Şahidi İbrahim Dede

Şahidi İbrahim Dede

Afyon Mevlevihanesinde

Muğlanın meşhur alimlerinden biri olan İbrahim Şahidî Dede,1470 (H.875) de doğdu. On sekiz yaşına kadar memleketinde, sonra Bursa ve İstanbul’da çeşitli ilimleri tahsil edip ilimde yetiştikten sonra,bir gün rüyasında Sultan Divani hazretlerini görür ve onunla sohbet eder. Bu rüyadan sonra gönlüne Sultan Divaniyi görmek arzusuna düşer.

Bu sırada Sultan Divani Çiltenanla ( 40 Müridi) beraber Muğlaya gitmek üzere yola koyulmuştur. Muğlalılar Mevlevî dervişlerin geldiğİnİ duyunca şehrin bir kaç kilometre yakınına karşılamağa çıktılar. Şahîdi ise herkesten önce gördü ve kendi evine nıisafir olmasini rica etti. Bunun üzerine Sultan Divani «Biz yolumuz uğrunda canını ve basını feda edenlerin tnisafiri oluruz» dedi. Buna cevaben İbrahim Dede: «Senin gibi Sultanın, uğrunda canım ve başım feda ol sunî» dedi. Bu cevaptan memnun olan Sultan Divanî ,îbrahim Dedenin (Şahidi) evine misafir oldu. Biraz istirahatten sonra Muğla ileri gelenleri ve Mevlevi dervişleri beraberce büyük bir salonda otururken, Sultan Divani, İbrahim Dedeye «Haydi vadini yerine getir dedi!» Şahidi boynunu uzattı ve ”Canım ve başım senin uğrunda feda olsun. Senin Velî, Mürşid-i Kamil olduğuna şahid olduk!” dedi ve Sultan Divanî’nin elini öptü. Sultan Divani de mükafat olarak kendisine Şahidi ismini verdi. Böylece Mevlevi tarikatına giren İbrahim dede , Şahidi ismiyle şöhret buldu ve şiirlerin bu mahlası kullandı.

Basını Mevlevi sikkesi sırtına , mevlevi elbisesini giyip zahiri ilimlerle olgun olan Şahidi, Sultan Divaniden feyiz almak suretiyle manevi bakımdan da coşkunlaşıp içli şiirler söylemeğe başladı. Söylediği şiirlerin (Gulşeni Vaıdet), (Gülşeni Tevhid) ve (Gülşeni Esrar) isimli üç kitapta topladı.

Şahidi , Sultan Divanî’nin zikir halkasına girdikten sonra evlad, mal, mülk, aile ve memleketinden, vazgeçdi bir gölge gibi Sultan Divani’nin arkasından takip etti. Aynı zamanda Sultan Divaninin söylediği şiir ve vecizelerini kaydetmek suretiyle, katiplik ödevi yaptı.(Ne yazı ki Afyonkarahisar Mevlevi Dergahının birkaç defa yanmasıyla Sultan Divanîye ait ancak yirmi kadar şiir zamanımıza kader gelebildi.)

Böylece Sultan Divanî’nin, hayranı olan Şahidî, onun arkasından yalın ayak başı açık bir şekilde Mısır çöllerini ve Anadolu bozkırlarında dolaşırken takip etti. Sultan Divani her gittiği şehirden Şahidiye binmesi için bir at ,ayaklarına giymesi için bir ayakkabı alırdı. Sultan Divanî önde, Şahidi arkada yol yürüdü. Bir müddet sonra Sultan Divani arkasına baktığında ne görsün? Şahidi attan inmiş ayaklarından ayakkabılarını çıkarmış arkadan geliyor.

Sultan Divani, Şahidiye ; ”Şahidi! Niçin bana eziyet ediyorsun? sen ayakların çıplak vaziyette, yürüdükçe ben üzülüyorum!..» dedi. Şahidi dede ise şöyle yanıt verir ” Ey velayet Şahı senin bastığın ve gölgenin bulunduğu bu topraklara ayakkabı ile basmaya utanırım . ‘
Sultan Divaninin vefatından sonra Muğla Mevlevihanesine Postnişin olur. (H. 957 / M 1556) senesinde seksen iki yaşında, bir rivayete göre Muğla bir rivayete göre de Sultan Divani’nin kabrini ziyaret için gittiği Afyon’da vefat eder.

Kaynaklar
Abdulhalim Durma , Afyon Evliyaları
Mehmet Gündoğan , Afyon Alim ve Evliyaları , Medrese kitabevi , 1999
H. Fikri Yazıcıoğlu , Afyon Evliyaları ve İlim Adamları , 1969
[/toggle]

