İvaz Fakih

İstanbul – Çamlıca tepesindeki İBB tesislerinde , Lokantanın hemen arkasında

Orhan Gazi zamanında Hereke, Tavşancıl, Gebze, Darıca, Tuzla, Pendik, Kartal ve Maltepe kaleleri, 730 (1329) tarihinde, şimdiki Gebze’nin güneybatısında bulunan Pelekonon Ovası’nda yapılan savaş sonucu zaptedilmiş ve Türk Ordusu Merdiven Köyü’ne kadar ilerlemişti. Buradaki İmparator Av Köşkü, Orhan Gazi tarafından bir Ahi Dergahı haline getirilmişti.

Bir fütüvvet yolu olan Ahiler o çağlarda Osmanlılar’ın beşinci kolu, gizli bir örgütü idi. Bunlar yabancı ülkelerden haber sağlarlar ve düşmanı gozetlerlerdi. Bu dergahın şeyhlerine de resmen Bizans’ı gözetlemek vazifesi verilmişti. Bunlar, Gözcü Baba, Gül Baba, Ali Baba, Balcı Baba, Mah Baba, Eren Baba, Şahkulu Baba, Yörük Baba, Sancaktar Baba, Mansur Baba, Semerci Baba, Garipce Baba, Buhur Baba, Kartal Baba ve Çamlıca Baba gibi kimselerdi. Bunların büyük bir kısmı, sonradan siyasi durumun değişmesi neticesinde şehid olmuşlar ve bulundukları yerlere gömülmüşlerdi. Bir fıkıh bilgini olan İvaz Fakih’in bunlardan biri olduğu sanılmaktadır. Şehid olan kimsenin bulunduğu yere gömülmesi eski bir adettir. Süleyman Şah’ın Bolayır’da; İstanbul’un fethi srasında ve sokak muharebeleri esnasında şehid duşenlerin yol kenarlarına gömülmesi bu yuzdendir.

730 (1329) tarihinde kazanılan muharebe neticesi, Türk öncü kuvvetleri Çamlıca Tepeleri’ne kadar gelmişlerdi. Bu sıralarda Orhan Gazi, Çamlıca havalisini de içine alan, fakat gerçek hudutları bilinmeyen geniş bir bölgeyi Doğancılarına tımar olarak vermişti. Tımar, Akşahin ve Akdoğan isimlerinin karşılığı olan Laçin ismini taşıyordu. Laçin Tımarı, sonradan gelen padişahlar tarafından da kabul edilmiş ve yenilenmiştir. Bu hükmün, Yıldırım Bayezid (791-804)(1389-1402) tarafından verildiği ve oğlu İsa Çelebi zamanında ve 805 (1402-3) tarihinde yenilendiği de ileri sürülmektedir.

Büyük tarih yazarı İbrahim Hakkı Konyalı, bir mecmuaya yazdığı yazıda Laçin Tımarı’nn anlamını anlatmakta ve bu arada da; “Yıldırım Bayezid doğancılarına tahsis ettiği Üskudar’ın doğusundaki yerlerden Çamlıca’daki bir çiftliği, İvaz Fakih isminde bir alime vermiş ve onu her çeşit vergiden muaf tutmuştu. Oğlu İsa Çelebi de hicri 805 tarihli bir hükümle babasının emrini teyid etmiştir….” demektedir. Aynı yazıda, eski Ayasofya mutevellisi Derviş Çelebi tarafından yapılan Kocaeli’nin Gebze Kazası’na bağlı bir köy olduğu kaydedildikten sonra, “….. bu köyün Çelebi Sultan Mehmet tarafından İvaz Fakih’e verildiği ve onun da tevliyeti (vakıf işlerinin idaresi) evladına geçmek şartıyla vakfettiği, İvaz Fakih’ten sonra burasının oğlu Ali’ye, daha sonra bunun oğulları Ahmet, Mahmut ve Hızır’a geçtiği ve tahrir zamanında burasının Hızır’ın oğullarından Mahmut’un tasarrufunda bulunduğu….” kaydedilmiştir.

