Selami Ali Efendi

İstanbul – Üsküdar – Kısıklı’da Büyük Çamlıca caddesinden İBB tesislerine çıkarken solda yer alan Selami Türbe sokaktaki kabristanda

Celveti şeyhlerinden olan Selami Ali Efendi, Menteşe’nin Kozyaka köyünde doğmuştur. Doğum tarihi belli değildir. Babasının adı İlyas’dır.

Selami Ali Efendi, kadı olup tahsilini tamamladıktan sonra, önce Kırkakça Medresesine müderris olmuş ardında İstanköy adasına müftü oldu. Burada manevî ilimlere ve tasavvufa olan meyli sebebiyle müftülük ve kadılık gibi resmi vazifeleri bırakarak Celvetî büyüklerinde Zakirzade Abdullah Efendi‘ye (v. 1068/ 1658) intisab etti. Seyr ü sülükunu tamamladıktan sonra Bursa’ya irşad vazifesiyle gönderildi. Orada bir zaviye yaptırıp insanlara din-i İslamı anlatmak, öğretmek ve yaşatmakla meşgûl oldu. 1679 (H.1090) senesinde Divitçizâde Şeyh Mehmed Efendinin vefatıyla boşalan İstanbul Üsküdar’daki Şeyh Aziz Mahmûd Dergâhının şeyhliğine getirildi.

Selami Ali Efendi ; sözünü esirgemeyen , meczub tabiatı ile karşısındaki etkileyen , nazar sahibi bir idi. Vahdet-i vücud neşvesini önere çıkaran mutasavvıflardandı. Bu sebeple diğer zühdi tasavvufu benimseyen Celvetilerce tenkid edilmiştir.

Hüseyin Vassaf Bey’in tesbitine göre, Hüdayî Tekkesi’ndeki görevinin üçüncü senesinde bazı garazkar insanların dedikoduları ve Vani Mehmet Efendi’nin arzusu doğrultusunda, Selamî Efendi’nin meşihati IV. Mehmet (1648-1687) tarafından kaldırmış, fakat 1683 Viyana bozgunundan sonra, Vani Mehmet Efendi’nin Bursa’nın Kestel köyüne sürülmesi üzerine 1684-5 tarihinde bir hatt-ı hümayun ile tekrar meşihate getirilmiştir. Hüseyin Vassaf Bey bu hadiseyi şu cümleleriyle anlatır: “Hazret-i Selamî hakkında isnadatın müfteriyatdan ibaret olduğu tahakkuk edince, def’e şane olarak 1095/1685’de Asitane-i Hz. Pîr’de şeyh oldu. Bu sırada Üsküdar’da Baglarbaşı’nda kain ve Selamsız denilmekle meşhur mahallede bir tekye ile mescidi şerife ve Bülbülderesi ile Acıbadem’de birer cami-i latif ve Bulgurlu (1101/ 1690) ve Kısıklı’ya birer zaviye inşa edip vazifeliler tertib eyledi.

Selami Efendi , varlıklı bir mutasavvıftır. Sağlığın bu servetinin tamamını hayır işlerinde kullanmış. Bursa’da namazgah’da bir zaviye; Üsküdar Bağlarbaşında bir tekke ve bir cami, Bülbülderesi’nde ve Kısıklı’da birer tekke -cami inşa etmiş , diğer taraftan Bağlarbaşı – Fıstıkağacı arasında adına kurulan Selami Ali mahallesini, bu cami ve dergahların hizmetleri için vakfetmiştir. Hüseyin Vassaf , şeyhin ayrıca ” inşa ve tamiren ihya eylediği çeşmelerin adedi kırka yakındır. Halen nam-ı alilerine nisbetle mahalle ve tekye ve cami ve çeşmeleri vardır.” denmektedir.

Selami Ali Efendi, Celvetiliğin dört büyük şubesinden birisi olan ve kendi adıyla anılan Selamiyye kolunun da Pîridir. Niksarlı Mehmet Efendi ile Bilecikli osman efendi önemli halifelerindendir.

Selamiyye’nin, ana kol Celvetiyye’den temel farkı zikir icra şekliyle alakalı olduğu gibi, mensuplarının başlarına giydikleri taclarının onyedi dilimli olmasıdır. Zira, Selami Ali Efendi, Celvetiyye’nin on üç terkli tacını yeni bir yorum getirerek on yedi terke çıkarmıştır. Üsküdar’daki Türbe-i şerifinin haziresinde dergahın şeyhlerinden Mustafa Şerafeddin Efendi’nin on yedi terkli mezar taşını görmek mümkündür.

Selamî Ali Efendi, Safer 1103/1691 tarihinde vefat etmiş ve Kısıklı’da yaptırdığı tekkenin haziresinde sırlanmıştır. Selami Ali Efendi’nin türbesi, Belediye tarafından 1957 senesinde tamir ettirilmiştir. Burada bulunan dergah 1912-1917 yıllarında yıkılmış, daha sonraları da ortadan kalkmıştır. Dergahın içindeki evler 1960′ yıllarda VakıOar idaresi tarafından satılmıştır.İbrahim Has Efendi’nin Tezkire-i Has isimli eserinde Selami Ali Efendi’nin dostlarından Seyyid Abdulkadir Efendi’den naklen şeyhin vefatıyla ilgili şu bilgileri verir; Şeyh Efendi vefat etmeden önce merkez asitanede bulunuyordu ki, ”Biz burda vefat etsek halk bizi omuzlarında götürmeye zahmet çekerler. Varalım merkadmızın yanında vefat edelim” deyip Kısıklı’ya, bugünkü türbesinin bulunduğu tekke ve türbeye gelmiştir. Burada keşkek yaptırıp gelene gidene üç gün yemek yedirmiş, her gelenin eline iki para vermiştir. Bu adet bilahere İstanbul ve Üsküdar’da meşhur olmuştur. Üç gün tamalandıktan sonra şeyh abdest almak istediğini bildirmiş, abdestini tazeledikten sonra tekrar oturduğu çadıra götürülmüş, dervişlerin hatm-i tevhide başlamalarından yarım saat sonra vefat etmiştir.

Şeyh Selami Ali Efendi’nin kabri’nin bulunduğu hazire’de şeyh Efendi’den başka ; Tekke’nin Şeyhlerinden ;
Niksarlı Şeyh el Hac Mehmed Efendi ( Etrafı demir parmaklıkla çevrili 17 terkli şahidesi var )
Şeyh Mustafa Şerafeddin Efendi ‘nin de kabirleri bulunmaktadır.

Selamî Efendi’nin ihvanı içinde yetişen halifelerden bazıları şunlardır ;

Fenayî Ali Efendi (v. 1158/1745)

Niksarî Mehmed Efendi (v. 1159/1746)

1065/1655 yılında Niksar’da doğmuştur. Bursa’ya gelerek Selami Ali Efendi’den hilafet almış ve İnegöl kasabasında irşad vazifesinde bulunmuştur. Selamî Ali Efendi’nin 1090/1679 yılında İstanbu’a tayini ile kendi yerine bıraktığı İbrahim Efendi, Niksarî Mehmed Efendi ile becayiş ile İnegöl’e gönderilmiş. Niksarî Mehmed Efendi de Bursa Selamî Ali Efendi Tekkesine vekaleten tayin edilmiştir. 1143/1730 yılında Üsküdar’a gelerek Kısıklı Selami Ali Efendi zaviyesinde ikamet etmek üzere iken izzet Paşa tarafından bu tekke genişletirerek yeniden yaptırılmış, selamlık kısmı da eklenmiştir. Buradaki postnişînliği üzerine Bursa Selami Ali Tekkesi şeyhliğini oğlu el-Hac Mustafa Efendi’ye bırakmıştır.

1153/1740 senesinde Hüdayi asitanesi postnişini Edirneli Yusuf Efendi’nin vefatıyla Niksari Mehmed Efendi buraya tayin olunmuş ve altı sene şeyhlikten sonra da vefat ederek Kısıklıdaki Selami Ali Tekkesi haziresine defnedilmiştir.

Fenayî Mustafa Efendi (v. 1115/ 1704)

Rumeli’nde Şumnu kasabasında doğmuştur. İstanbu’a gelip Dergah-ı alî yeniçerileri odalarında yirminci bölükte karakullukçuluktan aşçılığa, vekil hare ve odabaşılığa kadar yükselmiştir. Beşiktaşlı Şeyh Yahya Efendi evladından Emetullah Hanımla evlenmiştir. Uzun zaman Yahya Efendi türbesi civarında oturmuştur. Ümmî olduğu halde, Şeyh Yahya Efendi’den aldığı rühanî feyz ile o asırda Celvetiyye’den Şeyh Selamî Efendi’ye intisap ederek kendisinden hilafet almıştır. Yahya Efendi türbesi civarında yaptırdığı zaviyede irşadla meşgul olmuştur. “Odabaşı Şeyhi” namıyla şöhret bulan Fenayî, 1115/ 1704 senesinde göçmüştür. “Şîr-i Huda” tamlamasıyla vefatına tarih düşürülmüştür. Fenayî mahlasıyla yazdığı şiirleri bir divanda toplanmıştır. Hz. Peygamber’e yazdığı na’tlarıyla meşhurdur.

