Ana Sayfa>türbe(Sayfa 11)

Halil Dede – Samsun

Samsun’un İlkadım ilçesi Kökçüoğlu Mahallesi’nde, 100 Yıl Bulvarı üstündeki Kökçüoğlu (SeyyidKutbeddin) Mezarlığının kuzeybatı tarafında Çifte Hamam Caddesi tarafında bulunmaktadır.

TARİHÇE: Samsun’un Milli Mücadele tarihinde önemli bir yer tutan ve kaybolmak üzere olan Sadi Tekkesi hakkındaçok fazla rivayet olmamakla birlikte, tekke hakkında Sadi Tekkesi Şeyhi Halil Oğlu Şeyh Hacı Mehmet Mehdi Efendi’nin vakfiyesine de ulaşıldığı, şeyhin tekkeyi evi ve balık pazarında bulunan dükkanları vakıf eylediği Samsunlu Araştırmacı Yazar Baki Sarısakal’ın 2000 yılından itibaren sürdürdüğü çalışmalar sonucunda gün yüzüne çıkmıştır.Sadi Tekkesi’nin Şeyhi Hacı Mehmet Mehdi Efendi’nin babası ve dergâhın 1901 yılında vefat eden önceki şeyhi HalilDede’ye ait türbede Tekke’nin içerisinde bulunmaktadır.
MİMARİ ÖZELLİKLERİ: Sadi Tekkesi 2 katlı bir bina olup, hali hazırda harap vaziyettedir ve Samsun BüyükşehirBelediyesi tarafından onarıma tabi tutularak yenileme yapılacak eserler arasında yer almaktadır. Tekke şeyhlerindenHalil Dede’nin türbesi ise Tekkenin bahçesinde yer almaktadır. Türbe bahçe içerisinde 1,5 metre yüksekliğinde üstüaçık betonarme olarak inşa edilmiştir. Türbenin içerisindeki kabre ait mezar taşları ve taş sarık yerinden sökülmüşancak Tekke’nin alt katında bulunmuştur. Mezar taşında Osmanlıca olarak “Hacıbey oğlu Halil Dede ölüm tarihi1317 (1901) yazmaktadır. Sadi Tekkesi Şeyhi Hacı Mehmet Mehdi Efendi’nin torunu Samsunlu şair merhum Ruhi Göktekin, 2004 yılında Sadi Tekkesi’nin bulunduğu yerde yapılan incelemelerde türbeyi doğrulamıştır.
HİKÂYESİ: Samsun Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin, milli mücadele yıllarında Erzurum ve Sivas Kongreleri sonucunda seçilen Heyeti Temsiliye ile irtibatı İngiliz baskısına aldırmadan gizli gizli bir araya gelerek sağladığı Sadi Tekkesi’nde sağlanmıştır. 1920 yılında yapılan bu toplantılara Sadi Tekkesi Şeyhi Halil Oğlu Şeyh Hacı Mehmet Mehdi Efendi,Boşnakzade Süleyman Bey, Sultani Mektebi Müdürü Mustafa Adil, Cemiyet Azalarından Mühendis İrfan, MuharirEthem Veysi Bey, Osman Tobruk katılmışlardır. Erzurum ve Sivas Kongresi ile Samsun Müdafaa-i Hukuk Cemiyetiarasındaki yazışmaların bu Tekke vasıtasıyla yürütülmüştür. Tüm bu çalışmalar Sadi Tekkesi’ni önemli kılmaktadır.Türbede metfun Halil Dede’nin böylesi önemli olan Tekke’nin büyük olasılıkla kurucusu olduğu tahmin edilmekte,1901 yılına kadar halkı irşat ettiği bilinmektedir.Tekke’nin vakıf belgesinde özetle şunlar yazıyor: “Trabzon Vilayet dâhilinde Canik Sancağı merkezi olan Samsun’unPazar Mahallesi’nde bulunan Sâdi Dergâhı post nişini Halil oğlu Şeyh Hacı Mehmet Mehdi Efendi: “Samsun’da PazarMahallesi’nde bulunan Sadi Dergâhı şerifi yanında bulunan doğusunda umumi yol, batısında Çakal Mehmet Bağı,kuzeyinde Dergâhın bahçesi, güneyinde Ekmekçi Ömer Ağa ve Şaban Çavuş ve Gümrük kâtiplerinden Hasan Efendibahçe ve haneleriyle çevrili ve on tane oda ve bir ahır ve kiler ve bahçe mutfak ve içinde müştemilâtı saireyi hâviyarı kâgir bir bab hanem ile Samsun’da Balık Pazarı mevkiinde bulunan bir tarafı Leblebici Ahmet dükkânı ve birtarafı Hacı Tahirzade Abdullah Efendi verasesi arsası ve bir tarafı ticaret kâtibi ve müştereki arsası ve bir tarafıumumi yol ile çevrili bir odayı ve bir bap dükkânı vakıf eylemiştir”

İsa Baba – Samsun

Samsun merkez mahallesinden Cedit Mahallesinde tepe üzerinde şehre hâkim bir konumda bulunmaktadır.