Bu açıklamalara gore, İvaz Fakih’in sonradan konulan şahidesi uzerindeki vefat tarihinin doğru olmaması icap eder. Çelebi Sultan Mehmet zamanında ve 822 (1419) tarihinde sağ olduğu görülen İvaz Fakih’in şahidesindeki 735 (1334-35) tarihi arasında 87 senelik bir fark vardır.

Vakflar Genel Müdürlüğü’nde bulunan bir vakfiyeye göre, Çelebi Sultan Mehmet (1413-1421) kendi Şeyhi olan İvaz Fakih’e iki Çamlıca arasını temlik (mülk olarak verme) etmiştir. İvaz Fakih de bu yerleri vakfetmiştir. Kısıklı Ceşmesi’nin ilk banisinin de bu zat olduğu söylenir.

İstanbul Ansiklopedisi’ndeki Çamlıca Bektaşi Tekkesi adlı yazıda, “İstanbul fethinden bir asır kadar evvel Çamlıca Baba adında bir derviş tarafından kurulduğunu tahmin ediyoruz. Yani bu tekke ismini kurulduğu tepeden almamış, tepe, tekkeye ve banisine nisbetle isimlendirilmiştir” denilmektedir.

İvaz Fakih’in Çamlıca Tepesindeki Belediye tesislerinin içerisinde kalan kabrinin Baş taşına yeni yazı ile:
Hüve’l-Baki
Hicri 735’te vefat eden
mazanneden İvaz Fakih
kuddise s›rruhunun
1944’te Bay Zeynel Alantor
tarafından kabri yaptırıldı.

Ayak taşında ise:
“1957 yılında Belediyece onarılmıştır.” diye yazılıdır. (Bu tarihte, Belediye bir takım türbeleri tamir ettirmiş ve bu arada Çamlıca’daki Selami Ali Efendi Türbesi’ni de yaptırmıştı.) Türbenin yanındaki tekke binası ile kücük türbedar evi yok olmuştur.

Evliya Celebi, meşhur Seyahatname’sinde;
“Büyük Çamlıca mesiresi, göklere baş kaldırmış bir dağın ta tepesinde yüce bir tekke idi.” demektedir. Evliya Çelebi’nin ismini vermediği bu tekke bir Bektaşi Dergahı idi. Evliya Celebi, 1630 yıllarında bu yerden bir tekke olarak bahsettiği halde, Hadika yazarı hiç soz etmemiştir. Hadika’nın muellifi Hüseyin Efendi’nin eserini yazdığı 1770 tarihlerinde bu tekke artık mevcut değildi. Tekkenin yanındaki ahşap türbe ve türbedar odası 1935 tarihlerinde yıkılmıştır. Son türbedar ise, Bektaşi Şeyhi, Hasan Tahsin Baba idi.

Kaynaklar
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Yüzyıllar Boyunca Üsküdar , Mehmet Nermin Haskan , Üsküdar Belediyesi Yayınları

Hz. Ebu Derda (r.a.) – Makam – Üsküdar

İstanbul – Üsküdar’da Karacaahmet kabristanınında – Karaahmet Türbesinin hemen arkasında kalan bölümde..

Ebü’ d-Derda hazretlerinin ikinci makam-kabri Üsküdar’da ‘ Karacaahmet Türbesi ‘nin kuzey tarafında kabristanın istinat duvarı yakınlarında bulunmaktadır.