Bilecikli Osman Efendi (v. 1140/ 1727)

Osman Efendi, Selamî Efendi’nin halîfelerindendir. Çavuşderesi’nde Hayreddin Çavuş Mahallesi’nde Eski Semerciler’deki Atpazarı Celvetî Tekkesinde postnişînlik yapmıştır. 1130/1717’de Mehmed Sabürî Efendinin vefatı üzerine Hüdayî Asitanesi’ne on dördüncü postnişîn olarak tayin edilmiştir. Şeyh-i dergah” (1140/1727) tamlamasıyla vefatına tarih düşülmüştür. Mezarı Hz. Hüdaî Asitanesi civarındaki Açık Türbe’de Mehmed Saburî Efendi’nin yanındadır. Meşîhatı kendisinden sonra halifesi ve damadı Yakup Efendi üstlenmiştir.

Bosnalı Mehmed Fevzî Efendi (v. 1084/1674)

Bosna’da doğmuştur. Gençliğinde îstanbul’a gelip Üsküdar’a yerleşmiştir. Eli kalem tutan, manzum ve mensur eserler yazan mürettep bir dîvan bırakan Fevzî, bazı vezîrlere dîvan efendisi olmuştur. Ömrünün sonlarına doğru cezbeye düşüp makam ve mansıbını terkederek Üsküdar’da Şeyh Selamî Efendi’ye intisap etmiştir. Hizmet ve sülükunu tamamladıktan sonra 1084/1674 senesinde vefat etmiştir.

Kaynaklar ; Üsküdarlı Selami Ali Efendi , Mustafa Tatcı -M. Cemal Öztürk , Kaknüs yayınları

İvaz Fakih

İstanbul – Çamlıca tepesindeki İBB tesislerinde , Lokantanın hemen arkasında

Orhan Gazi zamanında Hereke, Tavşancıl, Gebze, Darıca, Tuzla, Pendik, Kartal ve Maltepe kaleleri, 730 (1329) tarihinde, şimdiki Gebze’nin güneybatısında bulunan Pelekonon Ovası’nda yapılan savaş sonucu zaptedilmiş ve Türk Ordusu Merdiven Köyü’ne kadar ilerlemişti. Buradaki İmparator Av Köşkü, Orhan Gazi tarafından bir Ahi Dergahı haline getirilmişti.

Bir fütüvvet yolu olan Ahiler o çağlarda Osmanlılar’ın beşinci kolu, gizli bir örgütü idi. Bunlar yabancı ülkelerden haber sağlarlar ve düşmanı gozetlerlerdi. Bu dergahın şeyhlerine de resmen Bizans’ı gözetlemek vazifesi verilmişti. Bunlar, Gözcü Baba, Gül Baba, Ali Baba, Balcı Baba, Mah Baba, Eren Baba, Şahkulu Baba, Yörük Baba, Sancaktar Baba, Mansur Baba, Semerci Baba, Garipce Baba, Buhur Baba, Kartal Baba ve Çamlıca Baba gibi kimselerdi. Bunların büyük bir kısmı, sonradan siyasi durumun değişmesi neticesinde şehid olmuşlar ve bulundukları yerlere gömülmüşlerdi. Bir fıkıh bilgini olan İvaz Fakih’in bunlardan biri olduğu sanılmaktadır. Şehid olan kimsenin bulunduğu yere gömülmesi eski bir adettir. Süleyman Şah’ın Bolayır’da; İstanbul’un fethi srasında ve sokak muharebeleri esnasında şehid duşenlerin yol kenarlarına gömülmesi bu yuzdendir.

730 (1329) tarihinde kazanılan muharebe neticesi, Türk öncü kuvvetleri Çamlıca Tepeleri’ne kadar gelmişlerdi. Bu sıralarda Orhan Gazi, Çamlıca havalisini de içine alan, fakat gerçek hudutları bilinmeyen geniş bir bölgeyi Doğancılarına tımar olarak vermişti. Tımar, Akşahin ve Akdoğan isimlerinin karşılığı olan Laçin ismini taşıyordu. Laçin Tımarı, sonradan gelen padişahlar tarafından da kabul edilmiş ve yenilenmiştir. Bu hükmün, Yıldırım Bayezid (791-804)(1389-1402) tarafından verildiği ve oğlu İsa Çelebi zamanında ve 805 (1402-3) tarihinde yenilendiği de ileri sürülmektedir.

Büyük tarih yazarı İbrahim Hakkı Konyalı, bir mecmuaya yazdığı yazıda Laçin Tımarı’nn anlamını anlatmakta ve bu arada da; “Yıldırım Bayezid doğancılarına tahsis ettiği Üskudar’ın doğusundaki yerlerden Çamlıca’daki bir çiftliği, İvaz Fakih isminde bir alime vermiş ve onu her çeşit vergiden muaf tutmuştu. Oğlu İsa Çelebi de hicri 805 tarihli bir hükümle babasının emrini teyid etmiştir….” demektedir. Aynı yazıda, eski Ayasofya mutevellisi Derviş Çelebi tarafından yapılan Kocaeli’nin Gebze Kazası’na bağlı bir köy olduğu kaydedildikten sonra, “….. bu köyün Çelebi Sultan Mehmet tarafından İvaz Fakih’e verildiği ve onun da tevliyeti (vakıf işlerinin idaresi) evladına geçmek şartıyla vakfettiği, İvaz Fakih’ten sonra burasının oğlu Ali’ye, daha sonra bunun oğulları Ahmet, Mahmut ve Hızır’a geçtiği ve tahrir zamanında burasının Hızır’ın oğullarından Mahmut’un tasarrufunda bulunduğu….” kaydedilmiştir.

Bu açıklamalara gore, İvaz Fakih’in sonradan konulan şahidesi uzerindeki vefat tarihinin doğru olmaması icap eder. Çelebi Sultan Mehmet zamanında ve 822 (1419) tarihinde sağ olduğu görülen İvaz Fakih’in şahidesindeki 735 (1334-35) tarihi arasında 87 senelik bir fark vardır.

Vakflar Genel Müdürlüğü’nde bulunan bir vakfiyeye göre, Çelebi Sultan Mehmet (1413-1421) kendi Şeyhi olan İvaz Fakih’e iki Çamlıca arasını temlik (mülk olarak verme) etmiştir. İvaz Fakih de bu yerleri vakfetmiştir. Kısıklı Ceşmesi’nin ilk banisinin de bu zat olduğu söylenir.

İstanbul Ansiklopedisi’ndeki Çamlıca Bektaşi Tekkesi adlı yazıda, “İstanbul fethinden bir asır kadar evvel Çamlıca Baba adında bir derviş tarafından kurulduğunu tahmin ediyoruz. Yani bu tekke ismini kurulduğu tepeden almamış, tepe, tekkeye ve banisine nisbetle isimlendirilmiştir” denilmektedir.

İvaz Fakih’in Çamlıca Tepesindeki Belediye tesislerinin içerisinde kalan kabrinin Baş taşına yeni yazı ile:
Hüve’l-Baki
Hicri 735’te vefat eden
mazanneden İvaz Fakih
kuddise s›rruhunun
1944’te Bay Zeynel Alantor
tarafından kabri yaptırıldı.

Ayak taşında ise:
“1957 yılında Belediyece onarılmıştır.” diye yazılıdır. (Bu tarihte, Belediye bir takım türbeleri tamir ettirmiş ve bu arada Çamlıca’daki Selami Ali Efendi Türbesi’ni de yaptırmıştı.) Türbenin yanındaki tekke binası ile kücük türbedar evi yok olmuştur.

Evliya Celebi, meşhur Seyahatname’sinde;
“Büyük Çamlıca mesiresi, göklere baş kaldırmış bir dağın ta tepesinde yüce bir tekke idi.” demektedir. Evliya Çelebi’nin ismini vermediği bu tekke bir Bektaşi Dergahı idi. Evliya Celebi, 1630 yıllarında bu yerden bir tekke olarak bahsettiği halde, Hadika yazarı hiç soz etmemiştir. Hadika’nın muellifi Hüseyin Efendi’nin eserini yazdığı 1770 tarihlerinde bu tekke artık mevcut değildi. Tekkenin yanındaki ahşap türbe ve türbedar odası 1935 tarihlerinde yıkılmıştır. Son türbedar ise, Bektaşi Şeyhi, Hasan Tahsin Baba idi.

