İhramizade İsmail Hakkı Efendi (ks.)

 

Sivas – Sivas Ulu camii avlusunda

İhramcızade İsmail Hakkı Efendi Hazretlerinin (k.s.) Silsile-i Şerifi


İhramizade İsmail Hakkı Efendi, 1880 tarihinde Sivas’ın Örtülüpınar Mahallesi’nde dünyaya gelir. Babası Hüseyin Hüsnü Bey, Sivas’ta kolağasıdır. Halk arasında Nilli Hatun diye maruf olan annesi Ayşe Hanım, zamanın Nakşibendi büyüklerinden Seyyid Mustafa Haki Efendi’ye intisaplı Medineli bir seyyidedir.

Sivas Çifte Minare’deki ilk tahsilinden sonra rüştiyeyi bitirmiş, ardından medrese tahsilini aynı yerde bulunan Şifaiyye Medresesi’nde yapmış olan İsmail Hakkı Efendi Arapça ve Farsça’ya vakıf olup, kendisini bilhassa dini ilimlerde yetiştirir. Tahsilinin ardından askerlik görevini Kurtuluş savaşı yıllarında maiyetindekilerle birlikte Suşehri’ne cephane taşımak suretiyle yerine getirir.

İsmail Hakkı Toprak Efendi Tokat’ta Müskirat memurluğu, Sivas’ta Düyun-i Umumiye Memurluğu ve Cedid Tuzlasında Müdürlük yapar. 1931 yılında emekli olduktan sonra Çitil Han’da bir süre komisyonculuk yaparak elde ettiği geliri de insanların hizmeti ve ihtiyaçları için sarf eder.

İsmail Hakkı Efendi, soyadı kanunundan sonra Toprak soyadını almış olmakla birlikte, gerek eserlerinde, gerekse çeşitli vesilelerle İsmail İhrami, Hakkı, Garibu’llah, Garibu’llah-ı Sivasi, Karibu’llah, Refi’u’llah ve Vakinu’llah adlarını kullanır.

İhramcızâde, Sivas’ta bulunan Rifâi tarikatı büyüklerinden Seyyid Abdullah Haşim Efendi’ye intisap ederek, bir rivayete göre 5 yıl hizmet eder. İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Hazretlerinin ilk mürşidi olan Abdullah Haşim’in “Evlâdım, senin nasibin bizden değil!”, diyerek bir nevi izin vermesi ve validelerinin, Mustafa Hâki Efendiye oğlunun durumunu anlatması ile mânevi bağın temelleri atılmış olur.

Tokatlı Mustafa Haki Efendi’ye olan muhabbetinden dolayı bir müddet Tokat’ta çalışan İhramcızâde, üstadının 1908 yılında Tokat Mebusu olarak İstanbul’a gitmesi üzerine Sivas’a döner. 1919 yılında Haki Efendi’nin vefatı üzerine, 23 Nisan 1920’de T.B.M.M’ye Sivas Mebusu olarak katılan Mustafa Taki Efendi’(Doğruyol) ye intisap eder. Onun da 1925 yılında ahirete irtihali ile misyonu üstlenir.

İsmail Hakkı Efendinin bazı veciz sözleri şöyledir.
-İnsan ne ararsa zannında bulur.
-Muhabbeti olan hata görmez, görse de göz yumar.
-Şeriatı gözetiniz, şeriatı olmayanın tarikatı olmaz.
-Öl ama söz verme. Eğer vermiş isen o sözden de asla dönme.
-İdare ilmini öğrenin, insan kızınca şeytanın malı olur.
-Oğlum, Allah’ın rızasına kazan, gönlünü yap, işini O’na gördür.
-Neyi seversen onunla kalırsın, ne ile meşgul isen, o olursun!

İhramcızade İsmail Hakkı Efendi’nin yapım ve tamirine vesile olduğu eserlerden bazıları şunlardır;
Sivas Ulu Camii’nin onarımı, Hoca İmam Camii Minaresi. Sivas İmam-Hatip Lisesi, Hayırseverler Camii, Sofu Yusuf Camii, Serçeli Camii, Dikimevi Camii, Zara-Cencin Köyü İçme Suyu, Zara-Cencin Köyü köprüsü, Tozanlı Köprüsü, Sivas ve çevresinde muhtelif sebil çeşmeleri.

