Şeyh Abdurrahman Aktepe (k.s.)

Diyarbakır – Çınar – Aktepe köyü

Şeyh Abdurrahman Aktepe Hazretleri’nin Silsile-i Şerifi

Şeyh Abdurrahman hazretleri 1270/18544 yılında Diyarbakır iline bağlı Çınar ilçesinin Aktepe köyünde dünyaya gelmiş ve 29 Mart 1910 tarihinde burada vefat etmiş ve aynı köye defnedilmiştir.

Şeyh Abdurrahman hazretleri, Şeyh Hasan-i Nurâni hazretlerinin en büyük oğludur. Aslen Hakkari’li olan Nûrâni hazretleri Hakkari’den ayrılıp Diyarbakır’a gelerek, burada yakın civarlarda bulunan medreselerde eğitim görmeye başlar. Şeyhlik makamına ulaştıktan sonra Aktepe köyüne yerleşir. Burada kısa bir zaman sonra Aktepe medresesini açar ve öğrencilerin eğitimine başlar, çok kısa bir süre sonra medrese genişleyerek bölgeye hitap etmeye başlar, çok sayıda öğrenci yetiştirilir. Bölgede meydana gelen gelişmeler, İstanbul’da saraya kadar ulaşır ve o devrin Osmanlı padişahı Sultan Abdülmecit Han (1823/1861) hazretleri bizzat bölgeyi ziyarete gelir, güzel bir şekilde ağırlanır, padişah ziyadesiyle memnun olarak bölgeden ayrılırken, medreseye bir hediye olması adına Aktepe köyü ve çevresinde hayli fazla ve geniş bir araziyi şeyh hazretlerinin şahsında hibe eder ve hediye olarak hizmette kullanmaları adına kabul etmelerini ister. Şeyh hazretleri de hizmet adına bu hediyeyi kabul eder. Arazinin hibe edildiğine dair ferman ve berat yaşanan yağmalama olaylarında maalesef kaybolmuştur.

Şeyh Hasan hazretlerinin şeyh Abdurrahman başta olmak üzere, şeyh Muhammed Can, şeyh Muhammed Siraç ve şeyh Muhammed Nur olmak üzere dört oğlu vardır. Şeyh Abdurrahman hazretleri diğer üç kardeşi gibi ilk eğitimine babasının yanında başlar. Ancak şeyh Abdurrahman hazretleri diğer üç kardeşinden farklı olarak eğitimini tamamlamak için, Irak ve Suriye başta olmak üzere bölgedeki birçok medresede eğitim görür ve eğitiminbaşarıyla tamamladıktan sonra Aktepe’ye geri dönerek, babası Şeyh Hasan-i Nûrânî hazretlerinin vefatından sonra bir süreliğine medresenin eğitim sorumluluğunu üstlenir.

Ancak şeyh hazretlerinin medrese eğitmenliği de tıpkı buradaki öğrenciliği kadar uzun sürmez, kısa vadeli olur. Bunun sebebine gelince, şeyh hazretleri kendini başka alanlara yönlendirerek, kitap ve makale yazmaya ağırlık verir. Sürekli babasının kütüphanesinde bulunan şeyh hazretleri bilimle ve kültürle iç içe bir yaşam sürdürür. Yaşamının büyük bir kısmını bu kütüphane de geçiren şeyh hazretleri, kendisini sürekli araştırmaya ve bu araştırmaların bir sonucu olarak bilim dünyasına ve İslam âlemine nitelikli eser, makaleler ve çeviriler kazandırmıştır. Bu yönü kendisini ziyarete gelen herkesin dikkatini çekmektedir. Şeyh hazretleri müderrisliğin eğitimini “Leyl-u Mecnûn” adlı eserin sahibi şeyh Muhammed Can’a devretmiştir. Şeyh Muhammed Can’da bu görevi yaşamının son anına kadar başarıyla icra etmiştir.

Şeyh Abdurrahman hazretleri birçok eser kaleme almış, ancak bu eserlerden birçoğu çeşitli sebeplerden ötürü kaybolmuş, günümüze ulaşamamıştır. Şeyh hazretlerinin şu anda sağlam olarak 13 eseri mevcuttur. Bu on iki eserinin dışındaki eserleri, ya bakımsızlıktan ya da âlimlerin kütüphaneden alıp geri getirmeyişlerinden ve bir takım sebeplerden dolayı günümüze ulaşamamıştır. Bu duruma en güzel örnek, şu an Konya il müzesinde Aktepeli’ye ait yazma eser ve Diyarbakır kültür müdürlüğünde kayıtlı bulunan yaklaşık 250 kadar yazma eserdir.