Kaynaklar
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Yüzyıllar Boyunca Üsküdar , Mehmet Nermin Haskan , Üsküdar Belediyesi Yayınları

Balaban Baba

İstanbul -Üsküdar’da doğancılar caddesi ile eski Keresteciler sokağı kesişiminde yer alan Balaban Baba Tekkesi bahçesinde

1630 tarihlerinde yapılan Balaban Tekkesinin banisi Balaban Ahmet Baba’nın kabri küçük hazirededir. Abani sarıklı, küçük şahidesi üzerindeki kitabesinde şu ifadeler bulunuyor:

Hüve’l-Baki
İsfendiyar zadelerden
Eş-Şeyh Balaban Ahmed Baba
Hazretlerinin ruhuna
el-Fatiha.
Sene 1047 (1637)

Balaban Ahmet Baba’nın tekkeyi yaptırmasından 135-140 sene sonra Sadiye Tekkesi olmuştur. Tekke’nin Şeyhleri şunlardır ;
1- Yağcızade Şeyh Ahmet Efendi (v. 1777)
2- Şeyh Mehmed Said Efendi (v.1792) Yağcızade Şeyh Ahmet Efendi’nin oğlu
3- Şeyh Mehmed Nizameddin Suzi Efendi (v.7 Mart 1823 ) – Şeyh Yakub Mudanyavi’nin oğlu Kabri , Bali Çavuş camii karşısındaki Mezarlığın oratasındadır.
4- Şeyh Nizameddin Efendi – Şeyh Mudanyavi’nin oğlu.
5- Şeyh Mehmed Emin Efendi (v.1880) Şeyh Nizamettin Efendi’nin oğlu
6- Şeyh Mehmed Aşir Efendi (v. 1905)
7- Balaban Şeyh Hasan Hüsnü Efendi

Kaynaklar
Kaynak ; Üsküdar Meşhurarı , Yayına hazırlayan Azmi Bilgin , Üsküdar Belediyesi Yayınları

Fenai Ali Efendi

Fenai Ali Efendi Türbesi ; İstanbul – Üsküdar’da Valide-i Atik mahallesindeki Fenai Ali Efendi camii avlusunda

Celvetiyye – Fenaiyye’nin Piri Kütahyalı Şeyh Seyyid Fenai Ali Efendi, Üsküdar’da kendi adıyla anılan üç tekkenin banisi olan Şeyh Selami Ali Efendi’nin (1592-1692) halifesidir. Ali fenai Efendi, adaşı Selami Ali Efendi’den irşad icazeti alarak Manisa’ya hicret etmişti. Burada bir cami ve tekke yaptırmış ve bir de kuyu kazdırmıştır. ” Şeyh Kuyusu” adıyla meşhur olmuştu. Şeyhi ve mürşidi Selami Ali Efendi 1104(1692) yılında ölünce İstanbul’a ve Selami dergahına Şeyh olmuştur. Bir süre sonra bu tekkeyi irşad arkadaşına devretmiş, 1713’te Üsküdar’da Pazarbaşı mahalesine gelerek kendi adını taşıyan bir dergah yaptırarak 32 yıl irşad vazifesi yaptıktan sonra 1158 (1745) yılında vefat etmiş ve caminin önündeki türbesine gömülmüştür.

Ölümünden sonra halifesi Abdullah Rıfkı Efendi (v.1770) , Rıfkı Efendi’nin oğlu Mehmet Nazif Efendi (v.1792) ve Hattat Mehmet Şakir (v.1810) Postnişin olmuş ardından Celvetiyye’nin Haşimiyye Şubesinin merkezi Bandırmalızade Tekkesi’nin postnişini Şeyh Mehmet Efendi (v.1845) meşihatı devralmıştır. Tekke’nin son şeyhi ise Mehmet Şakir Efendi (v.1845)’dir. Tekke’nin ayin günü Çarşamba idi.

Fenai Ali Efendi 1123 (1711) yılında Baltacı Mehmet Paşa’nın ikinci sadrazamlığı zamanında Rusya’ya karşı açılan savaşa muhtemelen ” Ordu Şeyhi” sıfatı ile katılmıştır. Beraberinde getirdiği sancağın, türbesinde başucunda dikildiği, kendisinin taşıdığı bayrağın da sandukasının üstüne örtüldüğü bilinmektedir.

Halvetiyye – Celvetiyye tarikatının Fenaiyye kolunun asitanesi ve pirevi olan bu tekke ilk kuruluşunda cami-tevhidhane ile bir kaç derviş hücrelerini barındırmaktadır. Bugün ise tekkeden günümüze ulaşabilen bölümler cami-tevhidhane – Ufak bir hazire ve Fenai Ali Efendi’nin Türbesidir.

Yakın bir tarihte çevre halkı tarafından yapılan ve hiç bir mimari özelliği olmayan cümle kapısından avluya girilir. Girişin Hemen solunda cami ve minare, sağında Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın eşi Şemi Nur Hanım ile gelini Vicdan Hanım’ın türbe karaterindeki mezarları, karşısında da baninin türbesi ve kuyusu mevcuttur. Şemi Nur ve Vicdan Hanım’ın beyaz mermerden çok ince bir işçilikle yontulmuş olan lahitleri ve şahideleri devirlerinin karmaşık üslubunu en iyi şekilde gözler önüne sermesi bakımından önemlidir. Türbe ile boybeyi sokağı arasındaki kesimde uzanan hazirede tek tük kabirler arasında ; Şirket-i Hayriyye’nin müdürü Hüseyin Haki Efendi (v1893-95) , Kamil Paşa’nın katibi hususiyeliğinden yetişen Şirket-i Hayriyye’nin müdürü Hafız Mehmet Vehbi ( v.1907) , Sait Halim Paşa’nın refikası Nazlı Hanım, Şeyh Mehmed Şakir Efendi (v1880) , Şeyh Mehmed Galip Efendi (v.1845) , Şakir Efendi’nin validesi Şerife Ümmü Gülsüm (v1877), Fatma Naile Hanım (v1874) , Şeyh Mustafa Haşim (v.1878) , Mustafa Haşim’in halilesi Aişe Sıddıka Hanım (v1894) mezarları mevcuttur.

1996 yılında vakıflardan izin alınarak İmam Hacı Süleyman Bilir ve Cemaatin katkılarıyla cami ve türbe tadilat ettrilmiştir.

Şeyh Mustafa Devati

Şeyh Mustafa Devati Efendi’nin türbesi ; İstanbul – Üsküdar’da Selman-ı Pak caddesinde yer alan Şeyh Devati camii yanındaki türbesinde

Aziz Mahmud-ı Hüdai hazretlerinin kamil bir tarikat haline getirdiği Celvetî tarikatının önemli isimlerinden biri olan Devati Mustafa Efendi’nin ne zaman ve nerede doğduğu hakkında bir bilgi yoktur. Ancak Üsküdar’da doğduğu ve burada gençliğini geçirdiği tahmin edilmektedir. Babasının adı Resul’dur Gençliğinde divit sanatıyla uğraştığı için “divitçi” anlamında kendisine “devati” lakabı verilmiştir. Mustafa Efendi’nin tasavvuf yoluna girmesinde gördüğü bir rüya etkili olmuştur. Rüyasında kendisini yanar iken gören Mustafa Efendi uyandığı vakit “alemde bir mürşid-i kamil bulamadım ki benim derdime derman olsun” diye üzüldüğünü beyan etmektedir. Bu ifadeden onun uzunca bir müddet dervişlik yolunun özlemini çektiği anlaşılmaktadır. Daha sonra kendisinin elinden tutulduğu ve Resulullah Efendimiz’in imamlığında gece namazı kıldığı ve Efendimizin ona “Senin derdine derman ve ulu Mevla’ya vuslatına çare Üsküdarlı Ahmed Efendi (Muk’at) dendir” demiştir.

Bu rüya üzerine Muk’ad Ahmed Efendi‘ye intisab eden Devati Mustafa Efendi dervişlik yolunda seyr ü sülükunü tamamlamak için çaba göstermiş. Tasavvuf eğitiminin önemli bir safhasında Efendimiz’in manevî işareti ve şeyhinin de arzusu ile Kastamonu’ya gitmiştir.
Bu durumu kendisi şu sözlerle açıklamaktadır: “…Gördüm ki Sultan-ı Kevneyn (s.a.v.) orada oturuyor. Mübarek yüzlerinin nuru şimşek gibi çakıyor. Efendime hürmet edip yer gösterdi. Efendim de oturdu. Nebi-i Muhterem: “Bu yanındaki kimdir?” buyurdu. Efendim de “Sultanımın yetimi Mustafa kulundur” dediler. Efendimiz: “Bunu Kastamonu’ya gönderin, sonra Üsküdar’a gelir. Emr-i Hak bunun üzerine cari olmuştur” buyurdular. Bu konuda söz çoktur ancak anlatmaya izin yoktur..’

Devati Mustafa Efendi bu manevî işaret ile Kastamonu’ya gitmiş belli bir müddet orada ikamet etmiştir. Müşahedelerinden bahsederken Kastamonu ile ilgili birkaç hatırasını da nakleden Mustafa Efendi’nin bu beyanlarından Kastamonu’ya ilk gidişi sırasında şeyhlik vazifesini almadığı anlaşılmaktadır. Kastamonu’dan birkaç kez Üsküdar’a şeyhini ziyaret etme arzusu ile gitmek istemişse de her defasmda izin verilmediğini, ancak son gitme arzusunda olumlu bir netice aldığını beyan eden Mustafa Efendi bu şekilde Kastamonu’dan şeyhinin yanına gelmiştir. Şeyhinin yanına vardığında onun yanında bir sepet üzüm olduğu ve bunlardan iki salkımının kendisine uzattığını bildiren Devati hazretleri, şeyhinin “bunlardan bir salkımından birer tane fukaraya dağıt. Ama sakın iki tane verme hazmedemezler” dediğini ve kalan diğer salkımı da kendinin yemesini söylediğini beyan eder. Orada birçok kimsenin gelip Muk’ad Ahmed Efendi’ye” “Birer tane de bize ver Sultanım” dediği ancak Ahmed Efendi’nin: “Bunlardan size verilmez, bu Celvetî erenlerine mahsustur” diyerek başka kimselere vermediğini söylemektedir. Daha sonra şeyhinin “Bu evin anahtarını bunun eline verin” buyurmasıyla kendisine şeyhlik vazifesinin verildiğini bildirmektedir. Hatta bu esnada Efendimiz’in ve Hüdai hazretlerinin manen orada bulunduklarını ve “bundan sonra bu kapıda her kim ma’na talep ederse cevap bulacaktır” buyurduklarını da bildirmektedir.