İsmail Hakkı Toprak Efendi’nin meşlahı, kasketi, gözlüğü, saati ve diğer şahsi eşyaları Darende’de Hulusi Efendi Şeyhzadeoğlu (1914-1990) Özel Kütüphanesinde bulunmaktadır. İhramcızade’nin menkıbelerle dolu hayatından birkaç kesit şöyledir;
…..İsmail Hakkı Toprak Hazretleri, bir kaç ihvanıyla beraber bir köye giderler. Akşam o köyde kalmaları mecburiyeti hâsıl olur. Kalacakları köy odası tek oda olduğundan, Efendi Hazretleri ve ihvanın bir odada yatmaları icap eder. İhvanlar arasında ve tarikata yeni intisap etmiş Osmaniyeli Hüseyin adında biri, “Canım şeyhim de bizim gibi yiyor, içiyor, oturuyor, kalkıyor. İşte şimdi bizim gibi yatıyor. Dur bakalım ne yapacak, şöyle yorganın altından gözetleyeyim”, diye düşünürken uyuyup kalır. Bu arada suratına gelen bir şamarla uyanır, bakar ki, Efendi Hazretleri namaz kılıyor. Namazın bitimine kadar bekler. Namazdan sonra gidip şeyhinin ayaklarına kapanır. Efendi Hazretleri buyurur ki, “Gardaşım! Hüseyin, insan dışarıda halk ile içerde Hakk ile olmalıdır.”

…..Nurettin Doğan, Efendi Hazretlerinin Hakk’a yürümesinden sonra o kadar üzülüp ağlar ki, artık bitkin bir hale düşer. Bir gün Efendi Hazretleri manen zuhur ederek buyururlar ki, “Gardaşım! Biz öldük mü ki, ağlıyorsun, üzülme.”

…..Suriye’den kaçak eşya getirip bu suretle ticaret yapmakta olan birisi tarîkata intisabından sonra bu işi bırakır ise de, çoluk çocuğunun rızkının temininde zorluk çektiği için yine bu işe başlamaya karar verip, Efendi Hazretlerine gelir ve yaptığı ticaretten bahsederek izin ister ve izin alır. Suriye’ye varıp gerekli malları alarak atlara yükleyip Türkiye’ye doğru yola çıkar. Sınıra geldiğinde karşıda devriyeleri görür ama kaçacak zaman da bulamaz. Bu sırada çok süslü bir tilki ortaya çıkar. Bunu gören devriyeler, tilkiyi tutmak için peşine düşerler. Oradan bir hayli ayrılırlar. Bunu fırsat bilen adam atlarını alıp hududu rahatça geçer. Mallarını sattıktan bir zaman sonra yine gitmeyi düşünerek izin almak için geldiğinde, Efendi Hazretleri buyururlar ki, “Yok gardaşım! Bir daha tilki olmaya niyetimiz yok.”

…..Efendi Hazretleri şöyle bir kıssa anlatmıştır.
“Tokat’tan bir kadın hastalanıp, kocasıyla bizi ziyarete geldi, bana dua okur musunuz? dedi. Biz de ‘Ben de okumaya bir ağız yok, Şeyhimin ağzı ile okuyayım’ dedim. On beş günde bir bu kadın okumaya kocasıyla gelip gittiler. Kadının derecesi şeyhlik derecesine yükseldi, kocasının bir şeyden haberi olmadı.”

…..İhramcızâde M. Kâzım Toprak Efendi anlatmıştır. “Sene 1945 yılından evvel idi. Bir Cuma günü, Cuma namazından sonra eve gittik. Evdekiler de hamama gitmişlerdi. Efendi Hazretleri, “Gardaşım! Semaveri yak da, bir çay içelim”, diye buyurmaları üzerine, bir kova (20 litre) su alan semaveri doldurup yaktım. Çayı demledim. Kömürün mor alevi geçtikten sonra semaveri büyük odada Efendimin minderine yakın bir yere koydum. Efendim dolaptan bir kitap işaret etti, kitabı da getirip rahlesine koydum. Sonradan anladım ki, bu kitap Hafız Divanı imiş. Efendim kitaptan okuyup anlatırken ben de boşalan bardağımızı dolduruyordum. (Bir ara) Semaverden çaydanlığa su almak için musluğunu çevirdiğimde bir iki damla su aktıktan sonra kesildi. Musluğun önüne kireç geldiğini zannettim. Semaverin üst kapağını açtığımda su kalmadığını gördüm. Bu hali gören Efendim cebinden saati çıkarıp bakarak, “Gardaşım! Kerahet vakti gelmiş. Biz ikindi namazını da kılamadık” dedikten sonra buyurdular ki, “Gardaşım! Namazın kazası olur, lakin sohbetin kazası olmaz.”

Alkan, muhayyilesindeki Efendi Hazretleri’nin tasvirini Altıncı Şehir’de şu sözlerle dile getirir.
“Şeyh ile ihvan arasındaki gönül alâkaları, çocukluk muhayyilemin kavrayışından çok uzaklardaydı ama bu alâkanın hâsılını çocuk da olsanız elle tutabilir, gözle görebilirdiniz: Muhabbetti! Tekkenin kireç sıvalı duvarlarında, bahçe içindeki ince beton yolun en başında, meyvesini ancak eylüllerde teslim eden taş armutta, ihvanların çehresinde ve “efendi hazretleri”nin her haletinde titreşen, ince bir buğu gibi tabahhur ederek atmosfere yayılan, tekkeyi (uzaktan ya da yakından) istintak eden “siyasî memurları” son derece efendi ve hürmetkar davranmağa mecbur eden muhabbetti. Muhabbetin sıklet merkezi, iri gözlerinin maviliğinde gri bulutlar gezindiren “efendi hazretleriydi. Onun bilgisi tahtında duran kimya, sıradan insanları; berberleri, kundura tamircilerini, çiftçileri, ümmî ev hanımlarını, memurları gözbebeklerinde “muhabbeti” büyüten olgun insanlar haline getiriyordu. Yıkıldı, tükendi diyeceğiniz insanları bu kimya ile ihya ediyordu; insanları güzelleştiriyor, ayakta tutuyor ve herşeyle barıştırıyordu. Onun çevresinde kavga yoktu. Çocuktum ama anlıyordum.”