TARİHÇE: Halk arasında “İsa baba” şeklinde anılan türbeye ait herhangi bir kitabe bulunmamakla birlikte türbenin beş yüz yıllık olabileceği ve 1895 yılında Hazinedarzade Memduh Bey tarafından onarıldığı bilinmektedir. Sontamirle birlikte modern bir görünüm arz eden türbenin prizmatik üçgenli kubbe geçişleri, yapının tarihlemesinde bir ipucu sayılabilir
MİMARİ ÖZELLİKLERİ: Önüne yaptırılan ilavelerle camiye dönüştürülen türbenin bahçesinde İsa Baba’ya atfedilen büyükçe bir mezar, doğusunda büyük bir hazire ile bir takım yeni binalar bulunmaktadır. Türbe bugünkügörünümünü, Samsun Belediyesi tarafından 1975’de yapılan onarımda almıştır. Onarımda basit kare şeklinde tekmekânlı türbenin önüne, betonarme küçük bir cami ve minare ilave edildiği, türbenin içindeki, mezar dışarıyaçıkarılıp cami ve türbenin içinin yeni çinilerle, dışının kesme taşla kapandığı ve çevre düzenlemesi yapıldığıanlaşılmaktadır. Doğusu denize bakan yüksek bir teras şeklindeki bir arazide inşa edilen türbenin kuzeyinde, 1975yılında yapılan yeni cami bulunmaktadır. Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde yapıya ait bulunan 1972 tarihli rölöveprojesinden türbenin, kuzey cephesi ortasında bir kapı ve kuzeye doğru devam eden ince duvarlar görülmektedir.Bugün kuzeyine eklenen yeni caminin inşası sırasında bu kapım kaldırılıp türbenin camiye katıldığı görülmektedir.
RİVAYET: Türbenin vaktiyle İsa Baba Zaviyesi adıyla anılan bir tarikat yapısı/tekke dâhilinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Türbenin adını aldığı İsa Baba hakkında, kaynaklarda bir bilgiye rastlayamadık. Samsun’un Osmanlılar eline geçtiği dönemde şehre yerleşmiş olabilecek İsa Baba adına veya kendisi tarafından yapılan birtekke kompleksi dâhilinde inşa edilmiş olabilecek türbenin, erken Osmanlı döneminde bu tip kubbe geçişlerinin yaygın olduğu 15. yüzyılda yapılmış olabileceğini düşünmekteyiz. Cembeloğlu kardeşler “altı köşeli bir mescit”şeklinde tarif ettikleri eserin, “müslüman denizciler” tarafından yaptırıldığını belirtmektedir. Halen halkın ziyaretyeri olarak kabul ettiği ve İsa Baba’ya ait olarak kabul ettiği mezarın başucu şahidesinde, tarih satırının olmasıgereken alt satırları toprağa gömülü vaziyettedir. Şahidenin bezemesi Osmanlı baroğu dönemine ait olabileceğini göstermektedir. Türbe halk tarafından Rıza-i İlahi için veli ziyaretinde bulunmak, hasta olanlar içinde Allah’ın (c.c)izni ile şifa bulmak umuduyla ziyaret edilmektedir.

Hasan Alp

Hasan Alp

Bilecik – Söğüt – Ertuğrul Gazi Türbesinde

Ertuğrul Gazi’nin babası ile Anadolu’ya göç eden ilk kafilelerden olduğu bilinmektedir. Ertuğrul Gazi döneminin kumandanlarından olup aynı zamanda Ertuğrul Bey’in silah arkadaşlarından ve de istişare meclisinin üyelerindendir. Osman Gazi zamanında da kendisine gerekli saygı ve itibar gösterilmiş ve her zaman fikirlerinden faydalanılmıştır. Beyliğin genişlemesi ve beş idari bölüme ayrılması ile Yarhisar nahiyesinin idaresi de Hasan Alp’e verilmiştir. Tevarihi Ali Osman adlı eserde kendisinden şöylece bahsedilmektedir : “ Hasan Alp derlerdi , hizmetinde yararlı bir dilaver dahi var idi : Süleyman Şah ile doğu ülkelerinden gelmişti. Saygı gösterilen bir komutandı. Yar Hisar şehri ona tımarlığa verip rağbet eyledi. Bu anılan serdarların mezarları dahi zikrolunan diyarlarda meşhurdur. Kendileri dünyadan iki yüzyıl var. Halen eserleri il dilinde anılır. ”

Aydoğdu Bey

Aydoğdu Bey

Bilecik – Söğüt – Ertuğrul Gazi Türbesinde

Gündüz Alp’in oğlu ve Osman Gazi’nin yeğenidir. Bursa , Adranos , Bidnos , Ketsel ve Kite tekfurlarının birleşmesi ile meydana çıkan Bizans ordusu ile yapılan ” Koyun Hisarı ” savaşında şehit edilmiştir. Mezarının Dizboz’da , Koyun Hisarına gidilen yol üzerinde bulunduğu söylenmektedir. Söğüt’teki kabri makamıdır. Aydoğdu Bey’in , genç yaşta yöreye nam saldığı ve çok bahadır bir alp olduğu bilinmektedir. Şehid edilmesinden sonra dahi ona olan saygı asla azalmamıştır.

Aşıkpaşaoğlu eserinde : ” Mezarı taşla çevrilmiştir. O ilde at dahi sancılansa , onun mezarına iletirler ve dolaştırırlardı. Allah Teala’nın tüm canlılar böyle şifa buldu. ” der. Oruç Bey’e göre mezarına Türk Han mezarı da denmektedir ve yörede oldukça meşhurdur. Müneccimbaşı ve Tacü’t Tevarih ise ” Mübarek türbesi ziyaretgah olup , kabrinin toprağı hummalı ve sıtmalılar için ilaçtır. ” demektedir.

Merkez Efendi (k.s.)

İstanbul – Zeytinburnu Merkez Efendi camii yanında

Osmanlılar zamanında İstanbul’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, Mûsâ olup, Merkez Muslihuddîn lakabıyla meşhur oldu. 1463 (H. 868) yılında Denizli’nin Buldan ilçesine bağlı Sarımahmûdlu köyünde doğdu. Uşak’ta doğduğunu iddia edenler de vardır. Hatvetiyye yoluna mensûb, Sünbül Sinân hazretlerinin yanında yetişti. 1552 (H. 959) yılında İstanbul’da vefât etti. Cenaze namazını “Dünyâda bu kimseyi riyasız olarak görmüştük” buyuran şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi kıldırdı. Nâşı büyük bir kalabalık tarafından uzun bir süre omuzlarda taşınıp, Topkapı surlarının dışında kendi yaptırdığı câminin türbesine defnedildi.

Merkez Efendi küçük yaşta memleketinde yaptığı ilk medrese tahsilinden sonra, Bursa ve İstanbul’daki medreselerde okudu. Ahmed Paşanın derslerinde bulundu. Tefsir, hadîs, fıkıh ve tıb ilminde yetişti. Kâdı Beydâvî tefsirinin büyük bir kısmını ezberledi. Medrese tahsîli esnasında tekkelere gidip, oradaki âlimlerin sohbetlerine de katılarak feyz ve bereketlere kavuştu. Otuz yaşına geldiğinde medrese tahsilini tamamlayıp çevresinde sayılan büyük bir âlim oldu. Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi’nin hürmet ve muhabbetini kazandı. 1512 (H. 911-912) târihinde Bursa’ya, sonra Karaman veya Amasyaya gitti. Tekrar İstanbul’a döndüğünde Etyemez Şeyhi’nin kızı ile evlendi.