Bundan sonra Devati Mustafa Efendi’nin Kastamonu’ya tekrar dönüp dönmediği hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak Osmanlı Arşiv kayıtlarına göre Kastamonu Kırkçeşme mahallesinde bulunan Celvetî dergahı Devati hazretlerinin ihya ettiği bir yer olduğu anlaşılmaktadır. Bu Kastamonu’da şeyh olarak bulunmuş olma ihtimali kuvvetlendirmektedir.

Buna göre Mustafa Efendi şeyhlik icazetini aldıktan sonra tekrar Kastamonu’ya dönmüş ve orada bir tekke kurarak irşad faaliyetlerine başlamıştır. Nitekim 1291/1875 tarihine kadar kayıtlarda tekkenin şeyhlik görevinin devam ettiği bildirilmektedir. Bu bağlamda Mustafa Efendi’nin şeyhinin vefatından yani 1049/1639 yılından önce burada bir tekke kurduğu anlaşılmaktadır.

Üsküdar’a döndükten sonra Devati hazretlerinin ilme yöneldiği ve ulemadan birinin yanında mülazım olarak bulunduğu nakledilmektedir. Mülazımlıktan sonra imtihanda başarı sağlayıp Kırklı bir medreseye müderris olarak tayin edilmiştir. 1061-1067 yılları arasında Molla Kesret Medresesi ile Valide Sultan Daru’l hadîs’inde müderris olarak görev yapmıştır.

1067/1656 tarihinden itibaren müderrislik hayatına son veren Devatİ Mustafa Efendi, bu tarihten sonra Üsküdar Selmanağa mahallesinde bulunan Şeyh camiinde irşad faaliyetlerinde bulundu. 1061/1650 tarihinde Arslan Ağazade Mustafa Bey tarafından yaptırılan bu camiye Devatî Mustafa Efendi de bir meşruta ve aşevi ilave ettirmiştir.

Bu camide 1656 tarihinden sonra üç yıl irşad vezifesinde bulunan Mustafa Efendi 1659 tarihinde vefat etmiş ve tekkenin bahçesine defnedilmiştir. Mustafa Efendi’nin aile hayatı ile ilgili bilgiler son derece azdır. Oğlu Devatizade Mehmet Efendi hemen hemen ailesinden bilinen tek kişidir. Mehmet Efendi Hudai asitanesi Şeyhlerinden Mehmet Fenayi Efendi’ye ( öl.1664) intisab etmiştir. Bir süre müderrislik yapan Devatizade Mehmet Efendi , babasının vefatından sonra Şeyh camiine Postnişin olarak tayin edilmiştir. Gafuri Mehmet Efendi’nin vefatı ile Hudai asitanesine şeyh olarak tayin edilmiştir. Mehmed Efendi Şeyh Camiinde yaklaşık sekiz yıl, Hüdaî asitanesinde ise on iki yıl kadar görev yapmış ve 1090/1679 yılında vefat etmiştir. Kabri Şeyh camiinde babasının kabrinin yaninda yer almaktadır.

Kaynaklar
II. Uluslararası Şeyh şaban-ı Veli Sempozyumu
Evliyalar Ansiklopedisi – Türkiye Gazetesi

Muhammed Nasuhi Üsküdari

 

Makâm-ı evliyâdır, menbâ-ı feyz-i fütûhîdir,
Edeple dâhil ol sofî, bu dergâh-ı Nasûhî’dir.

Halvetiyye – Şabaniyye yolunun büyüklerinden olan Şeyh Muhammed Nasuhi Efendi ; bir rivayete göre 1648 diğer bir rivayete göre de 1652’de dünyaya gelmiştir.Babası Seyyid nasuhi bin İhtiyareddin bey , annesi ise Afife Hanım’dır. Nasuhi mahlası babasının adına nisbetle verilmiştir. Annesi, Nasuhi Efendi daha iki üç yaşlarındayken vefat etmiştir.

Muhammed Nasuhi‘nin çocukluğu, doğduğu evde geçmiş, aile bir müddet sonra Üsküdar’da Kefçe mahallesine taşınmıştır. Nasuhi, tahsil hayatına bu mahallede başlamıştır. Medrese tahsilinden sonra bir müddet ” Enderun Hümayun” çalışmıştır. Nasuhi , daha çocukluktan gençliğe yeni geçtiği zamanlarda tasavvufa merak sarmış, uzun müddet sufi meclislerinde sohbetler dinlemiş sonunda Atik Valide Tekkesindeki Karabaş-ı Veli hazretlerine intisap etmiştir. Bu intisap şöyle olmuştur ;
Nasuhi hazretleri, Sultan Mehmet camii’nde tahsilde iken Mustafa Efendi, müşarünileyn meziyet ve vasıflarını Karabaş-ı Veli hazretlerine nakl ve ifade etmiş ve bir gün Hazret, ona mülaki olmuştur. Kendisine orada bir hücre tahsis edilmiş, keyfiyet, babası Nasuh Bey’e de bildirilmiştir. Oğlunun kendince maruf olmayan bir zata intisab etmesinin sebebini anlamak üzere, Nasuh bey, Karabaş-ı veli’nin huzuruna girince: ” Gel bakalım, yahu babası oğluyla beraber gelmeli” diye hitap edince Nasuh Bey, Karabaş-ı Veli’nin elini öperek kemal ve meziyetini takdir ederek oğlunun terbiyye-i maneviyesini ona terk etmiştir.

Manevi hayatında büyük bir kabiliyet gösteren ve seyr sülükunu on iki sene hizmetten sonra, genç bir yaşta tamamlayan Şeyh Nasuhi 27 yaşında (1674) hilafete getirilmiştir. Sonrasında mürşidinin emriyle Mudurnu’ya gönderilmiş ve burada Sunullah zaviyesinde on bir sene tekke şeyhliği yapmıştır.Mudurnu halkından pekçok kimse onun sohbetinde bulunarak feyzinden istifâde etti ve birçok talebe yetiştirdi.

Nasuhi Mudurnu’da görev yaptığı sırada (1679) mürşidi Karabaş Veli’nin Limni’ye sürgün edildiğini öğrenmiş ve tahmin 1680 yılında Limni’ye gitmiştir. Şeyhi Karabaş Veli hazretlerini ziyaret ve hizmet amacıyla ada’ya birkaç kez gidip gelmiştir. Nasuhi hazretleri bu ziyaretlerinde o sırada Limni’de sürgün hayatı yaşayan XVII. Asrın büyük mutasavvıflarından Niyazi Mısri‘nin de yakınında ve hizmetinde bulunmuş, Niyazi Mısri hazretlerinden fevkalede etkilenmiştir.

Ada’daki hizmetlerinden sonra Mudurnu’ya dönmüş ve 1685 senesine kadar Mudurnu’da kalmıştır. Şeyh efendi 1685 senesinde yerine Mudurnulu Abdullah Rüşdi‘yi halife bırakarak İstanbul’a dönmüştür.

İstanbul’a geldiği ilk yıllar Üsküdar’daki Çakırcı Hasan Paşa daha sonra da Süleyman Paşa camiilerinden iki sene irşad faaliyetlerinde bulunur. Nasuhi Efendi henüz öğrenciliği sırasında Şeyhi Karabaş veli ile Üsküdar’da geziye çıktığı bir gün Doğancılar Meydanına geldiklerinde ( Şimdiki Nasuhi dergahın olduğu yer) Karabaş veli hazretleri ” Oğlum inşallah burası senin yüzünden mamur ve kıyamete kadar Asitane-i Nasuhi diye meşhur olur” şeklinde dua ve işarette bulunur. Şeyh Nasuhi Mudurnu’dan İstanbul’a geldiğinde bu sözleri ilahi bir emanet kabul ederek Nasuhi Tekkesini kurmaya çalışmıştır.

Bu dergahı yaptırırken Yeniçeri ağası Damat Hasan Paşa ona her türlü maddi ve manevi desteği sağlıyordu. Fakat bu sırada Damar Hasan Paşa’nın Van Muhâfızlığına tâyin edilmesi, destekten mahrum kalmasına sebeb oldu, beş kese altın borç alarak dergâhın inşasını tamamladı. Bu borç sebebi ile bir müddet sıkıntı çektiyse de sonra kurtuldu.

Tamamen Nasuhi Efendinin mülkü olan dergahta, Cuma namazı kılınmaya başladı. 1704 (H.1116) senesinde Veziriazam Damad Hasan Paşa bu dergaha imam, hatib, müezzin, kayyım tayin ettirdi. Diğer ihtiyaçları için de günlük yüz elli akçe tahsisat ayırttı. Ayrıca Hadice Sultan ve Vâlide Atik Sultan vakıflarından bu dergâhın ihtiyaçları için gelir tahsîs edildi. Dergâhta bulunan dervişlerin her türlü ihtiyaçları temin edildiği gibi, dergâha her gün gelen misâfirler ağırlandı.

