerim Efendi türbenin içini dışını tamir ve temizlettikten sonra evin içine açılan kapıyı kapatmış ve esas kapısını açtırmıştı. İçerisi tefriş ve sandukası da tamir ettirilmişti.”

Murat Baba’nın cesedinin savaş kıyafetleri ile çürümemiş bir halde kabrinde olduğuna, yine Allah’ın emriyle tekrar kalkıp düşmanlarla savaşacağına inanılır. Halk arasında muradı olup da buna ulaşamayanların ziyaret ettikleri türbeye gelen ziyaretçilerin ziyaret amaçlarını, sandukanın kenarlarındaki yüzlerce dilek yazısından çıkarmak mümkündür. Ayrıca, çocuğu olmayanlar, kısmeti kapalı olan erkek ve bayanlar ve nişanı atılmış kişiler, ziyaretçiler arasında çoğunluktadır.

Murat Baba türbesi özellikle cuma, cumartesi, ve pazar günleri ziyaret edilir. Dilekleri gerçekleşenler ve şifa bulan hastalar adak olarak adamış oldukları Kur’an-ı Kerim, seccade, yeşil örtü vb. şeyler getirirler.

Mansur Baba

Elazığ – Merkez’de  Ulu camii  yakınında Nizamettin caddesi üzerinde

Mansur Bab türbesi, Cami-i Kebir Mahallesinde, kaleye giden yolun sonunda Sarahatun Camisi’nin kuzey batısındadır. Geçirdiği restorasyonla tamamen yenilenmiş durumda olup sekizgen planlı (iç kısım orjinal şeklini korumaktadır), kubbeli, demir kapılı, kesme taştan yapılmış bir türbedir. XII. yüzyıl sonu ile XIII. yüzyıl başlarında yapılmış olabileceği ileri sürülür Üst örtü sistemi sonradan yapılmış iki katlı bir yapıdır. 1518 yılında var olan Mansur Baba’ya ait mescit, türbe ve zaviye, zamanla çeşitli sebeplerle yıkılıp harap olur, yeri arsa şeklinde kalır.

İshak Sunguroğlu’na atfen Mansur Baba’nın kabrinin keşfi şöyle anlatılır ‘’ Vaktiyle caminin önündeki mezarlığa bitişik evlerden birinde oturan Şahende isminde bir kadın rüyasında ak sakallı, nurani çehreli bir zat görür. O zat kadının evine girer ve kendisine hitaben, “Üstüme pis su döküyorsunuz, ya dökmeyin, ya da yerimi değiştirin”, diye ihtarda bulunur. Kadın,”rüya bu!” deyip aldırış etmez. İkinci ve üçüncü gece de aynı şekilde rüya görür. Sonunda Şahende Hanım cevaben, “Ben zavallı bir kadınım, bu işi nasıl yapabilirim”, deyince o zat, “öyle ise, git Beyzade’ye haber ver”, diyerek gözden kaybolur. Kadın rüyasından uyanıp korku ve heyecan içinde sabahlar. Gün ağarınca Beyzade’nin konağına gider ve rüyada gördüklerini olduğu gibi Beyzade’ye anlatır. Beyzade, hemen Hacı Hamit Efendi’ye, Müftü’ye ve Evkaf Dairesi’ne haber göndererek onları öğle namazını Ulu Cami’de kılmak üzere davet eder. Hacı Hamit Efendi, oğulları Hacı Mehmet Sait ve Kemal Efendileri de yanına alarak Ulu Cami’ye gidip Beyzade’ye mülaki olurlar. Diğer zevatla birlikte namazdan sonra Evkaf Dairesi’nden Osman Ağa’nın getirdiği iki ameleye Şahende Hanım’ın gösterdiği yer kazdırılınca, büyük bir lahit ortaya çıkar. Lahidin içinde bir erkek, bir bayan ve iki de çocuk mezarı bulunmaktadır. Erkeğin mezarı açılınca, asırlarca evvel gömülmüş olan bu zatın cesedinin, sanki dün ölmüş gibi, hiçbir tarafının çürümemiş olduğu görülür ve durum derhal bir telgrafla meşihata bildirilir. On gün sonra, masrafı cib-i hümayundan verilmek suretiyle üzerine bir türbe ve yanına da bir zaviye yaptırılması kararlaştırılır.