Bu arada, Koca Mustafa Paşa’daki bir tekkede şeyhlik yapan Sünbül Sinân hazretlerinin, şöhretini işiten Merkez Efendi, bâzı kimselerin onun hakkında yaptıkları dedikodular sebebiyle, bir türlü gidip, onun sohbetine katılamamıştı. Bir gün rüyasında Sünbül Efendi’nin, kendi evine geldiğini gördü. Sünbül Efendi’yi içeri almamak için hanımı ile kapının arkasına pek çok eşya dayadılar ve üzerine oturdular. Fakat Sünbül Efendi kapıyı zorlayınca, kapı arkasına kadar açıldı ve onlar da yere yuvarlandılar. Bu sırada uyanan Merkez Efendi, yaptığı hatâyı anladı ve sabahleyin Sünbül Sinân hazretlerinin huzuruna gitmeye karar verdi. Sünbül Sinân’ın câmisine gidip, vâz ettiği kürsînin arkasına, o görmeden oturdu. Sünbül Sinân hazretleri, vâz esnasında Tâhâ sûresinin bâzı âyet-i kerîmelerini tefsire başladı. Tefsirden sonra; “Ey cemâat! Bu tefsirimi siz anladınız. Hattâ, Merkez Efendi de anladı” buyurdu. Sonra aynı âyet-i kerîmeleri daha yüksek mânâlar vererek tefsîr ettikten sonra tekrar; “Ey cemâat; Bu tefsirimi siz anlamadınız, Merkez efendi de anlamadı” buyurdu. Merkez Efendi, hakîkaten ikinci defa anlatılanlardan bir şey anlamamıştı. Sünbül Sinân hazretleri, o gün Tâhâ sûresini yedi türlü tefsîr etti. Merkez Efendi’nin kürsî arkasında olduğunu, zahiren görmediği hâlde anlamıştı.

Vâz bitti, namaz kılındı, herkes câmiden çıktı. Sâdece Sünbül Efendi kalınca; Merkez Efendi huzura varıp elini öptükten sonra af diledi. Sünbül Efendi de: “Ey Muslihuddîn Mûsâ Efendi! Biz seni genç ve kuvvetli biri sanırdık. Meğer sen ve hanımın çok yaşlanmışsınız. Akşam bizi kapıdan içeri sokmamak için gösterdiğiniz gayrete ne dersiniz? Fakat, neticede kapı açıldı ve ikiniz de yere yuvarlandınız!” diye buyurunca, Merkez efendi iyice şaşırdı. Pek çok özürler dileyerek ağlamaya başladı, affına sığınıp talebeliğe kabul edilmesi isteğinde bulundu. Sünbül Efendi de kendisini kabul ettiğini, dergâhta hizmete başlamasını söyledi.

Bundan sonra Merkez Efendi, her gün Sünbül Sinân’ın dergâhına gelip ondan ders almaya ve hizmete başladı. Sünbül Efendi’nin sohbetleri ile yetişip evliyâlık makamlarına yükseldi. İcazet (diploma) aldı. Daha sonra İstanbuI-Aksaray’da Kovacı Dede dergâhında talebe yetiştirmeye başladı. Çok kerâmetleri görüldü.

Merkez Efendi, hocası Sünbül Sinân’ın kızı Rahîme Hâtûn ile evlenmek isteği olduğunu bildirince, Sünbül Efendi; “Bir deve yükü altın getirebilirseniz kızımızı veririz” dedi. Merkez Efendi, bir devenin üzerine iki çuval toprak doldurdu. Devenin yularını çekerek Sünbül Efendi’nin kapısına getirdi. Çuvalları kapıda boşalttığında, çuvaldan toprak yerine çil çil altınlar döküldü. Sünbül Efendi ve çocukları, altınlara dönüp bakmadılar bile. Fakat hocası, Merkez Efendi’ye; “Ey Mûsâ Efendi! Maksadımız altın değildi. Evdekilerin de derecenizin yüksekliğini anlamalarıydı. İmtihanı kazandın” buyurdu. Sünbül Efendi, çok sevdiği kızı Rahîme Hâtun’u, yine çok sevdiği talebesi Merkez Efendi’ye nikâh etti ve evlendirdi.

Yavuz Sultan Selîm Han’ın kızı Şâh Sultan, zevci sadrâzam Lütfî Paşa ile Yanya’dan İstanbul’a gelirken, yolda eşkıyanın baskınına uğradılar. Bu kötü durumdan nasıl kurtulacaklarını düşünürlerken, o anda Allahü teâlânın izni ile, zamanın evliyâsından Merkez Efendi orada görünüverdi. Önceden orada olmadığı hâlde, bir anda karşılarında Merkez Efendi’yi gören şakîler, şaşkına döndüler. Haydutların reîsi, Merkez Efendi’nin heybeti karşısında selâmeti kaçmakta bulunca, diğerleri de kaçarak orayı terketti. Eşkıyanın orayı terk etmesiyle, Merkez Efendi de bir anda oradan kayboldu. Bu hâli hayretle seyreden Lütfî Paşa ve zevcesi Şâh Sultan, Merkez Efendi’yi tanımışlardı. Şâh Sultan, Merkez Efendi’nin bu kerâmetinden dolayı, İstanbul’da Eyyûb Bahariye’de onun adına bir câmi ve yanına medrese yaptırdı. Merkez Efendi buraya tâyin edildi. Bir müddet orada talebe yetiştiren Merkez Efendi’ye Kanunî Sultan Süleymân Han, Topkapı surlarının dışında yaptırdığı tekkede vazîfe verdi. Orada da talebe yetiştiren Merkez Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın annesinin isteği ve Sünbül Efendi’nin tenbîhi üzerine Manisa’ya gitti. Vâlide Sultan’ın Manisa’da yaptırdığı imâretin yanındaki dergâhta hocalık yaptı. Tıb bilgisi kuvvetli olan Merkez Efendi, Manisa’da bulunduğu sırada kırk bir çeşit baharattan meydana gelen bir mâcûn yaptı. Hastalar, bu mâcûnu yiyerek şifâ bulurdu. İlkbaharda yetişen çiçeklerden de istifâde edilerek yapılan bu mâcûnu almak için, çevre kasabalardan gelirlerdi. Mesîr mâcûnu diye şöhret bulan bu mâcûn, şimdi dahî yapılmaktadır.