Sultan Divani

Afyon – afyon mevlevihanesi

Sultan Veled ve Ulu Ârif Çelebi’den sonra Mevlevîlik tarîkatine mühim hizmetlerde bulunan önemli isimlerden DSC01985olan Sultan Dîvânî (Dîvâne Mehmed Çelebi), Hz. Mevlânâ’nın yedinci kuşak torunlarındandır.
Doğum tarihi ile ilgili net bir bilgiye sahip olmamakla beraber, 1448 veya 1471 tarihlerinden birinde doğmuş olmasının kuvvetli bir ihtimal olduğunu söyleyebiliriz.
Afyonkarahisar bölgesi, 13. yüzyılda Germiyanoğulları beyliğine bağlı idi. Germiyanoğlu Bey’i Mehmet Bey, Hz. Mevlâna ve Mevlevîliğe karşı muhabbeti olan bir devlet idarecisidir. Bu muhabbetin neticesinde, oğlu Süleyman Şah’a, Sultan Veled’in kızı (Hz. Mevlâna’nın Torunu), Mutahhara Hatun’u almış ve Çelebi sülâlesi ile akrabalık kurulmuştur.
Mehmet Çelebi çok güzel semâ ettiği için babası tarafından kendisine “Semâî” lakâbı verilmiş, kendisi de şiirlerinde “Semâî” mahlasını kullanmıştır. Kendisine “Dîvâne” de den- miştir. Bu Farsça sıfat, “Hak yolunda kendinden geçen, aklını kaybeden, ilâhî aşkın etkisiyle hayrete düşen, şaşırıp kalan” anlamlarını içermektedir. Mehmed Çelebi’ye ait bazı menkıbelere baktığımızda, halkın kendisine bu sıfatı yakıştıracak bazı sebepler bulunmaktadır. Bu yakıştırmanın, tasavvufî düşünce geleneğinde kendine özgü bir konumu da mevcuttur.
Yaygın olarak kullanılan diğer lâkabı “Dîvânî”nin ise; Timur tarafından Semerkand’a götürülen, daha sonra da Şah İsmail’ce Tebriz’e nakledilen Hz. Mevlâna’nın Eseri “Dîvan- ıKebir”i, rüyasında gördüğü Hz. Mevlâna’nın manevî işaretiyle Tebriz’e gidip getirmesinden dolayı verildiği düşüncesi hakimdir.
Bu iki yaklaşımı kendi içerisinde bulunduğu şartlara göre değerlendirmemiz daha sağlıklı olacaktır. Zaman içerisinde her iki lakab da sıkça kullanılmış, özellikle “Dîvânî” halk arasında daha fazla tercih edilmiştir.
Sadık müridi Muğlalı İbrahim Şâhidî Dede’nin anlattığına göre Sultan Dîvânî; rind meşrep, coşkun ve cezbeli bir mevlevîdir.
Muğlalı İbrahim Şâhidî Dede; mürşidi ile yaptığı seyahatleri kayda geçirerek, türünün ilk örneği olan (ilk edebî seyahatnâme) “Gülşen-i Esrâr”ı yazmıştır.
Edebi Kişiliği
Sultan Dîvânî’nin, “Şiirleri” ve “Tarîkat’ül Arifîn” adlı tasavvufî bir risalesi mevcuttur. Şiir tekniği bakımından devrin üstad şairlerini aratmayan Semâî, özellikle bazı şiirlerinde ses tekrarları ve benzerliklerinden faydalanmak suretiyle âhenk bakımından mükemmeliyete ulaşmıştır.
Göründü karşıdan bir gevher-i pâk
(Karşıdan bir temiz cevher göründü)
Her lâle yanak dillere bir dâğ-ı nişândur
(Her lâle yanak gönüller için bir nişan yarasıdır)
Tasavvufi Kişiliği
Babası tarafından veliahd tayin edilen ve şeyhlik makamına oturtulan Dîvâne Mehmed Çelebi, denilebilir ki Mevlevîlik tarîkatinin Bânî-î Sânîsidir (İkinci Kurucusu). O, vecd ve istiğ- raka dalmış cezbeli bir şeyh, Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinde büyük yararlılıklar gösteren bir alperen,Yavuz ve Kânûnî başta olmak üzere bir kısım üst düzey devlet ricali üzerinde etki- li olmuş bir siyaset ve teşkilat adamıdır. Hayatı ile ilgili bilgi veren kaynaklarda, bilhassa mürîdi Şâhidî İbrahim Dede’nin Gülşen-i Esrâr adlı eserinde, yaptığı faaliyetler ve kerametleri hakkında bilgiler mevcuttur.
Şâhidî İbrahim Dede, Dîvâne Mehmet Çelebi’ye intisabını ve birlikte yaşadıkları bazı hadiseleri şöyle anlatır. “…ben de ona uydum, yokluk denizine daldım. Daima önünde yalınayak koşardım. Yolda üzengilerine pabuç asılmış bir at verir, binmemi emrederdi. Binsem bile biraz sonra iner, ayaklarımdan pabuçları çıkarırdım. O, benim atımı bir abdala verir, ‘sakın kimse binmesin’ der, yedekte çektirirdi. Bir an bile bensiz olamazdı. Lutfeder de ‘Şâhidî’ derdi, ‘Neden böyle cefâlar ediyorsun, neden yaya yürüyorsun, neden ayakların yalın? Gönlüm inciniyor, acıyorum sana.’ Bense: ‘Ey şâh-ı velâyet, ayakkabılarımla senin bastığın yollara basamam ben’ derdim. Bunu duyunca: ‘Ah Şâhidî, yaktın beni’ derdi.
Sultan Dîvânî Tarafından Açılan Mevlevîhaneler
Burdur, Galata(İstanbul), Eğirdir, Muğla, Sandıklı, Bağdat(Irak), Cezayir, Kahire (Mısır), Lazkiye (Suriye), Midilli (Yunanistan), Sakız (Yunanistan).
Vefatı
Şâhidî İbrahim Dede’nin 1544’te yazdığı Gülşen-i Esrar’ında, Dîvâne Mehmet Çelebi’nin sağ olduğuna dair işaretler ve 1545’te bir mesnevî vakfiyesine şahâdeti; Şâhidî Dede’nin Şeyhi’nin vefatından sonra, her sene kabrini ziyaret maksadıyla Afyonkarahisar’a geldiği, muayyen bir süre kalıp döndüğü, H.957/M.1550 tarihindeki ziyaretlerinde vefat ettiği ve şeyhinin yanına gömüldüğü dikkate alınırsa, Dîvâne Mehmed Çelebi’nin H. 953/M.1546 veya H.954/M.1547 yıllarında vefat etmiş olması gerektiği söylenilebilir.
Kendisinden sonra Afyonkarahisar Mevlevî tekkesi postuna oğlu Hızır Şah oturmuştur.