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Sivas Evliyaları , Abdulhalim durma [/toggle]

Hacı Mustafa Taki Efendi (ks.)

 

Sivas – Abdulvehhap gazi Kabristanı

Hacı Mustafa Taki Hazretlerinin (k.s.) Silsile-i Şerifi


Hacı Mustafa Taki Efendi (1873–1925) Sivas’ta Oğlançavuş Mahallesinde dünyaya gelir Annesi Saniye Hanım, babası Mehmet Selim Efendidir. Bu yüzden Mustafa Takî Efendi’ye Selim Efendizâde de denilmiştir.

İsmindeki Takî ilavesini sonradan aldığı anlaşılmaktadır. Meclis zabıtlarında ve Milli Eğitim Bakanlığı kayıtlarında adı Mustafa Takî olarak geçerken, nüfus kaydında sadece Mustafa olarak yer alır. Ayrıca, Kırk Hadis’inde ve yine bazı makalelerinde ismi Mustafa Nakî olarak da geçmektedir. Takî; ‘Allah’tan korkan, muttakî, dindar’ demektir. Nakî ise, ‘saf, katıksız, pak, tertemiz, arınmış’ anlamına gelir. Mustafa Takî Efendinin, makalelerinde, isminden sonra soyadı ya da belirleyici vasıf olarak her iki ifadeyi de bilinçli olarak kullandığı anlaşılıyor.

İlk ve orta tahsilini Sivas İptidai Mektebi ve Rüştiyesi’nde, yüksek tahsilini de Medrese’de tamamlayan Mustafa Takî Efendi’nin hangi medreseden mezun olduğu ve hangi hocalardan ders aldığı bilinmemektedir. Arapça ve Farsçayı çok iyi bilen Mustafa Takî Efendinin, her ne kadar kelâm ilminde ihtisas sahibi olduğu söylense de, makalelerinden ve Meclis kürsüsünde yaptığı konuşmalarından fıkıh ilminde de otorite olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca ferâiz, tefsir, hadis ve siyer alanlarında da vukûfiyeti vardır. Müderris ve dersiâm olup Sultanî’de muallimlik, medresede fıkıh ve tefsir hocalığı, mahkeme azalığı, “Sırat-ı Müstakîm” ve “Sebîlürreşâd” dergilerinde yazarlık yapmıştır. Dönemin söz konusu en önemli dergilerinde, toplumun çeşitli kesimlerine yönelik uyarıcı ve yönlendirici makaleleri yayımlanmıştır. Zaman zaman bazı yazılara cevap vermiş, fikirlerini korkusuzca toplumun her kesimiyle paylaşmıştır. Mesela İstanbul’da Ermenice yayımlanan “Azâd-ı imâret” gazetesinde İslâm’daki cihadı vahşet olarak gösteren bir yazıya, “İslâmiyet’te Cihâd” isimli makalesiyle cevap vermiştir.

Memuriyet hayatına 1887’de Sorgu Hâkimi (müstantik muavini) Yardımcılığı ile Adliye Teşkilatında başlar. 1891’de Hafik İlçesi Sorgu Hâkimi Yardımcısı olur. Adliyedeki görevini, 1894-1913 tarihleri arasında Sivas Adliyesinde Bidayet Mahkemesi zabıt kâtipliği, müdde- i umûmî (başsavcı) katipliği, Bidayet Mahkemesi başkatipliği ve mahkeme aza mülazımlığı ile sürdürür. Kısa bir süre Meclis-i Umûmî azalığında bulunur. 1914’te Sivas Sultanisi (Lise) Arapça öğretmenliğine atanmasıyla adliye teşkilatından ayrılır.

Bir müddet Dâru’l hilâfe Türkçe müderrisliği ile Arapça-nahiv ve fıkıh müderrisliği yapar. Öğretmenlik görevini 22 Nisan 1920’ye kadar sürdürür. 1 Ağustos 1920’de 47 yaşında iken TBMM. I. Dönem Sivas mebusu olarak meclise girer. I. Dönem milletvekilliğinden sonra 1923’te Sivas’a Hadis ve Arapça öğretmeni olarak atanır. Bu görevde iken Hakk’a yürümüştür.