Merkez Efendi, talebelerini iyi yetiştirmek için çok gayret gösterirdi. Talebelerine zahirî ilimleri öğrettiği gibi, nefslerini terbiye etmek için riyazet ve mücâhedeler yaptırırdı. Çocuklara karşı çok şefkatli idi. Cebinde şeker, yemiş gibi şeyler bulundurur, çocukları gördüğü yerde dağıtarak onları sevindirirdi. Çocuklara buyururdu ki; “Benim için hayır duâ ediniz. Siz günahsız masumsunuz. Sizin duâlarınızı cenâb-ı Hak kabul eder. Bu yüzü kara, sakalı ak ihtiyar için duâ ediniz ki, kıyamette yüzü ak olsun.” Çocuklar duâ edince de; “Yâ Rabbî! Bu masumların duâlarını redeyleme” diye Allahü teâlâya yalvarırdı. Bütün hayvanlara karşı da çok merhametli idi. Merkebe suyunu verir, tavuklara yem atardı.

Merkez Efendi, bulûğ çağına geldiği günden, ömrünün sonuna kadar, hiç cemâatsiz namaz kılmamıştır. Eğer öğle ve yatsı namazlarında cemâate yetişememiş ise, namazını kılmış olanlardan bir kaç kimseye; “Hayâtımda hiç cemâatsiz farz namaz kılmadım. İmâm olayım da sizlerle namaz kılalım. Aynı namazı tekrar kılmanın zararı olmaz. Sonra kıldığınız nafile olur” buyururdu.

Bir tarafa giderken, yolda bir çiftçiyi tarlasında çalışırken görse, yanına varır ve; “îmânı bilir misin? Namazın farzları hakkında malûmatın var mı?” der, bilmiyorsa anlatır. “Mü’min ile kâfiri ayıran fark, namazdır” hadîs-i şerîfini naklederdi. Hayvanlara merhamet etmesini, götürebilecekleri kadar yük yüklemesini, onları aç bırakmamasını da tenbih ederdi. İşe başlarken; “Yâ Rabbî! Bütün müslümanlara faydalı olmak, çocuklarıma helâlinden rızk kazanmak için çalışıyorum” diye niyet etmesini, böyle niyet ederse, her adımına sevâb verileceğini ve günâhlarının affolunacağını, yetiştirdiği mahsûlün her bir tanesinin boşa gitmeyeceğini, hepsinin fayda sağlayacağını ve mahsûlün uşrunu vermenin farz olduğunu anlatırdı. Bu şekilde, gördüğü insanlara mesleğiyle ilgili nasihatler verirdi.

Merkez Efendi’nin ömrü; hep ibâdet etmekle, insanlara hakkı, doğruyu anlatmakla, Ehl-i sünnet itikadını yaymakla, hayr ve hasenat yapmakta halka önayak olmakla, fakir ve zayıfları himaye etmekle geçti.

Merkez Efendi, senelerce dergâhta talebelere ders vererek, onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. Zaman zaman İstanbul’un çeşitli câmilerinden halka vâz ve nasîhatlerde bulundu. Vâzında câmiler dolar taşar, boş yer kalmazdı.

NİYET KUYUSU

Merkez Efendi bir gün dergâhın bahçesinde namaz kılarken, secdeye vardığı bir sırada, yerden bir ses işitti; “Ey Merkez Efendi! Yedi senedir yer yüzüne çıkmak için emrini bekliyorum. Beni bu hapishaneden kurtar. Zîrâ Allahü teâlâ, beni, sıtma hastalığına şifâ olarak, yarattı” diyordu. Merkez Efendi namazdan sonra talebelerine; “Burayı kazınız. Sıtmalılara şifâ olacak bir su çıkacak” buyurdu. Kazdılar, kırmızımtırak bir su çıktı. Kuyu hâline getirttiler. “Niyet kuyusu” ismi verilen bu kuyudan, sıtma hastaları su alır içerlerdi. Bu suyu içen hastalar, Allahü teâlânın izniyle şifâ bulurlardı.

Kaynaklar
1) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-14, sh. 197

2) Merkez Efendi Sempozyumu (Manisa-1989)

3) Tıbyânu Vesâil-ü-Hakâik (Harîrizâde, Süleymâniye Kütüphânesi, İbrâhim Efendi Kısmı No: 430); vr. 11, 144

4) Hadîkat-ül-Cevâmî’; cild-1, sh. 257

5) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 160

6) Seyahatnâme (Evliya Çelebi); cild-1, sh. 372

7) Şakâyık-ı nu’mâniyye Tercümesi; sh. 522

8) Sefînet-ül-evliyâ; cild- 3, sh. 268

9) Tezkire-i Halvetiyye (Yûsuf Sinân, Es’ad Efendi Kısmı No: 1372) vr. 24 b

10) Lemezât (Hulvi M.C. Üniversite Kütüphânesi T.Y. No: 1894) vr. 165 v.d.

Akça Koca

Bilecik – Söğüt de Ertuğrul Gazi Türbesinde

Ertuğrul Gazi’nin kumandanlarındandır. Osman Gazi’nin beyliği döneminde de hizmetlerine devam etmiş ve Beyliğin büyümesinde çok önemli bir rol oynamıştır. Bir rivayete göre babasının isimi Abdülmelik b. Abdülfettah’dır. Anadolu Selçukluları döneminde uç bölgelere yerleştirilmiş bir Türkmen boyuna mensup olduğu ve kendisine bağlı aşiretle beraber Ertuğrul Gazi’ye tabi olduğu söylenmektedir.

Osman Bey ve oğlu Orhan Bey dönemlerinde beyliğin kuzey batı tarafından genişlemesi için gazalara katılmış ve bir çok kaleyi fethetmiştir. Özelikle sapanca, İzmit, Yalova üçgeni içinde kalan arazilerin O’nun tarafından fethedildiği söylenmektedir.

İzmit’e onun isminden mülhem ” Kocaeli” denmiştir. Yine Bolu iline bağlı Akçakoca ilçesi de yine O’nun adını taşır. Fethettiği Samandıra ve civarı Osman Gazi tarafından kendisine mülk olarak verilmiştir.

1326 yılından sonra vefat ettiği sanılmaktadır. Asıl türbesi Kandıra’da iken Söğüt’deki makamıdır.

Kaynak ;
Mehmed Hakan Alşan , Horasan Erenleri , Kurtuba Yayınları , 2012

Ertuğrul Gazi (k.s.)