Nasûhî Efendi, dergâhında pekçok talebe yetiştirdiği gibi, çeşitli câmilerde verdiği vaaz ve nasîhatleriyle onların dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa kavuşmaları için çalıştı. 1705 senesinden itibaren dönemin padişahı III. Ahmed’in isteğiyle Eyyub Sultan camiinde Salı günleri vaaz vermeye başladı. Vefâtına kadar bu mübârek makamda vaaz ve nasihata devam etti. Çok tesirli ve ilgi çekici vaazlarını sayısız kimse uzaktan yakından gelip dinledi. Câmide toplanan kalabalıktan o gün Nasûhî hazretlerinin vâz günü olduğu anlaşılırdı.

1714 senesinde Kastamonu’ya gönderildi. Kastamonu’da bulunduğu sırada da vazifesini sürdürdü. Orada Halvetiyye ve Şâbâniyye yolu büyükleriyle görüşüp sohbet etti. Evliya ve alimlerin kabirlerini ziyâret etti. Bu yolculuğu sırasında oğlu Şeyh Alaeddîn Efendi de yanında bulundu. Kastamonu’dan ayrılacağı sırada büyük velî Şeyh Şâbân-ı Velî hazretlerinin kabrinin bulunduğu türbeye girdi. Kabrinin başında Kur’an-ı kerim okuyup sevabını rûhuna bağışladı.

Şeyh Şâbân-ı Velî hazretlerinin ruhaniyetine teveccüh edip, yönelip ondan istifâde etti. Ona vedâ ettikten sonra hayvanına binerek Ilgaz Dağında türbesi bulunan Benli Sultan diye meşhur olan Şeyh Muhyiddîn Efendinin kabrini ziyârete gitti. Bu ziyâret sırasında yanında Kastamonulu Azizzade Efendi ve Nasûhî hazretlerinin oğlu Alâeddîn Efendi de bulunuyordu.

Nasûhî Efendi, Benli Sultanın kabrini ziyaret etmek için Kastamonulu Azizzade ile birlikte türbenin içine girdi. Oğlu Alâeddîn Efendi ise, kapıda bekliyordu. Biraz sonra Alaeddîn Efendi de türbenin içine girdi. Nasuhi Efendi iki rekat namaz kılıp Kur’an-ı kerim okuduktan ve sevabını Benli Sultanın ruhuna hediye ettikten sonra onun rûhâniyetine teveccüh etti. Bu sırada oğlu Alaeddîn Efendi de gözlerini kapayıp teveccüh ediyordu. Kulağına konuşma sesleri gelmeye başladı. Kendi kendine; “Herhalde babam Azizzade ile konuşuyorlar.” dedi. Fakat gözlerini açıp baktığında ne görsün. Sandukanın üzerinde orta boylu, hafif sakallı bir zât duruyordu. Babası Nasuhi Efendi de o zatla sohbet ediyordu. Onların bu hallerinden ve heybetlerinden hayrete düşen Alaeddîn Efendi, dışarı çıktı. Bir müddet sonra Nasuhî Efendi ve Azizzade Efendi de dışarı çıktılar.

Kastamonu’dan ayrılıp, İstanbul’a gelmek üzere yola çıkan Nasuhi Efendi, bu yolculuk sırasında Mudurnu’ya uğradı. Mudurnu’daki bir halini oğlu Şeyh Alaeddîn Efendi şöyle anlattı: “Babam Nasuhî Efendi, Kastamonu dönüşünde Mudurnu’ya gelip Sunullah Efendinin kabrini ziyâreti sırasında birkaç gün talebelerinden Abdullah Efendiye misâfir oldu. Bir gün işrak namazından sonra istirahat ediyorlardı. Biz de Abdullah Efendi ile sohbet ediyorduk. O sırada iki zât zuhûr edip, selâm verdiler ve yanımıza oturdular. Sarışın, kısa boylu, heybetli kimselerdi. Bir ara bana korku gelip yanlarından kalktım. O zâtlar, Nasuhi Efendi uyanınca yanına gittiler. Şeyh Abdullah Efendi’ye; “Bunlar kimlerdir?” diye sordum. O; “Bunlar Sun’ullah Efendinin talebelerindendirler.” cevâbını verdi. Ben ona; “Sun’ullah Efendi vefât edeli yüz seneye yakın oldu.” deyince, Abdullah Efendi; “Bunlar cinnî tâifesindendir. Tecdîd-i bîat (bîatlarını yenilemek) için geldiler. Hâlen Sun’ullah Efendinin türbesinin penceresi önünde otururlar. Pekçok defâ bunları görenleri gördük.” dedi.

Muhammed Nasuhi Efendi 1718 senesi Şaban ayının son haftası, vaazında; “Bize bir sefer gerekti. Bu makamda son vaazımdır.” buyurarak cemaate veda etti. Dergahlarında da aynı şekilde vedâ etti. Onun bu sözlerini talebeleri herhalde Kastamonu’ya gidip oradaki büyükleri ziyaret edecek diye mânâlandırdılar. O hafta Cumâdan sonra hastalandı. Ramazan ayının ilk günlerindeydi. Bir gece oturduğu evden dışarıya çıkan Nasuhi Efendi, dergahın bahçesinde dolaşıyordu. Onun bahçede dolaştığını gören hanımı, bahçeye çıkarak yanına yaklaştı ve; “Muhterem efendim! Bu gece vakti bu bahçede niçin gezinip durursunuz?” diye sordu. O da; “Allahü teâlâ bilir ama, bu bayramı burada geçireceğiz. Şimdiden kendime yer hazırlıyorum.” buyurdu.Hanımı bu haberi işitince üzüldü ve; “Niçin böyle söyleyip yüreğimizi yakıyorsun.” dedi. Nasuhi hazretleri; “Takdîr-i İlâhî böyledir.” cevâbını verdi. Aradan günler geçti. Ramazân-ı şerîf ayının ortasına geldiğinde, sevenlerini etrafına toplayıp, yerine oğlu Alâeddîn Efendiyi halife tayin etti ve vasiyetini bildirdi.

Muhammed Nasûhî hazretlerinin talebelerinden Şâmî Ahmed Efendi, vefât edeceği gün hocasını ziyâret etti. Mahammed Nasuhî Efendinin hastalığı iyice artmıştı. Şami Ahmed Efendi ona; “Efendim biraz az oruç tutup ilaç kullanırsanız rahatsızlığınız iyileşebilir.” deyince, Nasûhî Efendi; “Oğlum! Cenâb-ı Hakk’ın inâyetiyle otuz senedir farzları değil nâfileleri dahi noksan yapmadım. İnşâallah bu gece dergâh-ı izzete, oruçlu giderim.” buyurdu.

Mahammed Nasûhî hazretleri vefât ettikleri gün ikindi namazından sonra hizmetinde olan dervişlere; “Bu gece Cüneyd-i Bağdâdî, Abdülkâdir-i Geylânî, Molla Hünkâr Celâleddin, Mârûf-i Kerhî, Seyyid Yahyâ Şirvânî, Sultan Şâbân-ı Velî ve hocam Karabaş Veli hazretleri teşrif buyuracaklardır. Onlara hizmette kusur etmeyin.“İftar vaktinde Derviş İbrâhim, Nasûhî hazretlerinin yanından odanın kapısına varıp iki lokma ekmek yedi. Üçüncü lokmayı yerken Nasûhî hazretleri bir defâ; “Hû.” diye seslendi. Derviş İbrâhim ekmeği bırakıp içeri girerken tekrar; “.” diye Allahü teâlânın ismini zikr edip rûhunu teslim etti.

Ramazân-ı şerîf ayının on sekizinci Pazartesi günü iftâr vaktinde vefât etti. Ertesi gün Üsküdar’da Doğancılar Parkının karşısındaki çıkmaz sokağın içindeki dergâhının bitişiğinde defnedildi. Muhammed Nasûhî Efendinin kabrinin üzerine daha sonra türbe inşâ edildi. Taştan yapılmış türbenin önünde mescidin minâresi vardır. Eskiden türbeden mescide bir kapı açılırdı. Türbenin içinde tahta sandukalı on kabir vardır. Ortadaki demir şebekeli sanduka Şeyh Nasûhî Efendinindir. Diğerleri ise Muhammed Nasûhî Efendinin oğulları ile torunlarının ve türbede postnişinlik yapanlarındır. Bâzılarının üstünde isimlerini ve vefât yıllarını gösteren levhalar vardır. Türbenin sağ tarafında dergâhın mescidi vardır. Türbenin üzerinde Şâir Zekâî’nin ta’lik hattıyla yazılmış olan şu iki satırlık manzûmesi bulunmaktadır.

Makâm-ı evliyâdır, menbâ-ı feyz-i fütûhîdir,
Edeple dâhil ol sofî, bu dergâh-ı Nasûhî’dir.

Mânâsı: “Ey derviş! Manevî fetihlerle ilgili feyzlerin kaynağı ve velîler durağı olan bu Nasûhî dergâhına edeple gir.”
[toggle title=Keramet ve Menkıbeleri load=”hide”]Keramet ve Menkıbeleri
Tasavvuf yolunda kutbiyyet, gavsiyyet ve ferdiyyet derecelerine ulaşmış olan Muhammed Nasûhî Efendinin birçok kerâmetleri görüldü.