Ömrünün çoğu araştırmak, eser telif etmek, yazılı ve sözlü olarak insanları irşad etmekle geçen Mustafa Taki Efendi, tasavvufi eğitimi için son dönem Osmanlı Mebusan Meclisi’nde Tokat mebusu olarak da görev yapan Tokatlı Mustafa Haki Efendiye (ö.1917) intisap eder ve çok kısa bir sürede icazet alarak manevi eğitimini tamamlar. Mustafa Takî Efendi’nin, Tokat’a gidip, ders aldıktan üç gün sonra fenâ makamına çıktığı rivayet edilir. Onun bu kabiliyetine hayran kalan Hâki Efendi murakabe-i ahadiyet derslerini talim ettirerek sülûkünü kısa zamanda ikmal ettirir.

Bu halden sonra Sivas’a dönmeye ve orada hatm-i Hâcegân okutup, ders tarif etmeye memur kılınır. Arkadaşlarından bazılarının, “acaba bu kadar kısa zamanda sülûkünü tamam edebildi mi”, gibi düşüncelerine karşılık, Mustafa Hâki hazretleri şöyle cevap vermiştir: “Sizler daha yarı yoldayken Mustafa Takî Efendi sülûkünü ikmal etmişti.” Mustafa Hâki Efendi, Mustafa Tâki Efendi için şöyle buyurur;
“Mustafa! Senin elin bizim elimizdir.”

Tokatlı Mustafa Hakî Efendinin Hakk’a yürümesinden sonra vazife İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Toprak Hazretlerine intikale ettiyse de sülûkünü ikmal etmediğinden muvakkaten, zuhurat yoluyla Mustafa Takî Efendiye ihvan teslim olmuştur.

Mustafa Takî Efendinin ilmî otoritesi, devrin âlimlerince de takdir edilmiş, kendisinden saygıyla bahsedilmiştir. Hasan Basri Çantay, ondan ‘büyük sûfî, yüksek âlim ve ârif’ bir zât olarak bahseder. Onun ilmî otoritesini, hukuk bilgisinin derinliğini, mantık ve felsefeye olan vukûfiyetini, şer’î ilimlerdeki enginliğini kanun müzakereleri esnasında meclis kürsüsünden yaptığı konuşmalardan görmek mümkündür.

18 Ağustos 1925 senesinde ihvanlarından birisi olan Yoncalıklı Mehmet Beyin hanesinde beka alemine irtihal eder. Cenazesi yaylı at arabasıyla Sivas’a getirilir. Kabri, Sivas’ta Abdülvehhab Gazi Kabristanındadır.
Mustafa Takî Efendi Hakk’a yürüyünce bazıları demişlerdir ki;
“İlim üç Mustafa ile gitti.
Çorumlu Mustafa Rûmi Efendi,
Tokatlı Mustafa Hâki,
Sivaslı Mustafa Takî dir.”

İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi, Darendeli Hacı Hasan Akyol, Baytarbeyli Mustafa Efendi ve Müezzin Ali Efendi gibi, önde gelen şahsiyetler, onun sohbetlerinden feyiz almıştır.

Bu arada Mustafa Tâki Efendi, Hakk’a yürüdükten sonra damadı Çerkez Yusuf Efendi ve oğlu Bedir Hafız (Doğruyol) şeyhlik vazifesini deruhte etmekte ısrarcı olmuşlardır. Bedir Hafız Efendi gördüğü bir rüyada babasının emri üzerine İhramcızâde Hacı İsmail Efendi Hazretlerine gelip arzuhâl etmesinden sonra, Bedir Hafız’a;
“Gardaşım, Bedir Hafız o kolu da sen idare et” diyerek vazife-i ruhsatiye vermiştir.

Toplam yedi çocuk babası olan Mustafa Takî Efendi dört kez evlenmiş, kendisinden bir kıza sahip olduğu ikinci eşi Behiye Hanım’dan boşanmış, 1950’de vefat eden üçüncü eşi Teyfika Hanım’dan çocukları olmamış, dördüncü eşi Emine Hanım’dan da boşanmıştır. Birinci eşi Hatice Hanım’dan altı çocuğu olmuştur.
Ailesi daha sonra “Doğruyol” soyadını almıştır.

Bahâüddîn Efendi onunla ilgili bir hatırasında şöyle anlatmıştır.
“Mustafa Tâki Efendi’yi yaz günlerinde Tokat’a davet ederdim. Lütfeder teşrif buyururlardı. Kendilerini gören Tokat ihvanı onun aynen Mustafa Hâki Hazretlerine benzediğini söylerlerdi. Sohbetlerinde sayısız nasib-i maneviyye var idi. Ertesi yılın sonbaharında rahatsızlanmışlar ve beni emretmişler idi. Derhal Tokat’tan ayrılarak Sivas’a gittim ve orada hizmetleriyle bizzat meşgul olmak şerefine eriştim. Bir miraç gecesi miraciye okuyarak sohbet buyurdular. O yılın yaz aylarında yine ziyaretlerine gittim, bana Şam’a hicret etmem için emir buyurdular. Son görüşmemizdi. Kendileri ihvanların daveti üzerine Gürün’e gideceklerini söylemişlerdi.”
Mustafa Takî Efendiye kendinden sonraki halifenin kim olacağı sorulunca buyurdu ki;
“İhramcızâde Hacı İsmail Efendi Allah’ın halifesidir. Bizim halife tayinetme salahiyetimiz yoktur.”