Bilecik – Söğüt’de

Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gâzi’nin babası. Gündüz Alp’in oğludur. Oğuzların kayı boyundandır. Cengiz’in İslâm memleketlerini talan ettiği sırada, babası, Selçuklu topraklarında yaşamak üzere kabilesiyle beraber ülkesini terk etmiş, Amu Deryâ’yı geçip Oğuzların yoğun olduğu Aral havzasına gelmişti. 1220’lerde Horasan’ın kuzey sınırına, oradan Karakum çölünün güneyine, oradan da Merv yoluyla Ahlat’a ulaşmıştı. Moğol istilâsının buralara kadar ulaşması üzerine kabilesine daha uygun bir yer arayan Gündüz Alp, Erzincan’a doğru hareket etmiş, Pasin ovasında Sürmeli çukura geldiklerinde hastalanarak vefât etmişti.

Babalarının vefâtından sonra Ertuğrul Gâzi kabileye reis seçildi ve ağabeyleri Sungur Tekin ve Gündoğdu, kendilerine tâbi kabile mensuplarıyla beraber Ahlat’a geri döndüler. Ertuğrul Gâzi ise, kardeşi Dündâr Bey ile beraber batıya hareket etti. Sivas yakınlarına gelip konakladığında, Selçuklu ordusu ile büyük bir Moğol birliğinin kıyasıya çarpışmakta ve Moğolların Selçuklu ordusunu bozmak üzere olduğunu gördü.

Yiğitlik ve erliğin bütün vasıflarını üzerinde toplayan Ertuğrul Gâzi, İslâm’ın ve Türk’ün şânından olan zâlime karşı mağdura destek olmakta zerre kadar tereddüd etmedi. “Mağlûba yardım etmek erlik olur. Hızır gibi, bunalmış zamanlarında çaresizlere yardıma yetişerek ellerinden tutalım” diyerek, Selçuklu saflarına katılıp, Moğollara karşı saldırıya geçti. Bir kaç yüz kişilik bu kuvvetin civanmertliği üzerine savaşın seyri değişti ve kısa sürede Moğol kuvvetleri darmadağın oldu. (Bu savaşın, Haremzşahlarla yapılan Yassıçimen Savaşı olduğu da rivayet edilmektedir.)

Savaştan sonra, Selçuklu sultânı Alâeddîn Keykubâd, Ertuğrul Gâzi’ye iltifatlarda bulundu. Hil’at giydirdi ve Selçuklu ülkesinde yaşamak için göç ettiklerini öğrenince Ankara yakınındaki Karadağ mıntıkasında oturmak için toprak verdi (1230).

İznik İmparatorluğu ile Selçuk hududunda sürekli çarpışmalar üzerine sultan birinci Alâeddîn Keykubât 1231’de bir ordu ile Sultanönü civarına geldi. Bütün maiyyeti ile beraber yanında yeralan Ertuğrul Gâzi’yi öncü kuvvetlerine komutan yaptı. Ertuğrul Gâzi, Rum ordusu üzerine yürüyünce, imparator Theodor Laskaris’in Rumeli’den yardımcı çağırdığı Aktav tatarlarıyla karşılaştı. Yenişehir ovasında üç gün gece-gündüz devam eden şiddetli çarpışmalar sonunda düşmanı bozup, İnegöl’e kadar tâkib ederek pek çok ganîmet aldı. Elde ettiği bu büyük başarıdan sonra Eskişehir Söğüt mevkiinde sultan Alâeddîn’le buluşan Ertuğrul Gâzi mükâfatlandırıldı. Söğüt ve Saraycık mahalleri kışlak, Domaniç dağı da yaylak olmak üzere kendisine verildi.

Ertuğrul Gâzi Anadolu’ya geldikten kısa bir müddet sonra, Selçuklu Devleti çökmeye yüz tutmuş, Anadolu parça parça olmuştu. Türk uç beyleri, Selçuklulardan boşalan yerleri doldurmaya ve yeniden güçlü bir devlet kurmayı tasarlıyorlardı. Anadolu’da irşâd ve gazâ yapan gönül sultanları, tasavvuf ehli âlimler ile dervişler yeniden toplanmayı teşvik ediyorlar ve istikbâlde kurulacak yeni bir Türk devleti müjdeliyorlardı.

Ertuğrul Gâzi aşîreti ile beraber gelip Söğüt ve Domaniç’e yerleşti. Bu yıllarda bölgede bulunan Germiyan’ın babası Alişir ve Çavdar adlı bir tatar, el altında tuttukları kuvvetlerle halkı tedirgin edip; pazar ve hayvanlarını talan ederek geri dönerlerdi. Ertuğrul Gâzi buraya yerleşince, bunlara mâni oldu. Bizans kale ve şehirlerinin hâkimi olan hıristiyan tekfurlarla da iyi anlaştı. Adaleti, halka olan iyi muamele ve yardımları o kadar çoktu ki, hıristiyan tebea bile onu yürekten sevip sayıyordu. Bu sevgi ve bağlılık o kadar fazla idi ki, Söğüt’te bulunan hıristiyan zımmîler, Ertuğrul Gâzi vefât edince, çiftliğinin yarısı ile bir bağı onun ruhu için vakfedip kâdı emrine vermişlerdi.

Söğüt’e yerleşmesinden bir kaç sene sonra Karacahisar tekfuru, bölgedeki müslüman ahâliyi rahatsız etmeye başladı. Ertuğrul Gâzi de sultan Alâeddîn’i savaşa teşvik etti. Sultan Alâeddîn’le beraber Karacahisar kalesini kuşattılar. Uzun süre yapılan şiddetli savaşlardan sonra tekfur barış istediyse de kabul edilmedi. Bu sırada Moğolların Ereğli’yi alma haberi geldi. Sultan kaleyi fethetme işini Ertuğrul Gâzi’ye bırakarak Moğolları karşılamaya gitti. Bir müddet daha devam eden muhasaradan sonra Ertuğrul Gâzi kaleyi fethetti. Tekfuru yakaladı. Elde edilen ganimetin beşte birini Sultan’a gönderip kalanını Gâzilere dağıttı.

Selçuklu sultânı Alâeddîn Keykubâd’ın vefâtına kadar etrafın fethi ve İslâmiyet’in yayılması için bütün gayreti ile çalıştı. Sultan’ın vefâtından sonra, Söğüt uç bölgesinde Bizans’la mücâdeleye devam etti. 1281 yılında 92 veya 96 yaşında vefât ederek yine Söğüt’e defnedildi (Bkz. Osman Gâzi).

Ertuğrul Gâzi, çevresinde bulunan beyliklerin ve devletlerin durumlarını ve siyâsî şartları gayet iyi değerlendirirdi. Komşuları ile dâima iyi geçinerek aşiret ve tebeasını güçlü bir durumda, huzur ve rahat içinde yaşattı. Çıplakları giydirip donatır, dul kadınlara, fakirlere, düşkünlere dâima yardım ederdi.