Sakız Adasını Venedikliler istilâ etmişler, oradaki müslüman halka eziyet ve işkencelerde bulunmuşlardı. Bunlara karşı Mezomorto HüseyinPaşa komutasında bir donanma gönderildi. Bu donanma Sakız’ı almak üzere savaşa girdi. Osmanlı yiğitleri Sakız’da çarpıştıkları bir sırada, Nasûhî Efendi, Üsküdar’daki dergâhında kırk gün süren bir halvete çekildi. Kimsenin olmadığı bir odada Allahü teâlâyı zikreder, oruç tutar, namaz kılar, Kur’ân-ı kerîm okuyarak ibâdet ederdi. Bir gün yakın dostlarına; “Elhamdülillah Sakız Adası ehl-i İslâma nasîb oldu.” buyurdu. Yakın dostları bugünün târihini bir yere kaydettiler. Birkaç gün sonra fetih haberi duyuldu. Aylar sonra Sakız Adasının fethine katılan gâzilerden bâzıları Nasûhî Efendinin dergâhına ziyârete geldiler. Adanın fethi sırasında, Venediklilere karşı elinde kılıç olduğu halde asker kıyâfetinde olmayan pekçok yiğitle birlikte Nasûhî Efendiyi çarpışır gördüklerini söylediler. Adanın fetholunduğu günü bildirdiler. Talebeler daha önce kaydettikleri târihle karşılaştırdıklarında bunun, bildirilen güne rastladığını hayretle müşâhede ettiler.

Muhammed Nasuhi Efendi borçlarını ödemekle meşgul olduğu sırada Mezomorto Hüseyin Paşa konağına dâvet etti. Nasûhî Efendi, Paşanın konağına varınca, Paşa saygıyla ayağa kalkıp kendisine ikrâmda bulundu. Muhammed Nasûhî Efendi, Paşanın bu hareketine hayret etti. Kendi kendine; “Bu ne haldir? Bakalım sonu ne olacak.” dedi. Çünkü Mezomorto Hüseyin Paşa, Nasûhî hazretlerine daha önce yakınlık göstermezdi. Bugünlerde ilgilenmesi onun dikkatini çekti. Hüseyin Paşa, Nasûhî hazretlerine hitâben; “Efendi hazretleri! Bize niçin yabancı gibi bakıyorsun. Sakız önündeki muhârebede bize zaferi müjdeleyen siz değil miydiniz?” dedi. Çünkü Sakız muhârebesi sırasında Nasûhî Efendi, Mezomorto Hüseyin Paşanın bulunduğu kalyona kerâmet olarak gelmiş, zaferi müjdeledikten sonra kaybolmuştu. Sakız muhârebesi sırasında bu müjdeyi veren kimsenin Nasûhî hazretleri olduğunu bilen Hüseyin Paşa, o gece, onu konağında misâfir edip izzet ve ikrâmlarda bulundu. Ertesi sabah dergâh inşâası sebebiyle olan bütün borçlarını ödediği gibi, dergâhının çeşitli ihtiyaçlarını da temin etti. Böylece Nasûhî Efendinin kimseye borcu kalmadı.

Nasûhî Efendi, vâz günlerinden olmayan bir günde Eyyûb Sultan Câmiine gelmişti. Câminin o günkü vâizi, hazırladığı vâza âit notlarını unutmuştu. Durumu Nasûhî Efendiye bildirdi. Nasûhî Efendi de hazırlıksız olmasına rağmen kürsüye çıktı. “Bana bir kitap veriniz.” dedi. Orada bulunanlar bir şiir kitabı verdiler. Nasûhî Efendi o kitaptan bir şiir okuyarak vâza başladı. Bugünkü vâzı diğerlerinden daha hoş olup, dinleyenler çok memnun kaldılar. Nasûhî Efendinin o kitaptan okuduğu kıt’a şudur:
Gönül ki sînede sensiz garîb imiş cânâ
Vatanda âşıka kûyün habîb imiş cânâ
Gamınla mihnete salmışdı rûzigâr beni
Yine cemâlini görmek nasîb imiş cânâ.

ARZU EDEN GELSİN

Muhammed Nasûhî Efendi, bir ara üç gün müddetle sevenlerinden birinin dâveti üzerine hava değişikliği için Çamlıca civârındaki Bulgurlu’ya gitti. Bulgurlu’ya gelişlerinin ilk gecesi, gece yarısından sonra teheccüd namazını kıldıktan sonra yanında bulunanlara; “Bize bugün Üsküdar’a gitmek gerekiyor. Hizmeti yerine getirdikten sonra inşâallah yine geliriz. Arzu eden bizimle gelebilir.” buyurdu. Sabah namazını kıldıktan sonra Üsküdar’a gelmek üzere yola çıktı.Yolda karşısından derviş kıyâfetli biri geldi ve; “Ben duâcınız da efendime gidiyordum. Dergâhınıza vardım. Efendim hazretleri (yâni siz) Bulgurlu’dadır.” dediler. Çok şükür efendime burada kavuştum. Size gelişimin sebebi, Üsküdar’da Bülbülderesi denilen yerdeki bir mağarada, Nakşibendiyye yolu mensuplarından Şâh Haydar adında bir zât vardı. Bu zât kimsenin işine karışmayan, haram işlememek için insanlardan uzak yaşamaya gayret eden biriydi.Ömrünün sonuna doğru bana; “Artık dünyâ hayâtım bitmek üzeredir. Vefât ettiğimde cenâzemi yıkamak, namazımı kılmak, kabre koymak ve telkînimi vermek üzere Nasûhî hazretlerinin vekil olmasını istirhâm ediyorum. Bu vasiyetimi unutma ve başkaları yapmak isterlerse mâni ol. Vefâtımı ve vasiyetimi ona bildirmene lüzum yok. Ona Allahü teâlâ bildirir.” buyurdu.Lâkin duâcınız işgüzârlık yapıp kendiliğimden geldim. Bu gecenin son üçte birinde vefât etti.” dedi. Nasûhî hazretlerinin yanında bulunan talebeleri, onun bir kerâmetini daha gördüler. Vefât eden zâtın dediği gibi oldu. Nasûhî hazretleri talebeleriyle birlikte Bülbülderesine geldi. Kabrini kazdırdı.Cenâzesini yıkadı. Namazını kılıp, kabre koydu ve telkînini verdi.

ACELE TÖVBE ET

Sarayda vazîfeli Mehmed Ağa anlattı: “Sarayda, Enderûndan yetişmiş bir ağa, Üsküdar’daki konağında oturuyordu. Ben de önceleri onun konağında vazîfeliydim. O günlerde, Doğancılar’da Nasûhî Efendinin vefât ettiği duyuldu.Cenâze namazı kılınmak üzere câmiye götürülüyordu.Talebeleri mübârek tabutu omuzlarına almışlar, gözyaşları arasında ağanın evi önünden geçerken, ağa, kalabalığı görmeyeyim diye pencerelerin perdelerini kapattı. Çünkü Nasûhî hazretlerinin büyüklüğüne inanmazdı. Ağa, o gece rüyâsında büyük bir kalabalığın Pâdişâh Sultan Ahmed Hanı beklediğini gördü. Halk, yolun kenarlarına dizilmişlerdi. Öyle ki, çarşının aşağı başından Ahmediye Câmiine kadar yollar doluydu. Herkes heyecanla bekleşiyordu. Bâzılarına niçin beklediklerini sorduğunda, onlar; “Pâdişâhımız, Nasûhî Efendi hazretlerini ziyârete gelecek. Onun gelmesini bekliyoruz.” dediler. Bu sırada Nasûhî Efendi, Pâdişâhın geleceği istikâmete doğru, beyaz bir at üstünde göründü. Etrafında talebeleri vardı. Nasûhî Efendi, Ağanın önünden geçerken durdu. Ona dönüp; “Allahü teâlânın sevdiği kulları sevmeyenler, helâk olur. Bu düşmanlık, onların perişân olmalarına kâfidir. Sen acele tövbe et ki, kurtulasın!” buyurdu. O sırada uyanan Ağa, sıkıntıdan ter içinde kaldığını gördü. Hemen tövbe edip, abdest aldı. İki rekat namaz kılıp Kur’ân-ı kerîm okudu. SevaplarınıNasûhî hazretlerinin rûhuna bağışladı. Bir müddet durdu. Hiç âdeti olmadığı halde dışarı çıkıp tek başına sokak kapısını açtı ve yola çıktı. Hanımı onun alışılmamış bu hâli sebebiyle beni (Karakulak Mehmed Ağayı) çağırdı. Ağa nereye gidiyor acabâ tâkib et dedi. Ben de ağanın arkasınca gittim. Ağa Doğancılar’a geldi. Nasûhî Efendinin dergâhına girdi. Ben de varıp bir köşeye gizlendim. Ağanın hareketlerini tâkib ettim. Sabah namazını kıldıktan sonra, Nasûhî hazretlerinin türbesine girdi. Kabr-i şerîfinin başında bir mikdar durduktan sonra, Kur’ân-ı kerîm okudu. Oradan çıkarak evine döndü. Ben de geri dönüp gördüklerimi hanımına anlattım. Hanımı Ağaya, bilmiyormuş gibi gece nereye gittiğini sordu. Gittiği yeri ve gidiş sebebini anlattırdı. Hanımı Ağadan dinlediklerini daha sonra bana nakletti.”