Şeyh hazretlerinin eserlerinin başlıcaları; Ravdu’n-Naîm, Dîvâna Rûhî, Kitâbu’l-Đbrîz, Keşfu’z-Zelâm, Diyarbakır’a Özgü Takvim, Astronomi Kitabı, Astronomi Kitabı çevirisi, Fıkıh üzerine bir eser, Arapça Gramer üzerine bir çalışma, hastalıklar için şifâ kitabı ve Tarîkat ehli olanlar için yazmış olduğu “Risâletu’l-Edeb ve’l-Âdâb adlı eseridir.

Şeyh Abdurrahman Hazretleri, bir Peygamber aşığıydı. Tam bir bağlılıkla Resulullah’ın sünnet-i seniyyesine bağlıydı. Halinde, tavrında, sözlerinde, fiillerinde kısaca her türlü münasebetinde sünnet-i seniyyeden hiç ayrılmazdı. Harfiyen sünnete uymaya çalışırdı. Kendisini tanıyanlar onu bu özelliğiyle bilirdi. Cömertliğiyle bilinen Şeyh Abdurrahman Hazretleri’nin çok misafiri olurdu. Özellikle bahar aylarında çoğu zaman âlim ve faziletli insanlar ziyaretine gelir ve onun terbiyesinde süluka girerdi. Günlerce, bazen aylarca misafir kalanlar olurdu. Şeyh Hazretleri, kendi elleriyle yemek sofrasını hazırlardı. Misafirlerin sofrada bıraktığı yemek kırıntıların bereketlenme ve hayır kazanmak adına, kırıntıları toplayıp yerdi “Misafirlerin artığını yemek, insan gönlünü Allah’a yaklaştırır” derdi.
[toggle title=”Şeyh Abdurrahman Aktepe Sözleri” load=”hide”] “Kendinizi hiç kimseden üstün görmeyiniz. Bilakis bütün insanları kendinizden üstün biliniz”

“Vallahi, billahi, tallahi içinizden kendimden daha hor, daha hakir kimseyi görmüyorum”

“ALLAH’ım, ahireti kalplerimizde büyük, dünyayı da gözlerimizde küçük kıl”

“Haya ve mahcubiyet, kadını güzel ve sevimli gösteren en tabii bir vasıtadır”

“En güzel ahlak haram şeylerden sakınmaktır”

“İyi huy odur ki ne kimseyi incitsin, ne de kimseden incinsin”

“Gökyüzünün ziyneti yıldızlar, yeryüzünün ki ise âlimlerdir”

“İnsan suratlı, şeytan tabiatlı insanlarla arkadaşlık etmeyin”

“Camiler mü’minler için, uyanma, silkinme ve şuurlanma merkezidir”

“Cennetin dereceleri Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin sayısı kadardır”

“Küçük günahları küçümsemeyin! Çünkü onlardan büyük günahlar dallanıp, budaklanır”

“Akıl ve gönül gözünün en büyük ve en kalın perdesi, çok fazla uyumaktır”

“Bila çil sal li zîndanan bimînim,

Her roj sed mar û dûpişkan bibînim,

Li hevraza barê aşan bikşînim,

Li berwara pevzkûvîyan biçerînim,

Zivistanan li ser avan bimînim,

Ne ku carek yekî ehmeq bibînim.”