Ertuğrul Gâzi’nin görevi bu kadardı. Geldi… Yarım asır adalet ve huzur içinde yaşattığı bölge halkı yanında, hıristiyanlara da İslâmiyet’i sevdirip gitti. Bundan sonra doğudan gelen Horasan erenleri Alp ve Abokul gibi adlarla anılan mürşidler, bu ve bunun gibi Türk oymaklarına yegâne gayenin cihâd ve İ’lâ-yı kelimetullah (Allahü teâlânın ism-i şerifini yüceltmek, İslâm’ı yaymak) olduğunu aşıladılar. Sonra bu gayenin gerçekleştirilmesi için lüzumlu olan bilgi ve tecrübeyi verip, yol gösterip teşkilâtlandırarak sevk ve idare ettiler. Harblerle aldıkları Bizans topraklarını tamamen Türk-İslâm toprağı hâline getirmek için muazzam bir faaliyete giriştiler. Bu faaliyetler; harcanan büyük enerji, dehâ, İslâm’ın adaleti ve en önemlisi erenlerin duâsı bereketiyle kısa zamanda müsbet neticeler verdi. Derviş Gâziler, bir memleket ve şehri fetheder etmez bâzıları derhâl oraya yerleşip, kalan kısım daha ileri yürüdü. Arkadan dâima taze kuvvet yetiştirildiği için, bu yürüyüşün ardı arkası kesilmedi. Fethedilen şehir ve beldelerde; câmiler, medreseler, tekkeler, hastaneler, kervansaraylar, imâretler, çeşmeler, yollar ve köprüler… yapıldı. İslâmî tedris, eğitim ve öğretim başladı. İçtimâi yardım müesseseleri faaliyete geçirildi. Elde edilen topraklarda âsâyiş, sulh ve sükûn te’min edildi.

Ertuğrul Gâzi’den sonra Osman Gâzi ile yeşerip sonrakilerle büyüyen, denizleri, diyarları, ülkeleri, iklimleri, kıt’aları muhteşem dalları arasına alacak çınarın gölgesi altında bütün insanlık, Asr-ı seâdetten sonra bir daha görüp hayâl edemediği bir şekilde, tam altı asır yaşadı.

Nitekim şâirin dediği gibi;

Biz ol nesl-i kerim-i dûde-i Osmâniyânız kim,
Muhammerdir serâpa mâyemiz hûn-i şehâdetten.
Biz ol âlî-himem erbâb-ı cidd-ü ictihadız kim,
Cihângirâne bir devlet çıkardık bir aşîretten.
Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmâniyânız kim.

Kaynaklar ;
1) Tâc-üt-Tevârih; cild-1. sh. 26
2) Âşıkpaşazâde Târihi; sh. 15 v.d.
3) Oruç Bey Târihi; sh. 22
4) Aşiretten Devlete; sh. 58
5) Devlet Kuran Kahramanlar (Safa Öcal, T.D.A.V); sh. 1 v.d.
6) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-2, sh. 241-250
7) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-2, sh. 25
8) Rehber Ansiklopedisi; cild-5. sh.178
9) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-3, sh. 832
10) Neşrî Târihi; cild-1, sh. 61 v.d.
11) Meşâhir-ül-islâm

Dursun Fakih (k.s.)

Bilecik – Küre köyüne 3km mesafe’de.  Bilecik – Söğüt yolu üzerinde

Tefsîr, hadîs ve fıkıh âlimi. Şeyh Edebâlî hazretlerinin dâmâdı. Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey’in bacanağıdır. Doğum tarihi bilinmemektedir. Sultan Orhan devrinde vefat etmiştir.
Aslen Karamanlı olup, hocası Edebâlî’nin hemşehrîsidir. Çeşitli ilimleri, Edebâlî’den tahsil edip, tefsîr, hadîs ve fıkıh bilgilerinde âlim, tasavvufta yüksek derecelere sahip oldu. Kalbi, kötülüklerin pisliklerinden temizlendi. Zühd ve takvâda, güzel ahlâkta, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymakta, insanlara doğru yolu göstermekte çok ileri idi. Osman Bey zamanında, gazâ ve fetihlere iştirâk eder, gazilere imamlık yapar va’z ve nasihatlerde bulunurdu. Karahisar’da ilk Cum’a namazını , Eskişehir’de ilk bayram namazını o kıldırdı.

Anadolu Selçuklu Devleti Sultanı’nın, İlhanlı Gazân Hân tarafından İran’a götürülmesi üzerine devlet parçalandı. Her önüne gelen bey, herkes, sığınacak yer arar oldu. Haber Osman Bey’in meclisine ulaştı. Mecliste hazır bulunan Osman Bey’e, hatîb ve va’izi Dursun Fakîh şu teklifi yaptı: “Beyim! Cenâb-ı Hak size, sığınacak yer arayan müslümanları bir araya toplayıp idâre etmek basiretini ve gücünü ihsân etmiştir. Allahü teâlânın inâyeti, duâ ordusunun himmet ve bereketi, gazâ ordusunun kuvvet ve kudretleriyle çevrenizdeki tekfurları dize getirip, birçoklarının topraklarını mülkünüze dâhil ettiniz. Şimdi sıra Anadolu topraklarını ehil olmayanların elinden kurtarıp, ahâlisini huzûra kavuşturmaya gelmiştir. Müsâade buyurun da, adınıza hutbe okuyup, sizi sultan ilân edelim” dedi. Sultan düşünüp, istişâre etti. Dursun Fakîh’e hak verdi. O gün Dursun Fakîh, Osman Gazi adına hutbe okuyup, beyinin sultanlığını ilân etti.  Dikkat edilirse Osman Gazi’nin aklında bir devlet fikri yoktur. Onu buna hazırlayan , inandıran, sürükleyen, gayretlendiren yine ” Veliler’‘ olmuştur.

Dursun Fakih , adı üstünde Fakih’dir. Osmanlı tarihinde bilinen ilk ” Şeyhülislam” da odur. Genç devletin bütün müesselerini Şeyhi Edebali hazretleri ile beraber kurarlar.