Bu zamandan sonra, Nasûhî hazretlerinin sevenlerinden olan Ağa, dergâhının devamlılarından oldu.
,
Sâlih Efendizâde Feyzullah Efendi çocuk iken hastalanmış, bir şey yiyip içmeden dalgın halde yatıyordu. Nasûhî Efendi, Burnaz Hasan Ağaya; “Sâlih’e gidelim, Sâlih’in oğlu hasta olup perişan bir halde yatmaktadır.” dedi. Yanlarına aldıkları bir-iki kimseyle birlikte Sâlih Efendinin evine geldiler. Dalgın bir halde yatan Feyzullah Efendinin başucuna yaklaşıp ellerini alnına koydu ve; “Feyzullah’ım, Feyzullah’ım.” diyerek yüzünü okşarken Feyzullah Efendi gözlerini açtı. Gördü ki, mübârek elleriyle kendisini okşuyordu. Feyzullah Efendi, Nasûhî Efendinin ellerini öptü. O saatte üzerindeki ağırlık ve rahatsızlık gitti.

Draman Dergâhı şeyhi olan Îsâ Efendinin kızı hastalanmıştı. Hastalık o dereceye ulaşmıştı ki, etrâfında bulunanlar ondan ümit kesmişlerdi. Îsâ Efendi de tam bir ümitsizliğe düşmüştü. Bir an Nasûhî Efendi ile kardeşlik derecesinde sevgileri olduğunu düşünüp, evlâd-ı mânevîsî olanZâkir AhmedEfendiyi Üsküdar’a gönderdi. Zâkir Ahmed Efendiye; “Nasûhî Efendi hazretlerine git, selâmımı söyleyip hâlimi arzet. Ömrümün meyvesi biricik kızım çok hastadır. Kardeşliğini bugün için beklerim. Himmet buyurup kızımın sıhhate kavuşması için Allahü teâlâya yalvarıp duâ etmelerini istiyorum.” dedi. Zâkir Ahmed Efendi hemen Üsküdar’a gidip Nasûhî Efendi hazretlerinin dergâhına vardı. Huzurlarına çıkıp ellerini öptükten sonra geliş maksadını arzetti. Nasûhî Efendi bir mikdâr durakladıktan sonra; “Îsâ Efendiye selâm söyle. Cenâb-ı Hak kerîmdir, bağışlar. Çok üzülmesinler.” buyurdu ve müjde verdi. Ahmed Efendi, Îsâ Efendinin dergâhına döndüğü zaman, selâm verip içeri girdi. Ona hastanın kalkıp çorba içtiğini ve biraz kendisine geldiğini söylediler. Ahmed Efendi, Nasûhî Efendi hazretlerinin selâmını tebliğ edip, müjdelerini bildirdi. Îsâ Efendinin kızı kendisinin sıhhate kavuştuğu kanâatine vardı. Dergâhta bir bayram havası vardı ve herkes seviniyordu. Bu sırada, Nasûhî Efendinin ergenlik çağına ulaşmış olan kızı hastalandı. Kendisine haber verdiklerinde; “Onun için gerekli hazırlıkları yapın, vefât edecektir.” buyurdu. Techiz ve kefeni hazırlanıp diğer hazırlıkları yapıldı. O gece kızı vefât etti. Ertesi günü defnedildi.

Lodosun şiddetle estiği fırtınalı bir günde talebeleri Nasûhî Efendiyi ziyârete gittiler. Bir miktar sohbet ettikten sonra, Harem İskelesine doğru geldiler. Sonra Nasûhî Efendi; “Harem’den Galata’ya cenâze namazına kim gider?” dedi. Orada bulunanlar; “Ey Sultanımız! Bu fırtınalı havada karşıya geçmek mümkün müdür?” dediklerinde; “Aslına sonra vâkıf olursunuz. Sevâba ihtiyâcı olan gider.” buyurdu. İki ihtiyar kimse ile gitmeye karar verdiler. Talebeleri de Aşağı Çınar’a kadar berâber gidiyorlardı. Hacı Paşa Hamamı önünde bir mevlevî dervişi zuhûr etti. Gelerek Nasûhî hazretlerinin elini öptü. Derviş konuşmaya başlamadan önce Nasûhî Efendi; “Fasîh Dede ne zaman vefât etti.” diye sordu. Derviş; “Bu gece yarısından önce Derviş Osman’ı odasına çağırıp; “Bu gece yolcu olsak gerektir. Lâkin beni Şeyh Nasûhî gasl etsin (yıkasın). Namazımı dahi onlar kıldırsınlar.” diye vasiyet eyledi ve iki saat geçtikten sonra vefât etti. Biz sabah namazını kıldıktan sonra Derviş Osman beni çağırıp denizde fırtına var. Lâkin elbette Fasîh Dedenin söylediklerinde bir hikmet vardır. Buradan bir kayığa bin, İstanbul’a (Eminönü’ne) var. İstanbul’dan büyük bir kayık bulup git, Nasûhî Efendi hazretlerine durumu haber ver. Elbette onlara dahi malûm olmuştur. İcâbet buyururlar diye, Sultanım hazretlerine ben kölenizi gönderdi. Ben büyük bir kayık getirdim. Şimdi Şemsipaşa’dadır.” dedi. Nasûhî Efendi talebeleriyle birlikte Şemsipaşa’ya kadar yürüdüler. Orada bekleyen kayığa bindiler. Talebeleri hocalarının sözündeki hikmeti anladılar ve bir kerâmetine daha şâhid oldular.

Nasûhî Efendinin sevenlerinden Şâmî Ahmed Efendinin bir kız çocuğu olmuştu. Hanımıyla konuşup çocuğun ismini Fâtıma koymaya karar verdiler. Bu sırada Nasûhî Efendinin, Ahmed Efendinin evine gelmekte olduğunu gördüler. Ev sâhibi kapıya çıkıp onu hürmetle karşıladı, ellerini öptükten sonra içeriye dâvet etti. Nasûhî hazretleri başkaları hiçbir şey konuşmadan; “Oğlum biz sizin kızınıza isim koymak için geldik.” buyurdu. Ahmed Efendi çocuğun annesinin yanına girip durumu anlattı. Çocuğun annesi; “Biz kendi aramızda Fâtıma ismini koymayı kararlaştırmıştık ama, bunda da bir hikmet var. Nasûhî hazretlerinin verdiği isim olsun.” dedi. Çocuğu Nasûhî Efendinin kucağına verdiler. Kimseye hiçbir şey söylemeden sağ kulağına ezan, sol kulağına ikâmet okuduktan sonra, çocuğa Fâtıma ismini verdi. Orada bulunanlara da buyurdu ki: “Allahü teâlâ bilir ama sizin gönlünüzden de Fâtıma ismi koymak geçiyordu.” buyurdu. Çocuğun babası ve yanındakiler Nasûhî hazretlerinin kerâmetini görüp büyük bir velî olduğunu anladılar.

Abdülkerîm Dede, Canbazlar Kethüdâsı İbrâhim Ağa ve Nasûhîzâde Ahmed Efendi anlattılar:

“Bir gün dergâha elinde bavulu ile biri geldi.Bavulunu emânete verip, bize Nasûhî hazretlerinin türbesini sordu. Biz de; “Yorgunsun, birazcık dinlen, sonra ziyâret edersin.” dedik. Fakat o; “Önce ziyâret edeyim sonra dinlenirim.” cevâbını verdi. Bunun üzerine türbeyi gösterdik. O gidip kabrin başında bir müddet Kur’ân-ı kerîm okudu. Ziyâretten sonra yanımıza gelip oturdu ve şöyle anlatmaya başladı: “Bu fakîr, seyahatim esnâsında bir vilâyete uğradım. Birisine; “Burada talebelerin, gariplerin kaldığı bir dergâh var mıdır?” diye sordum. O da; “Filân yerde bir dergâh var. Aradığını orada bulabilirsin.” dedi. Oraya gidip misâfir oldum. Dergâhın idâresini yapan, mübârek kâmil bir zât imiş. Onunla tanıştık, o gece berâber sabaha kadar sohbet ettik. Bana seyahatimin sebebini ve nereye gideceğimi sordu. Ben de anlattım ve İstanbul’a gideceğimi bildirdim. Bana; “Oğlum, bir ricâda bulunsam acabâ yerine getirebilir misin?” dedi. “Elbette gücüm yeterse yaparım, emrediniz.” dedim. O da; “İstanbul’a gitmek için, Üsküdar’dan geçmen lâzım. Üsküdar’ın Doğancılar semtinde Nasûhî hazretlerinin türbesi vardır. Oraya uğradığında bizim hürmetimizi bildirip, mübârek rûhuna Yâsîn-i şerîf, üç İhlâs ve bir Fâtiha okuyup sevâbını hediye eder misin?” dedi. “Peki, inşâallah emrinizi yerine getiririm.” dedim. Sonra ona; “Efendim! İstanbul’da pek büyük velîler, âlimler olduğu hâlde, niçin önce Nasûhî Efendiye gitmemi arzu ettiniz?” diye sormaktan kendimi alamadım. O da: “Babam Kâdiriyye yolunda olgun bir velî idi. O hayatta iken kıymetini bilemeyip nefsimin hevâsı peşinde koştum. O vefât ettikten sonra da huzûrum iyice kaçtı. Birgün babamın yerine bakan halîfesi bana; “Ey mübârek hocamın yâdigârı! Kıymetli ömrünüzü böyle geçirip giderseniz sonunuz hüsrân olur. Mübârek hocamızın bize bir emânetisiniz. Zararın neresinden dönerseniz kârdır. Geç de olsa bir medreseye gidip ilim tahsîl etseniz, bir velî kulun hizmetine girip kalb ilimlerini öğrenip buraya gelseniz ve babanızın yerine geçseniz ne güzel olur. Size elimizden geldiği kadar yardımcı oluruz. Size yakışan budur.” dedi. “Peki, nereye gideyim.” diye sorduğumda da; “Edirne’de tanıdığım âlimler var. Oraya gidebilirsin.” deyince, hazırlığa başladım. İhtiyaçlarımı tedârik edip yola çıktım. Yolculuk uzun ve yorucu oluyordu. Vakti gelince namazlarımı kılıyor, akşamları da uygun yerlerde uyuyup dinleniyordum. Bir gün dinlendiğim bir handa, önümüzdeki yolu eşkıyâların kestiğini, geçenleri soyduklarını söylediler. Ben onların bu sözlerine aldırmayıp Allahü teâlâya tevekkül ederek yoluma devâm ettim. Yol kesicilerin bulunduğu mahalle yaklaştım. Karşı tepenin üzerinde hareket eden bâzı karartılar görülüyordu. Belli ki onlardı. Gitsem mi, gitmesem mi diye tereddüd içinde yürürken, karşıdan siyah bir at üzerinde nûr yüzlü, sakallı ve heybetli bir zât göründü. Yanıma geldiğinde; “Evlâd! Korkma, gel benimle.” diyerek geri döndü. Peşinden yürümeğe başladım. Eşkıyânın bulunduğu yerden geçtikten sonra bana dönerek; “Bundan ötesi selâmettir. Yolun açık olsun, Allahü teâlâ yardımcın olsun.” dedi ve kayboldu. Cenâb-ı Hak, ilim öğrenmek niyetimin bereketiyle, beni eşkıyânın şerrinden bu tanımadığım mübârek zâtın vesîlesiyle kurtarmıştı.