İ. Hakkı Bey, Merakıd-ı mutebere-i Üsküdar adlı eserinde bu makam hakkında şu bilgiyi vermektedir. ”Üsküdar’daki makamın 1983 yılındaki görünümü Bezm-i Alem Valide

1983 yılında türbe
1983 yılında türbe

Hazretleri (v. 1251/1853) tarafından hürmeten ve lütfen bu makamı ihya buyurdukları anlaşılmaktadır. Kabri etrafına mükemmel bir de şebeke ve kandil konması ve yakılması için Karacaahmet hazretleri türbedarına zeytinyağı verilerek bu hizmet görülmekte iken, senede Zilhicce arifesinde Valide-i Atik Vakfı ‘ndan kurbanlar ve kandil yakılması için zeytinyağları verilerek Karacaahmet Hazretleri türbedarı yakın zamana kadar bu vazifeyi ifa eyledikleri … “

Türbenin şebeke demirleri ve kandillikleri yok olmuştur. Etrafındaki sadaka taşlarından da sadece iki tanesi kalmıştır. 1983 tarihli fotoğra fında da kabrin sıradan bir beton işçiliğiyle yeniden yapıldığı anlaşılmaktadır. Kabir, daha sonra ne zaman yapıldığı belli olmayan özelliksiz bir demir şebeke ile tekrar çevrilmiştir. Etrafı tam bir perişanlık içindedir. Hemen yakını, tahrip ve yok edilen mezar taşları çöplüğü gibidir. Gerek bu taşlar, gerekse yeni mezarlar bu makamın etrafındaki tahribatı gösterdiği gibi Karacaahmet’in, tarihiliği’nin hızla tarihleşeceğini/tarihleştirildiğini de ortaya koymaktadır. Makamın etrafında eski mezarlar azalmış, yeni mezarlar ise bir hayli artmıştır. Yeni mezarların, eski mezarları yok ederek yapıldığı ise sağa sola serpilen kırık mezar taşlarından ve yığınlarından anlaşılmaktadır.

Hz. Ebü’d-Derda’nın üçüncü makamı ise Konya Ereğlisi’ndedir.

Kaynak

İstanbullu sahabeler , Dr. Necdet Yılmaz , Dr. Coşkun Yılmaz , Bilge Yayım Habercilik ve Danışmanlık , 2013

Gizlice Evliya

İstanbul -Üsküdar’da Açık Türbe sokak üzerinde

Türbe, Açıktürbe Yokuşu üzerindedir. Bu açık türbenin hemen yanında, Yer Sarsan Baba adıyla anılan ve bugün mevcut olmayan bir açık türbe daha vardı. Türbenin gerisinde ise, yeri hâlâ arsa halinde olan ve ismini türbeden alan, Gizlice Evliya Celvetî Tekkesi bulunuyordu.

Aziz Hüdâyî Mahmud Efendi; Ayşe Sultan tarafından 1003 (1594-95) tarihinde tekkesi kurulduktan sonra bir gün, bugünkü Gizlice Evliya Türbesi’nin önünden geçerken:

– Burada ismi bilinmeyen fakat kerameti zâhir olmuş gizli bir evliya medfundur, diyerek yatırın, ‘Gizlice Evliya’ ismini almasına ve kabrinin üzerine de bir türbe yapılmasına sebep olmuştur.

Hüdâyî Mahmud Efendi, 1038 (1628) tarihinde vefat ettiğine göre, Gizlice Evliya, bu tarihten evvel, muhtemelen Hüdâyî hazretlerinin Üsküdar’a geldiği 1580 tarihinden sonra vefat etmiş veya Hüdâyî hazretleri Gizlice Evliya’nın ölümünden çok sonra onun ününü işitmiş olmalıdır. İsmini bu açık türbeden aldığı muhakkak olan Gizlice Evliya zaviyesi, bir Celvetî Tekkesi olduğuna göre, 1595 tarihinden sonra kurulmuş olmalıdır. Celvetî tarikatının kuruluşu çok eski tarihlere dayandığı halde, Üsküdar’da yayılması, Hüdâyî hazretlerinin bu beldeye gelmesinden sonra olmuştur

Gizlice Evliya Türbesi günümüze kadar gelebilmiş ve 1967 tarihlerinde şimdiki şekli ile onarılmıştır. Türbenin eskiden sebile benzeyen bir durumu vardı. Yol seviyesinden yüksek olduğundan, sol tarafındaki bir merdivenden türbenin avlusuna çıkılırdı. Merdiven ve türbenin yan duvarları kesme taştan yapılmış olup, etrafı bir demir parmaklık ile çevrilmişti.Her tarafını ağaçlar ve sarmaşıklar kaplamıştı.