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Sivas Evliyaları , Abdulhalim durma [/toggle]

Şemseddin Sivasi

Sivas’ta Meydan camii’nin kuzey tarafında

Şehr-i Sivas içre cânâ işbudur
Şeyh Şemseddin Kutb’un meşhedi
Dedi Kadrî künbedi târîhini
Nûrla olsun musaffâ merkadi

Şemseddin Sivasi hazretleri, şimdiki Tokat iline bağlı Zile kazasında dünyaya gelmiştir. Esmer oluşundan dolayı kendisine Kara Şemsi veya Kara Şemseddin de denilmiş, doğum tarihi hakkında değişik görüşler bulunmaktadır. Hocazade Hilmî Ziyaret-i Evliyâ isimli eserinde doğum tarihi olarak 928 (1521 -1522) yılını veriyorsa da, Halveti Şeyhlerine dair güvenilir bilgileri Hediyyetü’l-İhvân adlı kitabında toplayan Nazmî Muhammed, onun 926 (1520) yılında doğduğunu bildirmektedir. Abdülbaki Gölpınarlı, İslam Ansiklopedisi’ndeki Şemsiya maddesinde onun Nakd-i Hâtır’ını 1003 (1594) yılında yazdığını ve eserde yetmişini aştığını belirttiğini göz önüne alarak onun 926 (1520) senesinde doğmuş olabileceği fikrini kabul etmektedir.

Türk-Islam târihindeki meshur üç Sems’ten birisidir. Bunlardan birincisi Mevlâna Celâleddin-i Rûmi’nin hocasi olan Sems-i Tebrizi, ikincisi Istanbul’un fethinde Fatih Sultan Mehmed Hanin yaninda bulunan Aksemseddin, üçüncüsü de III. Mehmed Han ile birlikte Egri Seferine katilan Kara Sems’tir. Üçü de yüksek dereceler sahibidir.

Kara Şems yedi yaşındayken, Amasya’da bulunan Halvetiyye büyüklerinden Şeyh Hacı Hıdır’ın sohbetleriyle şereflenip elini öptü. Bu ziyâreti, talebelerinden Receb Efendi şöyle nakleder: “Hocam Kara Şems anlattı: “Babam Ebü’l-Berekât Muhammed Efendi, Amasya’deki Habîb Karâmânî hazretlerinin halîfesi olan ma’rifetler ve kerâmetler sahibi Hacı Hıdır’ın talebelerinden idi. Bu fakîr yedi yaşında iken, babam anneme; “Oğlum Ahmed’i şeyhime götürmek istiyorum. Yolculuk için azık ve şeyhime götürebileceğim hediye hazırla” dedi. Hazırlık yapıldıktan sonra bir kış günü babamla birlikte Zile’den Amasya’ya vardık. Hacı Hıdır’ın huzûruyla şereflenip ellerini öptük. Hacı Hıdır: “Böyle kış günlerinde bu ma’sûmu (günahsızı) ne diye getirdin?” buyurunca, babam da; “Nazarınıza muhâtab olmak, şerefli sohbetinizden bereketlenmek ve hayır duânızı almak için getirdim” dedi. Bunun üzerine Hacı Hıdır hazretleri mübârek ellerini kaldırıp, benim yüzüme bakarak duâ etti. Orada bulunanlar âmin dediler. Bu fakire gelen ihsânlar ve yükseklikler o duânın bereketiyledir.”

Ziyâret bittikten sonra Zile’ye döndü. O beldenin âlimlerinden sarf ve nahiv ile diğer ilimleri tahsil etti. Daha sonra Tokat’a gidip Arakıyeci-zâde Şemseddîn Efendi’den ve diğer âlimlerden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Bu sırada gördüğü bir rü’yâyı şöyle anlatır: “Tokat’ta ilim tahsili ile meşgûl olduğum sırada bir gece, rü’yâmda bir sahrada oturmuş ve etrâfımı bir nûr kaplamış, etrâfımda genç-ihtiyâr birçok kimselerin döndüğünü gördüm. Bu rü’yâyı, rü’yâ ta’bir etmekte mahir olan Köstekci-zâde’ye anlattım. Ben rü’yâyı anlatınca, bana; “Nerelisin, kimin nesisin, nerede kalıyorsun ve ismin nedir?” diye sordu. Ben de ayrıntılı olarak hâlimi ve kim olduğumu anlatınca, bana: “Sana müjdeler olsun ki; zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek dereceye ulaşıp, zamanının bir tanesi olacaksın. Her taraftan insanlar gelip senden feyz alıp, Allahü teâlânın rızâsına kavuşacaklar” diye ta’bir etti. Bu ta’birde bildirilen husûslar yirmi sene sonra aynen meydana geldi.”