Dursun Fakîh okuduğu hutbelerde, va’z ve nasihatlerinde gazilerin gazâ şevkini artırıcı sözler söylerdi. Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) ve O’nun mübârek Eshâbının (radıyallahu anhüm), güzel ahlâk ve örnek yaşayışını anlattı. Hatta halkı ve oruduyu yüreklendirmek için Hz. Ali’nin kahramanlıklarını anlatan Dasitan-ı Muhammed Hanefi ve Sandık hikayesi adlı iki cenkname de kaleme almıştır. Onun kaleme aldığı bu cenknameler  ; Osman Gâzî’nin seçme yiğitlerini, Allahü teâlânın dînini yaymağa, insanlara merhametli davranıp zarar vermemeye çok gayret ettiler. Herkese iyilik edip, hayırlı amel işlediler. Nefislerini terbiye edip, ebedî saadete kavuşmak için gayret gösterdiler. Bu husûslarda Dursun Fakîh’in askerler üzerinde çok büyük te’sîrleri oldu.

Osman Gazi 1302’de memleketi beş idare bölgesine ayırıp, Bilecik’in idaresini Şeyh Edebali hazretlerine bıraktı. Dursun Fakih bundan sonra Şeyh Edebali‘nin yanında kalıp onun yerine tefsir okuttu ve fetva ilerini yürüttü. Edebali hazretlerinin vefatından (1326) sonra zaviyenin Şeyhlik makamına oturdu.1330’da İznik Orhan Gazi tarafından alındıktan sonra Bilecik Kadısı olan Çandarlı Kara Halil, İznik Kadılığına getirildi. Bu tarihten itibaren Bilecik Kadılığı vazifesi de Dursun Fakih’ e verildi. Dursun Fakih’in bu görevde iken vefat ettiği sanılmaktadır. Dursun Fakih’in kabri şerifi Bilecik2in 10 km uzağındaki Küre köyüne yakın bir tepe üzerindedir. Aynı zaman Şeyhi Edebali hazretlerinin yanında da bir makamı vardır.

Kaynaklar ;
1) Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 1
2) Mehmed Hakan Alşan , Horasan Erenleri , Kurtuba Yayınları , 2012

Molla Hattab Karahisari (k.s.)

Bilecik – Orhangazi camii yanındaki Şeyh Edebali türbesi içerisinde

Sultan Osman Gazi döneminin alimlerinden olup tam adı Hattab b. Ebu’l- Kasım El- Karahisari’dir. Doğduğu beldede devrin alimlerinden ilim tahsil ettikten sonra Şam diyarına giderek oranın bilginlerinden ders almıştır. Fıkıh , Tefsir ve Hadis ilimlerini tahsil ettikten sonra kendi beldesine dönmüş ve Bilecik de vefat etmiştir.
Şeyh Ömer Nesefi’nin Hilaf ilmiyle ilgili bir şerh yazmış ve bu çalışmasını H. 717 yılında yayınlamıştır.

Kaynak ;Taşköprülüzade İsamuddin Ebu’l Hayr Ahmed Efendi , Eş-Şakaiku Numaniyye Ulema Devleti Osmaniyye , İz yayınları , 2007

Şeyh Edebali (k.s.)

Bilecik – Şehir Merkezinde Orhangazi caminin yanındaki Türbesinde.

Osmanlı Devletinin kuruluşunda hizmeti geçen büyük İslâm âlimi. Osman Gâzinin kayınpederi ve hocası. Karaman civârında 1206 (H.603) yıllarında doğduğu tahmin edilmektedir. 1326 (H.726) yılında Bilecik’te vefât etti.

İlk tahsîlini memleketinde yaptıktan sonra Şam taraflarına gitti. Hadîs-i şerîf, tefsîr ve fıkıh ilimleri tahsîl etti. Tasavvuf yoluna meyletti. Zamânının büyük âlimlerinden feyz aldı. Memleketine döndü. Bir rivâyette Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin sohbetleri ile kemâle geldi. Bu esnâda Selçuklu Devleti çöküntüye doğru gidiyor, Anadolu’da bir karışıklık hüküm sürüyordu. Moğolların önünden kaçan Oğuz boyları Anadolu’ya büyük gruplar hâlinde gelerek çeşitli bölgelere yerleşiyorlardı. Bu boylardan biri de önce Karacadağ, sonra da Söğüt mıntıkasına yerleşen Kayılar idi ve başlarında Ertuğrul Bey bulunuyordu. Daha ilk zamanlardan îtibâren Ertuğrul ve oğlu Osman Gâzinin başından geçen hâdiseler ve onların velîler ile olan münâsebetleri büyük bir devletin müjdesini veriyordu.

Ertuğrul Gâzi bir gece ulemâdan bir kimseye misâfir oldu. Sohbet esnâsında Ertuğrul Gâzi, yüksekçe bir yerde duran kitabı göstererek ne olduğunu sordu. Ev sâhibi; “Bu kitap Allahü azîmüşşân hazretlerinin Resûl-i ekremine indirdikleri Kur’ân-ı kerîmdir.” cevâbını aldı. Sonra ev sâhibi uyumak için gittiğinde, Ertuğrul Gâzi mushafın bulunduğu odada sabaha kadar mushaf-ı şerîfin huzûrunda hürmet ve tâzim ile ayakta durdu. Fakat sabaha karşı bir ara dayanamayıp uykuya daldı. Bu sırada rüyâda kendisine; “Sen benim kelâmıma hürmet ve tâzimde bulundun, ben de senin evlâdına kıyâmet gününe kadar dâim olacak bir ulu devlet ihsân eyledim.” diye hitâb olunduğunu işitti.

Diğer taraftan Ertuğrul Gâzi zaman zaman Konya’ya gelir ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerini de ziyâret ederdi. Bir gelişinde henüz küçük yaşta olan Osman Gâziyi de berâberinde Mevlânâ’ya getirip hayır duâlarını ricâ etti. O sırada Selçuklu Sultanı bulunan kimsenin, Kalenderî tarîkatinden olan bir şahsa bağlandığını işiten hazret-i Mevlânâ; “Hoş şimdi hükümdâr kendine bir baba bulduysa, biz de kendimize bir oğul bulduk.” diyerek küçük Osman’ın elinden tuttu ve hayır duâlar eyledi.