Türbede, Gizlice Baba’ya ait olduğu söylenen kitâbesiz, yuvarlak bir taş ile etrafındaki mezarlıktan getirilip konulan bir kaç şâhide vardı.

Kaynak
Kaynak ; Yüzyıllar Boyunca Üsküdar , Mehmet Nermi Haskan , Üsküdar Belediyesi , 2. cilt sy 553

Balaban Baba

İstanbul -Üsküdar’da doğancılar caddesi ile eski Keresteciler sokağı kesişiminde yer alan Balaban Baba Tekkesi bahçesinde

1630 tarihlerinde yapılan Balaban Tekkesinin banisi Balaban Ahmet Baba’nın kabri küçük hazirededir. Abani sarıklı, küçük şahidesi üzerindeki kitabesinde şu ifadeler bulunuyor:

Hüve’l-Baki
İsfendiyar zadelerden
Eş-Şeyh Balaban Ahmed Baba
Hazretlerinin ruhuna
el-Fatiha.
Sene 1047 (1637)

Balaban Ahmet Baba’nın tekkeyi yaptırmasından 135-140 sene sonra Sadiye Tekkesi olmuştur. Tekke’nin Şeyhleri şunlardır ;
1- Yağcızade Şeyh Ahmet Efendi (v. 1777)
2- Şeyh Mehmed Said Efendi (v.1792) Yağcızade Şeyh Ahmet Efendi’nin oğlu
3- Şeyh Mehmed Nizameddin Suzi Efendi (v.7 Mart 1823 ) – Şeyh Yakub Mudanyavi’nin oğlu Kabri , Bali Çavuş camii karşısındaki Mezarlığın oratasındadır.
4- Şeyh Nizameddin Efendi – Şeyh Mudanyavi’nin oğlu.
5- Şeyh Mehmed Emin Efendi (v.1880) Şeyh Nizamettin Efendi’nin oğlu
6- Şeyh Mehmed Aşir Efendi (v. 1905)
7- Balaban Şeyh Hasan Hüsnü Efendi

Kaynaklar
Kaynak ; Üsküdar Meşhurarı , Yayına hazırlayan Azmi Bilgin , Üsküdar Belediyesi Yayınları

Fenai Ali Efendi

Fenai Ali Efendi Türbesi ; İstanbul – Üsküdar’da Valide-i Atik mahallesindeki Fenai Ali Efendi camii avlusunda

Celvetiyye – Fenaiyye’nin Piri Kütahyalı Şeyh Seyyid Fenai Ali Efendi, Üsküdar’da kendi adıyla anılan üç tekkenin banisi olan Şeyh Selami Ali Efendi’nin (1592-1692) halifesidir. Ali fenai Efendi, adaşı Selami Ali Efendi’den irşad icazeti alarak Manisa’ya hicret etmişti. Burada bir cami ve tekke yaptırmış ve bir de kuyu kazdırmıştır. ” Şeyh Kuyusu” adıyla meşhur olmuştu. Şeyhi ve mürşidi Selami Ali Efendi 1104(1692) yılında ölünce İstanbul’a ve Selami dergahına Şeyh olmuştur. Bir süre sonra bu tekkeyi irşad arkadaşına devretmiş, 1713’te Üsküdar’da Pazarbaşı mahalesine gelerek kendi adını taşıyan bir dergah yaptırarak 32 yıl irşad vazifesi yaptıktan sonra 1158 (1745) yılında vefat etmiş ve caminin önündeki türbesine gömülmüştür.

Ölümünden sonra halifesi Abdullah Rıfkı Efendi (v.1770) , Rıfkı Efendi’nin oğlu Mehmet Nazif Efendi (v.1792) ve Hattat Mehmet Şakir (v.1810) Postnişin olmuş ardından Celvetiyye’nin Haşimiyye Şubesinin merkezi Bandırmalızade Tekkesi’nin postnişini Şeyh Mehmet Efendi (v.1845) meşihatı devralmıştır. Tekke’nin son şeyhi ise Mehmet Şakir Efendi (v.1845)’dir. Tekke’nin ayin günü Çarşamba idi.