Bunlar yapılırken mezar taşında isminin “Mansur” olduğu görülmüş ve bu nedenle yanındaki zaviyeye de “Mansuriyye” adı verilmiştir. Bu türbeye Kinderiç köyünün vakfedildiğine dair bir irade-i Seniyye bulunmaktadır. 16. yüzyıla ait vakfiyenin yıllık geliri, 8980 akçedir.

Türbede, Mansur Baba, hanımı ve iki çocuğu yatmaktadır. Türbedeki şahsın el Melikü’l Mansur ünvanını taşıyan Harput emiri İmameddin Ebubekir olabileceği Elazığ Kültür Envanterinde yapının muhtemelen Artuklu dönemine ait olduğu kayıtlıdır.
[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abdulhalim durma [/toggle]

Arap Baba

Elazığ – Harput’da Arap Baba mescidinde

Harput’ta Alaca Mescid adıyla da bilinen Arap Baba Mescid ve Türbesi, Sarahatun Mahallesi, Yakut Sokak No. 18’de yer almaktadır. Mescidin giriş kapısı üstündeki kitabede Tevbe Suresinin 18. ayeti yazılıdır. “Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve Ahiret gününe inanan, namazlarını kılan, zekatlarını veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar ederler. Umulur ki bunlar, doğru yolu bulmuş ve hidayete ermiş kişilerdir.”. Kitabe şöyle devam eder. “Bu metin ve ali bina, Selçuk sultanlarından din ve dünyası mamur ve abadan olan büyük sultan Kılıçarslan’ın oğlu Keyhüsrev’in zamanında onun istek ve emriyle Şaban’ın torunu ve Arap Şah’ın oğlu Sahibü’l Ataya ve’l-ihsan olan Cenab-ı Hakk’ın rahmetini rica eden Yusuf tarafından Hicret’in 678 (1279-80) yılında yapılmıştır.”

Türbenin girişinde yer alan tanıtım yazısında, yapının mimari özellikleri hakkında bilgi verilir. “Bu mescit 5.5X5.5 metre genişliğinde olup kıblede 1,5X2,5 metre yüksekliğinde mavi lacivert ve patlıcan moru çinilerle yapılmış bir mihrabı, sağında ve solunda iki ufak penceresi vardır. Mescidin tavanı tonoz halinde tek kubbeli dört metre yükseklikte olup üstü kurşun kubbe ile kaplıdır. İç mescide, sağ taraftan 75X135 cm. ebadında kenarlı bir taşkapıdan diğer hücreye girilir. Bu hücre Arap Baba’nın tam üstünü teşkil eder. Altta kıble cihetinden 75X90 cm. bir kapıdan girilmektedir. Türbenin tavanı kırmızı tuğlalarla yapılmıştır. Türbede günümüze kadar ulaşan cesedi bozulmamış Arap Baba isimli bir yatır bulunmaktadır.”

Arap Baba’nın mezarı, mescidin yan tarafta kapısı bulunan zemininde bulunmaktadır. Üzeri tonozla örtülü olan bu kısımda ahşap bir sanduka vardır. Mescidin kitabesinde de ismi geçen Yusuf İbn-i Arapşah burada gömülüdür. Halk arasında Arap Baba ismi ile tanınan bu kişinin yörede farklı versiyonlarıyla yaygın bir de efsanesi bulunmaktadır.