Uzun yolculuktan sonra Üsküdar’a geldim. Oradan İstanbul’a sonra da Edirne’ye gidecektim. Üsküdar’da yürürken iki kimse yanıma sokuldu; “Ey efendi! Seni üstâdımız dergâhına dâvet ediyor. Lütfen oraya buyurunuz.” dedi. Beni burada kimse tanımazdı. Üstelik benim de tanıdığım bir kimse yoktu. Yine Rabbimize tevekkül edip; “Peki geleyim.” diyerek peşlerine düştüm. Dergâha geldik. Dinlenmemi söylediler. “Beni huzûruna dâvet eden üstâdınızla görüşeyim.” dediğimde; “Üzülme, vakti gelince o sizi çağırır, görüşürsünüz.” dediler. O gece sabaha kadar uyuyamadım. Kur’ân-ı kerîm okuyup, namaz kıldım. Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Bana ilim, amel ve ihlâs ihsân eyle.” diye çok yalvardım. Sabah namazını kıldıktan sonra bana; “Şeyhimiz seni huzûruna bekliyor.” dediler. İçeri girdiğimde, beni eşkıyânın elinden kurtaran o nûr yüzlü zât karşımda duruyor, bana tebessüm ediyordu. Hayretimden dona kalmışım. Aklım başıma geldiğinde hemen eğilip elini öptüm. Sonra da; “Muhterem efendim! Tehlikeye girdiğimde hayâtımın kurtulmasına sebeb oldunuz.” derken, sözümü kesti ve; “Oğul! Ne garip kelâm edersin. Seninle ilk defâ karşılaşıyoruz. Orada senin gördüğün kimse bu vücûd değildir. Cenâb-ı Hak meleklerinden birini benim sûretimde oraya gönderip, seni tehlikeden kurtarmış.” diyerek hâllerini gizledi. Üç gün dergâhta kalıp istirahat etmemi emretti. Dışarı çıktıktan sonra, bu zâtın kim olduğunu sordum. Nasûhî Efendi olduğunu söylediler. Üç gün cana can katan, kalb hastalıklarına şifâ olan sohbetleriyle şereflendim. Bereketli teveccühleri ile kalbim aydınlandı, haller sâhibi oldum. Üç gün sonra huzûruna çıktığımda buyurdular ki: “Evlâdım! Şimdi memleketine geri dön. Pederinin dergâhında makâmına otur. Bu yolun âdâbına uyarak talebeleri yetiştirmeye çalış. Silsile-i aliyye büyüklerinin rûhâniyetleri seni terbiye ederler. O zaman yüksek haller, zevkler sâhibi olursun. Sana duâ ediyorum. Başın dara düştüğü zaman bizi hatırla.” Bu sözleri can kulağımla dinledim. Mübârek ellerini öptükten sonra vedâlaştım. Memleketime gelip, gördüğün gibi burada talebelerin başında, onlara yardımcı olmaya çalışıyorum. İşte yukarıda anlattığım sebeplerden dolayı Nasûhî Efendiyi ziyâret edip okumanı istedim.” dedi.”
[/toggle]

İlimde ve fazîlette yüksek bir zat olan Muhammed Nasuhi hazretleri, güzel ahlâk sahibiydi. Riyâzet, nefsin istediklerini yapmamak ve mücâhede, nefsin istemediklerini yapmak sûretiyle Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya çalışırdı. Uzun müddet halvette kalırdı. Recep ayının başında halvete girip, Ramazân-ı şerîf bayramında halvetten çıkardı. İki erbaîn (kırk gün) ve bir îtikâf müddeti (on gün) halvette kalırdı. 1696 (H. 1108) senesinde on erbaîn müddeti yâni dört yüz gün müddetle erbâinde kalmıştı. Ramazan ayının son on günündeki îtikâfdan başka olan halvet ve erbaînlerinde yirmi dört saatte bir yemek yerdi. Yağlı ve tuzlu yiyeceklerden sakınırdı.Yediği tuzsuz çorba ve tuzsuz ekmeğin hepsi otuz dirheme (yaklaşık 150 gr) ulaşmazdı. Erbain ve halvetlerde oruçlu olduğu gibi, diğer zamanlarda Pazartesi ve Perşembe günleri ve Arabî ayların 13, 14 ve 15. günlerinde oruç tutardı. Her gün evvabîn, tesbih, teheccüd, işrak ve duhâ namazlarını devamlı kılardı. Halvet ve erbainlerde Peygamber efendimizin rûhuna bir Fâtiha üç İhlâs okurdu. Diğer peygamberlerin, dört halîfenin, Aşere-i mübeşşerenin diğer Eshâb-ı kirâmın, müctehid imâmların, tasavvuf büyüklerinin de ruhlarına üç İhlâs bir Fâtiha okurdu. Özellikle Hasan-ı Basrî, Cüneyd-i Bağdâdî, Seyyid Yahyâ Şirvânî, Sultan Şâbân-ı Velî, pîri ve mürşîdi Karabaş Ali Efendinin ruhları için okur, her birinin rûhu için ayrı ayrı duâ ederdi.

Nasûhî Efendinin, Ali Alâeddîn Efendi, Fadlullah Efendi, Fahreddîn Muhammed Efendi isimli oğullarından nesli devâm etmiştir. Fadlullah Efendinin kızının oğlu İbrâhim Affet Efendinin neslinden Nasûhîzâdeler diye ulemâdan bir âile devâm etmiştir.

Nasûhî Efendinin tasavvufta tâkib ettiği yola kendisinden sonra gelen talebeleri ve sevenleri tarafından Nasûhiyye adı verildi.

Nasûhî Efendinin tasavvuftaki yolu olan Nasûhiyye yolunu devâm ettiren halîfeleri ise şunlardır:

1) Oğlu Şeyh Alâeddîn Efendi. 2) Şâbân Efendi. 3) Şâbân Efendinin oğlu Mustafa Efendi. 4) Konurapa şeyhi Muhammed Efendi. 5) Mudurnu şeyhi Muhammed Efendi. 6) Serezli el-Hac Ömer Dede. 7) Mudurnu şeyhi Abdullah Reşîd Efendi. 8) Ankara şeyhi Derviş Hasan Efendi. 9) Arâkiyeci Mustafa Dede. Bunlar Nasûhî hazretlerinin icâzetli halîfeleridir. Vazîfe verilmemiş olan pekçok talebesi vardı.

Nasûhî Muhammed Efendinin belli başlı eserleri şunlardır:

1) Tefsîr-i Şerîf: On cildlik bir eserdir. 2) Risâletü’l-Fahriyye, 3) Risâletü’r-Rüşdiyye, 4) Risâletü’l-Velediyye, 5) Şuabü’l-Îmân, 6) Şerh-i Gazel-i Niyâzî-i Mısrî.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]1) Vekâyiü’l-Füdelâ; c.2, s.432
2) Sicilli Osmânî; c.4, s.557
3) Mu’cemü’l-Müellifîn; c.12, s.80
4) Esmâü’l-Müellifîn; c.2, s.314
5) Sefînetü’l-Evliyâ; c.4, s.31
6) Tezkire-i Sâlim; s.669
7) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.176
8) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1129
9) Îzâhü’l-Meknûn; c.2, s.438
10) Üsküdar Târihi; s.239, 373
11) Menâkıb-ı Nasûh-i Üsküdârî
12) Üsküdarlı Muhammed Nasuhi ve Divani – Mustafa Tatcı – Kaknüs yayınları

[/toggle]