Bu hususta üçüncü büyük müjde ise, Osman Gâzi ile Şeyh Edebâlî hazretleri arasında cereyân etti. Edebâlî hazretleri Konya’dan gelerek cihâd sınırının en uç bölgesi olan Eskişehir yakınlarında İtburnu denilen bir köyde yerleşmişti. Burada tâliplerine ilim öğretmek, insanlara huzur dağıtmakla meşgûl olurdu. Dînî meselelerde herkes ona mürâcaat eder, dünyâ ve devlet işlerini ona danışırdı. İslâm dünyâsında eskiden beri mevcûd olan “Fütüvvet ehli” ve Anadolu’da mühim bir yer tutan “Ahîler” ile irtibâtı vardı. Ayrıca Ertuğrul Beyin oğlu Osman Bey de bu büyük âlimi sık sık ziyârete gider, ilim ve feyzinden istifâde ederdi. Edebâlî hazretlerinin kendi parasıyla yaptırıp talebelerine ders verdiği Bilecik’teki zâviyesini ziyâretlerinden birinde, Osman Bey bir rüyâ gördü. Rüyâsını hocası Edebâlî hazretlerine anlattı. Osman Beyin rüyâsında, Edebâlî hazretlerinin koltuk altından çıkan bir nûr, gelip Osman Beyin göğsüne girdi. O nûrun girmesiyle, Osman Beyin karnından bir ağaç peydâ oldu. Birden dallanıp budaklandı. Dalları çok yükseklere ulaştı. Altındaki nice dağlar ve nehirleri gölgeledi. Onun gölgesindeki dağ ve nehirlerden birçok insan gelip istifâde etmeye başladığı sırada, Osman Bey uyandı. Edebâlî hazretleri, Osman Beyin böyle bir rüyâ görmesine çok sevindi. Onun yapacağı büyük hizmetlerde, kendisinin de nasîbi olmasına çok şükretti. Osman Beyin bu güzel rüyâsını şöyle tâbir etti: “Oğul sen, Ertuğrul Gâzi oğlu Osman, babandan sonra “Bey” olacaksın, kızım Mâl Hâtunla evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nûr budur. Sizin asîl ve temiz soyunuzdan nice pâdişâhlar gelecek. Onlar, nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar. Allahü teâlâ, nice insanın huzur ve saâdete kavuşmasına, dîn-i İslâmla şereflenmesine senin neslini vesîle edecek.” dedi. Osman Beyi tebrik etti. gözünün nûru kızını, bu mübârek insana nikâh etti.

Osman Beyin, Mâl Hâtunla izdivâcından Orhan Bey dünyâya geldi.Edebâlî hazretleri, dâmâdı tarafından kurulan Osmanlı Devletine mânevî güç verdi. Sultan Osman Gâzinin hürmet ettiği, her hususta istişâre edip danıştığı en yakın yardımcılarından oldu.

Osman Gâzi, Yenişehir’i aldıktan sonra memleketi beş idârî bölgeye ayırdı. Karacahisar’ı oğlu Orhan Beye, Subaşılığını da kardeşi Gündüz’e verdi. Yarhisar’ı Hasan Alp’a, İnegöl’ü Turgut Alp’a verdi. Kaynatası Edebâlî’ye Bilecik gelirini timar verdi. Hanımını babası ile Bilecik’te bıraktı. Kendisi Yenişehir’e giderek yanındaki gâzilere evler yaptı.

Şeyh Edebâlî, Bilecik’te fıkıh, tefsîr ve hadîs ilimleri üzerinde dersler verdi. Bu sûretle son günlerini Bilecik’te geçiren Edebâlî hazretleri 120 yaşlarında iken 1326 (H.726) yılında vefât etti. Cenâzesi, yıllarca huzur saçarak insanlara saâdet yolunu gösterdiği zâviyenin yanına defnedildi. Eskişehir’de Odunpazarı üstündeki kabristanda da bir makâmı vardır. Yerine kendi talebesi Dursun Fakih geçip, ders verdi.

Edebâlî hazretlerinin Rahmet-i Rahmâna kavuşmasından bir ay kadar sonra Mâl Hâtun, dört ay sonra da Osman Gâzi vefât ettiler. Edebâlî hazretlerinin feyz ve bereketleri, yol göstermesi ile altı asırdan fazla devâm edecek olan cihan devletinin temellerini atan Osman Gâzi, âlimlere ve evliyâya yakın olmanın ehemmiyetini de belirttiği vasiyetnâmesinde kendisinden sonra gelecek oğluna dolayısıyla evlâtlarına şunları vasiyet etti:

“Allahü teâlânın emirlerine muhâlif bir iş işlemeyesin! Bilmediğini, dînimizin ulemâsından sorup anlayasın! Sana itâat edenleri hoş tutasın! Askerine inâmı, ihsânı eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir ve Allah için cihâdı terk etmeyerek beni şâd et! Ulemâya riâyet eyle ki, şerîat işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm göster! Askerine ve malına gurur getirip, dînimizin âlimlerinden uzaklaşma! Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksadımız Allah’ın dînini yaymaktır. Yoksa, kuru kavga ve cihângirlik dâvâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâimâ herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emânet ediyorum.” Osmanlı sultanları, bu vasiyetnâmeye candan sarıldı. Bu vasiyetnâme, devletin altı yüz sene hiç değişmeyen anayasası oldu.

Altı asır, insanlara huzur ve saâdet, onların eli, onların yardımı ile dağıtıldı. Allahü teâlâ, o büyük devleti bu mübârek insanlara nasîb etti.

KERÂMET VE MENKÎBELERİ

ASIL ÖLÜM…

Edebâlî hazretlerinin vefâtlarına yakın talebelerine vasiyet mâhiyetinde söylediği sözlerden bâzıları şunlardır:

“Tevâzu; zenginlere karşı kibirli, yoksullara karşı alçak gönüllü olmaktır.”

“Toprağa bağlanınız, suyu isrâf etmeyiniz, mîrâsınızın sağlam kalmasına dikkat ediniz, veriniz, elleriniz yumuk, kapalı kalmasın, ilim sâhiplerini koruyunuz, ağaç dikiniz, ödünç aldığınızı fazlası ile iâde ediniz, Kur’ân-ı kerîmi güçlü olmak için okuyunuz, bağınızı bahçenizi viran bırakmayınız, Peygamber efendimizi çok iyi tanıyınız. Hadîs ezberleyiniz, bildiklerini öğretenler unutulmazlar.”

“Asıl ölüm, ilimden payını almayanlar içindir. Faydalı ile faydasızı bilenler bilgi sâhipleridir.”

KAYNAKLAR

1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.20
2) Kâmûs-ül-A’lâm; c.2, s.817
3) Rehber Ansiklopedisi; c.4, s.330
4) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1132
5) Tâc-üt-Tevârih; c.5, s.1-2
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.10, s.110