Arap Baba Efsanesi
Bu efsaneye göre, Harput’un en ihtişamlı döneminde, yaz aylarında şiddetli ve dayanılmaz bir sıcaklık başlar. Bu sıcaklık öylesine artar ki topraklar, tepeler çatlar ve kuraklık bütün Harput’a yayılır. O günlerde Selvi adlı yaşlı bir kadına rüyasında, Arap Baba’nın başını sandukasından çıkarıp dereye atacak olursa, yeniden yağmurun yağacağı ve kuraklığın önleneceği söylenir. Bu kadın aynı rüyayı devamlı olarak her gece görmeye başlar ve aynı sözler kendisine tekrar edilir. Öte yandan Harput’taki sıcaklık da her geçen gün biraz daha artmaktadır. Aynı rüyayı devamlı gören kadın sonunda bir gece Arap Baba’nın başını sandukasından alır ve dereye atar. Bunun üzerine şiddetli yağmurlar başlar ve şehri seller götürür. Bu defa kadının rüyasına Arap Baba’nın kendisi girer ve ona, “Sandukamdan alıp dereye attığın başımı bana geri ver. Eğer geri vermeyecek olursan yağmurlar durmayacak ve felaketler bu kentte birbirini izleyecektir.”, der. Bundan korkan kadın dereye koşar. Arap Baba’nın başını bularak sandukasına koyar. Bunun üzerine yağmur bir anda kesilir ve Harput’ta hayat normale döner. Denilir ki, bu olay üzerine Selvi kadın korkunç bir hastalığa yakalanarak günlerce ızdırap çeker ve ölür.

Söylencenin farklı bir versiyonunda yaşlı kadın şehir halkı tarafından buna zorlanır. Komşularına anlattığı rüyası bütün Harput’a yayılmıştır. Günler geçmiş Harput’a bir damla yağmur düşmemiştir. Kıtlık kapıdadır. Çaresiz kalan insanlar Selvi Nine’yi Arap Baba’nın başını kesmesi konusunda ikna etmeye çabalar. Ancak yaşlı kadın buna cesaret edemeyince, bir gece evinin etrafında toplananlar evi taşlamaya başlar.

Diğer bir anlatım şeklinde ise, Arap Baba’nın başının kesilmesi Harput’taki Ermenilere mal edilir. Harput’ta yaşayan Ermeni büyücü, zengin bir ailenin kızına, “Kuraklığın bir çaresi var. Eğer ilmi kuvvetli ölmüş bir zatın başı kesilerek suya atılırsa, yağmur yağar ve kuraklık biter.” der. Bunun üzerine Arab Baba’nın türbesine gece vakti giden kız, kapının kilidini kırarak içeri girer. Sandukanın kapağını açtığında o zamana kadar hiç çürümemiş olan Arab Baba’nın naaşını görünce, korkar ve türbeden çıkar. Türbeden biraz ayrılınca tekrar başını kesmek için geri döner. Biraz önce taşla kırdığı kilidin yerinde yenisinin durduğunu görür. Onu da taşla kırıp içeri girer. Yanındaki bıçakla Arab Baba’nın başını keser ve bez çuvala koyarak, götürüp bir dereye atar. O andan itibaren gökyüzünde şimşekler çakmaya, Allahü teala’nın cezası ve gazabı tecelli etmeye başlar. Şafak söktüğü zaman sağanak halinde yağmur yağmaktadır. Yağmur kısa zamanda afet halini alır. Arab Baba’nın başını kesen kızın bulunduğu konak, kırk gün kırk gece taşlanır. Kız bir gece rüyasında Arab Baba’yı görür ve Arap Baba kıza, “Başımı getir, yerine koy!” der. Bunun üzerine dereye giden kız uzun bir süre kesik başı aradıktan sonra bulur ve türbeye getirip yanına koyar. Kısa bir zaman sonra yağmur diner ve güneş açar. Arap Baba’nın başını kesen kız, ölüm anında çok azap çeker. Öldükten sonra cesedi duvarlara çarpılır. Ailesi bu durum karşısında sadece ağlar. Zira ellerinden hiçbir şey gelmez.