Tokat’ta aklî ve naklî ilimleri tahsil edip yükseldikten sonra, İstanbul’a gelip, Sahn-ı semân medreselerinden birinde müderris olarak vazîfelendirildi. Bir müddet ilim öğretip talebe yetiştirmekle meşgûl oldu. Daha sonraları İstanbul’a gelerek öğretim hayatına atılan Şemseddin Sivasi, sahn müderrisliğine kadar yükselmiş, Birgün zamanın kadıaskerini ziyârete gitmişti. Müderrislere ve kadılara karşı kadıaskerin tutumunu ve onların makam için düştükleri hâlleri beğenmedi. Çıktıktan sonra Fâtih Câmii’ne gitti, iki rek’at namaz kılıp, huzûru kalb ile Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Bunların içinden beni kurtarıp, tasavvuf ehlinin yoluna dâhil eyle” deyip duâ etti. Bundan kısa bir müddet sonra hacca gitti. Hac ibâdetini yerine getirip sevgili Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) mübârek kabrini ziyâret ettikten sonra, doğum yeri olan Zile’ye döndü. Orada ilim öğretip, insanlara Allahü teâlânın dînini ve Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) güzel ahlâkını anlatmağa başladı. O sırada İbn-i Hişâm’ın: “Kavâid-ül-i’râb” adlı eserine “Hall-ül-Me’âkıd” adlı bir şerh yazdı. Fakat içindeki ilâhî aşkın ateşinin harareti, her geçen gün biraz daha artıyor, Allahü teâlânın sevdiği bir velîye talebe olmak istiyordu. Bu sırada Amasyalı Şeyh Muslihuddîn Efendi’nin dergâhına gidip, onun sohbetiyle şereflendi ve ona talebe oldu. Bir müddet sohbet ve hizmetinde kalıp feyz aldı. O sırada gördüğü bir rü’yâsını şöyle anlatır: “Bir tepe üzerinde büyük bir ağaç, bu ağacın yedi büyük dalı var. Elimde Mıshaf-ı şerîf vardı. Bu mıshafı o ağacın en yüksek dalına asmak istiyordum. Bu sırada şiddetli bir rüzgâr esip, ağacı kökünden devirdi. Eyvah bu ne haldir diye üzülürken uyandım. Ertesi sabah rü’yâmı hocam Muslihuddîn Efendi’ye anlattım. “Rü’yân aynı ile vâki olacaktır. Ağaçdan murâd bizim vücûdumuzdur. Yakında biz göçeriz. Lâkin bizden önceki hocalar duâ edip seccade ve âsâ verirlerdi. Biz dahî size icâzet verelim” deyip, elleriyle icâzetname yazdılar. Aradan birkaç gün geçmeden rü’yâ aynı ile vâki olup, hocam vefât etti. Hocamın vefâtıyla yetim kaldım. Mumu sönmüş eve, suyu çekilmiş değirmene döndüm.”

Kara Şems, hocası Amasyalı Muslihuddîn Efendi’nin vefâtından sonra, mübârek, velî bir zâtı bulup, talebe olmak istedi. Tokat’ta bulunan zâhid ve müttakî olan, yüz yaşını geçmiş bulunan Şeyh Mustafa Kirbâsî adında bir zâta gidip, talebe olmak istedi. O zât buyurdu ki: “Sen gençsin, ben ise ihtiyâr ve hastalıklıyım. Riyâzete (nefsin istemediklerini yapmak) kuvvetim yoktur. Seni terbiye ile meşgûl olamam. Lâkin sâdık bir talebeysen cenâb-ı Hak senin mürşidini ayağına gönderir. Bu mürşid altı ay sonra Tokat’a gelecektir.”

Kara Şems bundan sonra, tekrar Zile’ye dönüp, ilim öğretmekle meşgûl oldu ve “Muhtasar-ı Menâr” üzerine, “Zübdet-ül-esrâr” adlı bir şerh yazdı, ilim öğretmekle meşgûl iken, Tokat’a, Abdülmecîd Şirvânî isminde bir zâtın geldiğini duyup, onun yanına gitti. Abdülmecîd Şirvânî’nin sohbetine ve mübârek ellerini öpme şerefine kavuştu. Abdülmecîd Şirvânî sohbetin sonuna doğru; “Ey Kara Şems! Benim, Allahü teâlânın emri ve sevgili Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) işâretiyle kendi memleketimi, ailemi ve sevenlerimi terk edip, dağ ve beldeleri aşıp gelmem, sâdece seni irşâd ve terbiye içindir” buyurdu. Kara Şems bu ânı şöyle anlatır: “Abdülmecîd Şirvânî’nin bu sözünü duyunca Şeyh Mustafa Kirbâsî’nin daha önce vermiş olduğu müjdeyi hatırladım, hesap ettim ki tam altı ay geçmişti.”