* * *

“Kırk yıl zindanlarda kalayım,

Hergün yüzlerce yılan ve akrep göreyim,

Yokuşlarda değirmen yükü taşıyayım,

Dağ keçilerini otlatayım,

Zemheri kışta suların başında kalayım,

Ama tek bir ahmakla karşılaşmayayım.”
[/toggle]Şeyh Abdurrahman Hazretleri ; 29 Mart 1910 kalp krizi sonucu vefat etti. Babası Şeyh Hasan-ı Nurani’nin yanına defnedildi. Babası Şeyh Hasan-i Nurani’nin vefat yıldönümünde her yıl binlerce kişi türbesini ziyaret etmektedir. Bu ziyaretlerde insanın aklına hemen şeyhin şu sözü gelmektedir: “Dostlarım, emri Hakk tecelli edince insanlar ölürler ve zaman ilerledikçe bir süre sonra insanlar artık unutulur ve akla hayale gelmez olurlar. Ancak ben fakir Abdurrahman, Cenab-ı Mevla’nın sonsuz inayet ve rahmetiyle inşallah unutulmayacağım ve ölümümden sonra yıllar geçtikçe, zaman ilerledikçe daha da yenileneceğim ve hatırlanacağım.” Bu sözün alameti olarak her yıl gittikçe katlanarak artan sayıda ziyaretçi akınıyla karşılaşılmaktadır.

Şeyh Hasan El Nurani (k.s.)

Diyarbakır – Çınar – Aktepe köyü

Şeyh Hasan El Nurani Hazretleri’nin Silsile-i Şerifi

Şeyh Hasan el-Nurani, Diyarbakır velilerindendir. Hasan-El Nurani Hazretleri Hicri 1201 yılında Batman’ın El-Medine köyünde (eski adı Garzan Bölgesinin Koh Köyü) dünyaya gelmişti. Bu Köy Veysel Karani’ye yakın bir köydür. Adı Hasan Lakabı Nuranidir. Daha dünyaya gelmeden önce babasını kaybetmiştir. Annesi oldukça saliha bir bayandı. Çok fakir olduklarından dolayı köyün ağası Hüseyin Efendi bu Saliha hanımı hizmetlerinde kullanmak üzere yanında çalıştırmaya başladı. O zaman çocuk olan Hasan-el Nurânî de Hüseyin Efendinin yanında hizmetlerine devam etti.

Altı yaşlarında iken küçük Hasan ağılda karanlık bir yerde oturuyordu. Hüseyin Efendi abdest almak üzere ağıla gittiğinde köşede bir Nur olduğunu görüp bu Nura doğru ilerledi. Nura elini vurduğunda, Nur’un Hasan’ın başında olduğunu fark etti. Bu olayın zuhur etmesinden sonra tüm ahali çocuk yaştaki Hasan’a “Nurânî” ünvanını verdiler.

Hüseyin Efendi bu olaydan sonra Hasan-el Nurânî yi ilim tahsil etmesi için devrin büyük âlimlerine gönderdi. İlim tahsilini yörece meşhur olan Molla Halil-i Siirti’nin yanında yapar. Bu zat meşhur Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin Halifesidir. Fıkıh, Beşeri İlimleri tahsil ettikten sonra Molla Halil-i Sîirtî Hazretlerinin yanına giderek Geometri ve Matematik ilimlerini tamamladı. Evliyanın büyüklerinden Şeyh Sâlih-i Sıbkî’nin sohbetlerine katılarak zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrenip hilâfetle şereflenerek icâzet diplomasını aldı. Artık Şeyh Salihi-i Sıbki’nin halifesi oldu. Yaşı 25 ile 35 arası genç bir yaş. Hürmeten Şeyh Salih-i Sıbki Hazretleri; talebelerinden hilafete hak kazanan Şeyh İbrahim, Şeyh Hasan-i Nurani ve Şeyh Hamid-i Mêrdini’ye der ki; “Siz hilafete hak kazandınız ancak edeben gidin üstadım olan Şeyh Halid-i Cezeri’den hilafeti alınız!” Demiş ve bu üç zat da gidip Şeyh Halid-i Cezeri’den hilafet alırlar.

Üstün kabiliyetini iyi bilen hocası, o dönemin Padişahı Sultan Abdulmecid’e yazdığı bir mektupla talebesinden bahseder. Padişah, anında Diyarbakır’a bağlı çok eski tarihi bir köy olan Aktepe köyü arazisinden 52 parselin tapusu ve o köyde bir tekke ve medrese kurma emrini gönderir. Bundan sonra Şeyh Hasan Efendi, Şeyh Sâlih Sıbkî’nin vasiyeti üzerine Diyarbakır’ın Bismil ilçesi Aktepe köyü yerleşerek, insanları irşâd ile meşgul oldu ve bölgenin halkını irşâd ederek birçok talebe yetiştirdi.