XIII. asırda yaşadığı rivayet edilen Arap Baba’nın, Harput’un fethi için gelen Selçuklu kumandanlarından olup, aynı zamanda büyük bir veli olduğu anlatılır İslamiyeti yaymak için bazan kılıç kullanan Arab Baba, çoğu zaman insanlara doğru yolu göstermek için vaaz ve nasihatlerde bulunur. Sık sık, “Kılıçla geldim kalemle gideceğim”, dediği belirtilir. Vefat tarihi belli değildir.

Mescit ve türbe son yıllarda Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilmiş, türbenin üst katı sıvanmış, döşemesi elden geçirilmiş ve dış duvar kaplamaları yenilenmiştir Türbe bölümü hiçbir süs unsuru ihtiva etmez. Türbenin asıl özelliğini dikdörtgen planlı olan alt (mumyalık) katı teşkil eder. Burası, hem farklı örtüsü hem de mumya ihtiva etmesi bakımından Anadolu’daki Selçuklu devri türbelerinin çoğundan ayrılır. Mumyalık bölümüne, güney cephenin batı ucuna yakın yere açılan bir metre yükseklikte bir basık kemerli kapıdan girilir. Mumyalanmış ceset, etrafı tahtalarla kaplı geniş bir mezarın içine koyulmuş ve üzerine zeminle aynı seviyede bir tahta kapak yapılmıştır. Kapısından bakıldığı zaman düz bir satıh gibi gözükür. Örtü kalkıp da kapak açılınca ceset sandığın içinde görülür. Arap Baba türbesi, dışta mescit ile bütünleşmesi, buna karşılık adeta müstakil bir iç bünyeye sahip oluşu ile bu tipin güzel bir örneğini teşkil eder.

Keramet ehli bir kişi olduğuna inanılan Arap Baba hakkında anlatılan bir diğer menkıbe de şöyledir. Arap Baba, Arabistan’dan Harput’a gelen bir seyyahmış. Bir gelişinde Harput’ta 2–3 ay kaldıktan sonra burada vefat etmiş. O zamanlar Harput’ta çok şiddetli kış mevsimleri yaşandığından kış mevsiminde vefat edenler çetin kış şartlarından dolayı Korhane’ye bırakılırmış. Bu sebeble Arap Baba’nın cesedini Korhane’ye bırakan Harput ahalisi bahar gelip buzlar çözüldüğünde defin işlemleri için gelince, karşılarında Arap Baba’nın çürümemiş cesedini görüp şaşırmışlar. Bu zatın keramet ehli biri olduğunu düşünerek günümüzde bulunan yere türbe yaptırarak ziyarete açmışlardır.

Günümüzde Arap Baba’nın türbesi, cesedinin çürümemiş olmasından ve bu nedenle de keramet ehli bir kişi olduğu kanaatiyle yöre halkının yanı sıra çevre illerden de gelenler tarafından yoğun olarak ziyaret edilmektedir. Buraya daha çok akıl hastaları ve felçli insanlar geldiği gibi yaşı ilerlediği halde evlenemeyen gençler, kısmetlerinin açılması için ve herhangi bir işte çalışmayan kişilerin de bir iş sahibi olabilmek ve ayrıca çeşitli amaç ve maksatları olanlar tarafından ziyaret edilmektedir. Ziyarete gelen kişilerin türbede Kur’an okuyup dua ettikleri gibi sanduka üzerinde bulunan yeşil örtüyü üç defa öpüp başlarına koydukları ve yine bu örtüyü vücutlarının ağrıyan kısımlarına sürdükleri görülür. Anlatılır ki, belediye başkanlarından birisi inanmayarak, naaşı müzeye kaldırır. Halk buna mani olmaya çalışır. Ancak belediye başkanı, “Hayır! Bu cesed mumyalıdır. Bunu alem de görmeli. Müzeliktir bu cesed!” cevabını verir. Ertesi sabah cesedin, müzeye kaldırıldığı yerde olmadığı görülür. Belediye başkanı bunu birilerinin yaptığını sanır ve tekrar müzeye koydurur. Aynı hadise birkaç defa tekrar eder. Belediye başkanı isteğinde çok ısrar eder, fakat sonunda felç olur.
[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abdulhalim durma [/toggle]