Abdülmecîd Şirvânî’nin sohbetine kabûl edilişini şöyle anlatır: “O zâtın huzûruna varınca, bu fakirde istek ve arzu görüp; “Siz bu civardaki kasaba ve şehirlerin meşhûr bir kişisisiniz. Halk nazarında yüksek birisiniz. Böyle iken huzûrumuzda zilleti ve dervişliği kabûl edersiniz. Halktan rağbet göremezsiniz. Bu duruma pişman olursunuz. Çünkü bu yol sıkıntılar ve meşakkatler yoludur” buyurunca:

“Canlar feda muhabbet-i cânâne sır değil,
Erbâb-ı aşk’a terk-i sır etmek hüner değil”

dedim.

Bunun üzerine; “Sen sâdık bir talebesin. Biz de seni irşâd etmekle vazîfeliyiz. Riyâzet ve mücâhedeye tahammül edersin. Az zamanda rızâ-i İlâhî’ye kavuşursun” buyurup,

“Yâra yol iki kademdir birisi cana bas,
Çünkü bu meydâna geldin merd isen merdâne bas”

beytini okudu ve fakiri kabûl buyurdu.”

Abdülmecîd Şirvânî’nin hizmetinde bulunup sohbetinden istifâde etti. Feyz alıp tasavvuf derecelerinde yükseldi. Dünyâ sevgisinden uzaklaşıp hakîkate yöneldi.

Şemseddîn Sivâsî, Abdülmecîd Şirvânî’den kısa zamanda feyz alıp, tasavvufun yüksek derecelerine kavuştu. Hocası tarafından insanlara, Allahü teâlânın dînini ve sevgili Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) güzel ahlâkını anlatmakla vazîfelendirildi. Şöhreti her tarafta duyuldu. Devrin Sivas vâlisi Hasen Paşa, kendisini Sivas’a da’vet edip, yaptırdığı dergâha yerleştirdi. Aynı zamanda câmi imamlığı da kendisine verildi. Orada ilim öğretmek ve insanlara va’z ve nasihatle meşgûl oldu. Hayatının sonuna doğru, Sultan Üçüncü Mehmed Hân’la birlikte Eğri seferine katıldı.

Pâdişâh, ordusuyla birlikte İstanbul’a döndüğünde, Şemseddîn-i Sivâsî’nin İstanbul’da kalmasını ısrarla rica ettiyse de kabûl ettiremedi. Şemseddîn-i Sivâsî ihtiyârlığının yanında, seferin şiddetinden ve kışın aşırı soğuğundan hayli yorgun ve zayıf düşmüştü. Hayâtının son anlarını yaşadığını anladığından, rûhunu ailesinin ve sevenlerinin yanında teslim etmek istediğini belirterek izin istedi. Sivas’a döndü. Gelişinden kısa bir müddet sonra, amcazâdesi ve dâmâdı olan Recep Efendi’yi vazîfesine ta’yin etti. Şemseddîn Sivâsî vefâtlarına yakın, talebelerini odasına çağırdı. Onlarla birlikte bir saat kadar Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olduktan sonra, duâ edip, rûhunu teslim etti.

Şeyh Şemseddîn Ahmed Sivâsî hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek, ilim ve irfan sahibi, bütün güzel huylarla ahlâklanmış, faziletli bir zât idi. Tasavvufda Halvetiyye yoluna mensûb idi. Şemsiyye kolunun kurucusudur. Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin, yüksek hâlleri ve birçok kerâmetleri vardır. Bu hâl ve kerâmetlerinin ba’zıları şöyledir: insanlara Allahü teâlânın dînini ve sevgili Peygamberimizin güzel ahlâkını anlatıp, hak yola da’vet etmek üzere, Mısır’a gönderdiği halîfelerinden (talebelerinden) Şeyh Hacı Mustafa nakleder “999 (m. 1590) senesinde Şeyh Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin talebeleriyle birlikte hacca gitmek üzere Anadolu’dan ayrıldıklarını işittim. Bu fakîr de Mısır’dan ba’zı hacılarla birlikte hac ibâdetini yerine getirmek ve hocam Şemseddîn Sivâsî’nin sohbetinden istifâde etmek üzere yola çıktım. Şam hacılarından önce Mekke’ye vardık. Çok karanlık bir gecede tavaf yapmak üzere giderken bir meşale gördüm. Baktım ki, Şemseddîn Sivâsî hazretleri, talebeleri ve sevenleriyle birlikte geliyorlardı. Yolda mübârek ayaklarının basdığı topraklara yüz sürsem edepsizlik olur. Sabahleyin indikleri yere varayım diye düşünüp, bir kenara gizlendim. Gizlendiğim yere gelince bindikleri hayvanlarını benden yana çevirip, atından indi. Mübârek ellerini başıma koyup hafifçe: “Sen Hacı Mustafa değil misin? Ne diye saklandın ve gizlendin?” buyurdu. Ben de; “Evet sultânım” deyip mübârek ellerini öptüm. Böylece bu kerâmetini müşâhede ettim.”