Yaptığı ilmi ve manevi hizmetler için kendilerine dönemin Padişahı Sultan Abdulmecid tarafından bir Sancak ve çeşitli hediyeler gönderilir. Şeyh Hasan Efendi 1 kez hacca gitmiştir. Kendileri orta boylu, kumral ve sakalı tamamıyla beyazlanmamış, sireten de; çok halim selim bir zattır.

Şeyh Hasan efendi birçok eser yazdığı halde, bunların birçoğu zamanla çeşitli olaylardan dolayı kaybolmuş veya zayi edilmiş, dolayısıyla isimlerini de tespit edemedik. Yapılan araştırmalar sonucunda torunlarında yalnızca kendisinin istinsah etmiş olduğu bir eseri bulabildik. Eserin adı: “El Miftah ul Maiyye. Fit Tarîkatin Nakşibendiyye.” Kitabın Müellifi: Şeyh Abdulhani en-Nablûsidir.

Şeyh Hasan-i Nurani Hazretlerini bıraktığı halifeleri :
1- Abdurrahman-i Aktepe, (oğludur)
2- Molla Hasan-i Barê. (Barê Çınar’ın Bir Köyüdür)
3- Şeyh Kasım Altuhari (Altuxêr, şimdiki ismi Altunakar Çınar’ın Bir Köyüdür)
4- Şeyh Eyyüb-i Cırnık (Cırnık Terkan’ın Bir Köyüdür)
5- Şeyh Ahmed-i Hanevi. (teberrüken hilafet vermiştir)
6- Şeyh Muhammed Emin-i Şeyh Selemeta Hazretleri sülük yoluyla irşâd ettiği, icazet ve diploma verdiği talebelerindendir.

Şeyh Hasan-i Nurani tasavvufta üveysilik yolunda birkaç evliyanın ruhaniyetinden feyz alarak büyük müceddit ve sancak sahibi oldu. Kerâmetleri pek çoktur.

1865 (H.1283) senesinde Diyarbakır’ın Bismil İlçesine bağlı Aktepe köyünde vefât etti. Türbesi bu köydedir. Vefatından sonra büyük oğlu Abdurrahman Aktepe irşâda devam etti. Seyyid Kasım da Diyarbakır’ın Çınar ilçesine bağlı Altuxêr (altunakar) köyüne irşâd vazifesi ile görevlendirdi.

Yüce Allah sırrını mukaddes ve mübarek kılsın.

Şeyh Kasım El Toğari (k.s.)

Diyarbakır – Çınar – Altunakar köyünde

 

Şeyh Kasım El Togari Hazretleri’nin Silsile-i Şerifi

Şeyh Kasım, İnsanları Hakk’a dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i Aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuz üçüncüsüdür.

Şeyh Kasım, aslen Derşev aşiretinin Şibli ailesindendir. Şeyh Kasım’ın yaşadığı dönemde Derşev aşireti, Botan’a bağlıydı. Botan ise 1880 ler de Osman İmparatorluğuna bağlı bir eyalet olup merkezi Cizreydi. Ve Botan, ünlü Kürt ailesi Bedirxanilerin yönetimindeydi. Botan eyaleti’nin merkez Cizre’den sonra ikinci idari yerleşim merkezi ise Derveş (bugünkü Alkamer köyü) idi. Derşev, hem merkez köyün adı hemde köy ve mezralarda yaşayan topyekûn aşiretin adıydı (bu aşiret halen mıntıkanın ve Anadolu’nın çeşitli yerlerine yerleşmiş kalabalık bir aşirettir).

Ailesinin sürgüne gönderildiği bu yıllarda Şeyh Kasım henüz oldukça gençtir ve medrese tahsilini yapmak üzere Muş’a gitmiştir. İlk olarak ilmini Muş’un köylerinden birinde bitirip icazetini Nakşî meşayihinden Şeyh Salihi Subki’nin babası Molla Resul-i Subki’den alır. Ve aynı zamanda Şeyh Salih-i Subki’nin yanında tarikata girer ve müridi olup amel etmeye başlar. Memleketine döndüğünde ailesinin başına gelen felaketleri öğrenen Şeyh Kasım, tahsil dolayısıyla, uzun süre ayrı kaldığı sürgüne giden aile efradıyla görüşmek ve helâlaşmak için ailenin sevk istikametini takip ederek yola koyulur. Zamanın yol ve vasıta imkânsızlığı ile kervanla at üstünde konaklaya konaklaya Diyarbekir’in Çınar kazasına bağlı Aktepe köyüne varır. Burada köyde ikamet eden Nakşibendî Tarikatının Halidi kolunun rükünlerinden Şeyh Hasani Nurani’nin misafiri olur. Ve buradan Diyarbakır’a giderek akrabalarını bulur, onlarla helalleşip vedalaştıktan sonra tekrar Aktepe köyüne gider. Misafirliği müddetince büyük zat ve büyük veli Şeyh Hasani Nurani’ni ile sürekli muhasebe, sohbet ve ilmi görüşmelerde bulunur. Şeyh efendi bu misafirindeki üstün zekâ ve ilmi kabiliyetini hisseder ve onun gitmesine bir türlü müsaade etmez.

Tam bu sıralarda, İstanbul’dan Diyarbakır’a, bir konuda Şeyhül İslam’ın bir fetvası gelir. Diyarbakır uleması, bu fetvayı beğenmeyip yanlış olduğuna kanaat eder. Ve Şeyhü’l İslamın çıkardığı bir fetvaya itiraz eden Diyarbakır uleması ile resmi makamı temsil eden zamanın valisi, kadısı, müftüsü arasında bir münakaşa olur. Bunun üzerine incelemesi ve bir çözüme bağlaması için fetvanın bir nüshası Şeyh Hasan-i Nurani’ye gönderilir; Şeyh Hasan-i Nurânî fetvayı alıp inceler ve Şeyh Kasım’a göstererek fikrini alır. Şeyh Kasım fetvayı inceledikten sonra Diyarbakır ulemasının yanıldığını ve fetvanın doğru olduğunu belirtir. Bunun üzerine Şeyh Hasan “o halde, Diyarbakır ulemasıyla münakaşa ve münazarayı kabul edermisin?” diye sorar. Şeyh Kasım cevaben “Şeyh izin verirse kanaât ve fikrimi serd etmeye hazırım” der ve Diyarbakır’a gider. Şehre gidince Diyarbakır da halen ibadete açık olan KURŞUNLU Camii ne yerleşerek ilim heyetini camide kabul eder. Yapılan münakaşa ve teati edilen fikirler neticesinde ilmi olarak Şeyhül İslam’ın fetvasının doğruluğunu ispat eder. Bunun üzerine ulemanın takdirlerini kazanır, Vali tarafından kendilerine orada kalması ve Reis-ul Ulema makamı ile tedrisat yapması istenilir. Fakat O bunu kabul etmeyip memleketine gitmek istediğini belirtir.

Şeyh Kasım Aktepe’ye gelir ve birkaç gün daha kalır ama bir türlü Şeyh Efendi den “evine gidebilirsin” diye bir izin çıkmayınca münasip bir dille akrabalarının ekseriyetinin sürgün edilmesi hadisesine binaen memleketine geri dönmesinin bir ihtiyaç ve zaruret olduğunu ifade eder. Fakat Şeyh Hasan kalması için ısrar ederek gitmesine izin vermez. Böyle bir zatın ısrarı karşısında Şeyh Kasım gitmek için diretmenin doğru olmayacağını düşünerek gitmekten vazgeçer. Memleketi olan ve asırlardan beri sülalece yerleşik olduğu Derşev’de mevcut emlak ve servetinden feragat ederek Aktepe köyünde ikamete başlar.

Şeyh Hasan-i Nurânî’nin vefatına müncer olacak hastalığı esnasında, etba ve yakın akrabalar kendisinden sonra kime biat edeceklerini sorarlar. Şeyh Hasan ise halifesinin kim olduğunun belli olduğunu belirtir. O kişi Şeyh Kasım dır. Bunun üzerine muhtelif yerlerden çeşitli itirazlar gelir. Zira Şeyh’in dört oğlu olduğunu, onlarında ilmi zahirde kâmil olduklarını, büyük edip ve şair olarak divan telif ettiklerini, edebiyat ve ilimde otorite olduklarını ve yabancı birini kendisine halife seçip göstermesini anlayamadıklarını belirtirler. Bunun üzerin Şêx Hasani Nurani Hazretleri;
“demek ki bugüne kadar ihlâs ve manasıyla benden istifade edememişsiniz! Aksi halde ne demek istediğimi idrak ederdiniz. Elbette ki, menkul ve gayrimenkul mallarım çocuklarıma ve varislerime intikal edecektir. Ancak haiz olduğum rabıta ve hikmet emanettir. Ve bu emanet ona intikal etmiştir. Halifem odur. Benimle irtibatını muhafaza ve devam etmek isteyenler ona biat suretiyle tahakkuk edecektir. Bundan sonra Şeyh Kasım sizin şeyhinizdir.”