Talebelerinden Receb Efendi nakleder “Şeyh Şemseddîn Sivâsî hazretlerini, va’z ve nasihat etmesi için civar köy ve kasaba halkı da’vet etmişlerdi. Da’vete icabet edip giderken bir köyde konakladık. O köy halkı, Hazreti Ali’yi sevdiğini iddia ederek, sevgili Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) seçilmiş Eshâb-ı Kirâmı hakkında kötü sözler söylüyorlardı. Kendimize ve hayvanlanmıza paramızla yiyecek birşeyler almak istedik, vermediler. Bununla da kalmayıp, bizi zulüm ve işkenceyle öldürmek istediler. O zaman Şemseddîn Sivâsî hazretleri, iki rek’at namaz kılıp, Allahü teâlâya duâ etti. Aradan fazla zaman geçmeden, köyün ileri gelenleri ve kalabalık bir topluluk türlü türlü yiyecekler ve hediyelerle geldiler. Taaccüp edip; “Önce siz bize yemek vermeyip öldürmek istediğiniz hâlde bu muhabbet ve sevgi nedir?” diye sorduğumuzda; “Biz de bilmeyiz ne hâl oldu. Kalbimize, şu azîzin muhabbet ve sevgisi yerleşti. Mümkün olsa canımızı dahî feda etmeyi isteriz” diye cevap verdiler. Sonra Şemseddîn Sivâsî hazretlerine; “Sultânım, düşmanlıktan sonra bu muhabbet nedir?” diye sorduk. Tesbihini gösterdi. Biz bu şekilde sohbet ederken o topluluğun reîsi olan kimse gelip; “Sultânım küçük bir kerîmem (kızım) vardır. Ba’zan saralı olur. Günlerce bu hâlden kurtulamaz. O hâlden kurtulunca da kendini bilmez. Söylenen sözleri anlamaz. Başka evlâdım da yoktur. Huzûrunuza getireyim de hayır duâ buyurun. Zîrâ bana bildirildi ki: “Kara Şems’in dergâhından ne isteseniz geri çevrilmez” dedi. Şemseddîn Sivâsî hazretleri bir an önce getirmesini istedi. O kimse kızını bir hayvana bindirip getirdi ve ölü gibi Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin huzûruna koydu. Hazret-i Şeyh bir müddet teveccüh buyurup, “Fâtiha” dediğinde, kızcağız sıçrayarak ayağa kalktı. Sevinerek evlerine döndü. Nakledilir ki: O hastalık bir daha gelmedi. Aklı başında iffetli bir hâtun oldu.

Bu kerâmeti gören köy halkı, Eshâb-ı Kirâm hakkındaki kötü düşüncelerinden vaz geçip, “tövbe ettiler. Hepsi, Şeyh Şemseddîn Sivâsî’nin sevenleri ve talebeleri oldu.

Kara Şems’in vefâtından sonra, yerine Abdülmecîd Sivâsî geçti. Dâmâdı olan Receb Efendi de talebelerinin büyüklerindendir. Şems hazretlerinin vefatından sonra ; Ölümü üzerine söylenen tarihlerden bazıları şunlardır:
1- Kadriyâ târîh-i fevtini dedim Nüh felek Şems’i tulundu nûr ile
2- Ey Hüsâmî fevtine târîh de Rûh-ı pâk-i Şemsî’ye Firdevs câ
3- Mekân u cây oldu cilve-gâh-ı kurb-ı lâhûtî Tulundu hayf Şems-i ma’nâ dîdeden nihân oldu

Türbesi, halen Sivas’ta Meydan Camii’nin kuzey tarafında bulunmakta olup üzerinde sülüs hattıyla:
Şehr-i Sivas içre cânâ işbudur
Şeyh Şemseddin Kutb’un meşhedi
Dedi Kadrî künbedi târîhini
Nûrla olsun musaffâ merkadi

tarih kıtası bulunmaktadır.

Bu kıtanın son mısrası ebcet hesabına vurulunca 1009 (1600) rakamı çıkmaktadır ki, bu da türbenin, Şemseddin Sivasî’nin ölümünden üç yıl sonra yapıldığını göstermektedir.
Şemseddin Ahmed’in hâl tercümesi ile menkıbeleri; Şeyh Recep Sivasî’nin Necmü’l-Hüdâ, Şeyh Nazmî Muhammed’in Hediyyetü’l-İhvân ve Müstakimzâde Süleyman Sa’deddin Efendi’nin Hülasatu’l-Hediyye ve daha birçok kitapta yer almaktadır. Şemseddin Sivasî’nin soyundan çok sayıda âlim, fazıl kişi geldiğini de belirtmekte yarar vardır.