Şeyh Kasım, şeyhinin vefatından sonra bir süre Aktepe de tebliğ ve irşat vazifesini sürdürür. Fakat bir süre sonra oradan ayrılmak zorunda kalır. Ancak şeyhine olan vefa ve sadakatten dolayı memleketi olan Botan-Derşeve değil muhitte kalmaya karar verir. Bu nedenle halen Çınar kazasına bağlı Altunakar köyüne yerleşir. Ve kısa bir zamanda burada bir medrese inşa ettirir. Ve irşad ve tedrisata burada devam eder. Altunakar Medresesi Osmanlı idaresinde resmiyet kesbeder. İlahiyat Fakültesi mertebesinde olan bu medresenin mezunları devlet sektöründe istihdam hakkını kazanırlar. Bu nedenle her taraftan, bilhassa Ortadoğu mıntıkası Suriye, Irak ve Kafkasya’dan burada okumak için talebeler gelirdi.

Şeyh Kasım El-Togari, Mürşidi Kamil Şeyh Hasani Nurani’den almış olduğu halifelik vazifesini bihakkın yerine getirerek, Kafkaslar’dan Şam’a Irak’tan Elaziz’in Palu kazasına ve Urfa Siverek ile Adıyaman’ın Kâhta kazasına kadar gelen ve çoğalan müritlerine gerekli irşatla; riyazat, çile, zikir, murakabe, tövbe, istiğfar, züht, tevekkül ve kanaât telkin talim ve temrini yaparak onların gerek cemiyet içinde beşeri faydalı bir uzuv ve gerekse masiva ve nefsanî zaaf ve şerden tebriye suretiyle kemale yardımcı olmaya medar cehd ve gayreti göstermiştir.

Altunakar arazisi zamanla çoğalan aile efradının, mensuplarının, müderrislerin, talebelerin ve gelen misafirlerin iaşe ve ihtiyacını karşılayamayacak duruma gelir. Bunu üzerine Şeyh Kasım Altunakar ile hemhudut olan Gozelşeyh köyünü satın almaya talip olur. Bu köy imparatorluk idaresi tarafından oraya ikamete mecbur edilen Kırım Han’larından Musa Paşa’ya temlik edilmiş, kendisine köyde yazlık-kışlık bir konak inşa edilmiş ve mıntıkanın asayiş ve idaresiyle vazifelendirilerek asalet ve mertebesine layık bir muameleye tabi tutulmuş. Musa Paşa’nın vefatından sonra oğlu İslam Bey, kısa bir zaman sonra mıntıkadan ayrılmak istediğinden köyü bütün mal varlığıyla beraber sayışa çıkarmış. Bunun üzerine Şeyh Kasım köyü satın alır. Ve köy Şeyh Kasım’ın oğlu ve sonrada halifesi olacak Şeyh Neytullah adına tescil edilir.

Şeyh Kasım’ın bildiğimiz kadar 2 kızı ve 5 oğlu olmuştur. Oğullarından biri kendisinden önce genç yaşta vefat etmiştir. Ve Şeyh Kasım çok sevdiği bu oğlunun adına şuan Altunakar da bulunan türbeyi yaptırmıştır. Daha sonra kendisi de vefat edince oğlunun yanına defnedilmiştir. Bölgede yaşanan sürgün olaylarında Şeyh Kasım’ın oğullarının her biri bir bölgeye sürgün edilmiş ve aile uzun zaman toparlanamamıştır.

Şeyh Kasım el Togari Hazretlerinin Çınar – Altunakar köyündeki türbesinde ; Şeyh Kasım hazretleri ile oğulları Şeyh Muhammed Neytullah (v. 1916) ve Şeyh Mehmet Sait ile aynı aileye mensup 3 kadın medfundur. Türbe 1298 /1880 yılında yapılmıştır.