Fenai Ali Efendi 1123 (1711) yılında Baltacı Mehmet Paşa’nın ikinci sadrazamlığı zamanında Rusya’ya karşı açılan savaşa muhtemelen ” Ordu Şeyhi” sıfatı ile katılmıştır. Beraberinde getirdiği sancağın, türbesinde başucunda dikildiği, kendisinin taşıdığı bayrağın da sandukasının üstüne örtüldüğü bilinmektedir.

Halvetiyye – Celvetiyye tarikatının Fenaiyye kolunun asitanesi ve pirevi olan bu tekke ilk kuruluşunda cami-tevhidhane ile bir kaç derviş hücrelerini barındırmaktadır. Bugün ise tekkeden günümüze ulaşabilen bölümler cami-tevhidhane – Ufak bir hazire ve Fenai Ali Efendi’nin Türbesidir.

Yakın bir tarihte çevre halkı tarafından yapılan ve hiç bir mimari özelliği olmayan cümle kapısından avluya girilir. Girişin Hemen solunda cami ve minare, sağında Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın eşi Şemi Nur Hanım ile gelini Vicdan Hanım’ın türbe karaterindeki mezarları, karşısında da baninin türbesi ve kuyusu mevcuttur. Şemi Nur ve Vicdan Hanım’ın beyaz mermerden çok ince bir işçilikle yontulmuş olan lahitleri ve şahideleri devirlerinin karmaşık üslubunu en iyi şekilde gözler önüne sermesi bakımından önemlidir. Türbe ile boybeyi sokağı arasındaki kesimde uzanan hazirede tek tük kabirler arasında ; Şirket-i Hayriyye’nin müdürü Hüseyin Haki Efendi (v1893-95) , Kamil Paşa’nın katibi hususiyeliğinden yetişen Şirket-i Hayriyye’nin müdürü Hafız Mehmet Vehbi ( v.1907) , Sait Halim Paşa’nın refikası Nazlı Hanım, Şeyh Mehmed Şakir Efendi (v1880) , Şeyh Mehmed Galip Efendi (v.1845) , Şakir Efendi’nin validesi Şerife Ümmü Gülsüm (v1877), Fatma Naile Hanım (v1874) , Şeyh Mustafa Haşim (v.1878) , Mustafa Haşim’in halilesi Aişe Sıddıka Hanım (v1894) mezarları mevcuttur.

1996 yılında vakıflardan izin alınarak İmam Hacı Süleyman Bilir ve Cemaatin katkılarıyla cami ve türbe tadilat ettrilmiştir.

Şeyh Mustafa Devati

Şeyh Mustafa Devati Efendi’nin türbesi ; İstanbul – Üsküdar’da Selman-ı Pak caddesinde yer alan Şeyh Devati camii yanındaki türbesinde

Aziz Mahmud-ı Hüdai hazretlerinin kamil bir tarikat haline getirdiği Celvetî tarikatının önemli isimlerinden biri olan Devati Mustafa Efendi’nin ne zaman ve nerede doğduğu hakkında bir bilgi yoktur. Ancak Üsküdar’da doğduğu ve burada gençliğini geçirdiği tahmin edilmektedir. Babasının adı Resul’dur Gençliğinde divit sanatıyla uğraştığı için “divitçi” anlamında kendisine “devati” lakabı verilmiştir. Mustafa Efendi’nin tasavvuf yoluna girmesinde gördüğü bir rüya etkili olmuştur. Rüyasında kendisini yanar iken gören Mustafa Efendi uyandığı vakit “alemde bir mürşid-i kamil bulamadım ki benim derdime derman olsun” diye üzüldüğünü beyan etmektedir. Bu ifadeden onun uzunca bir müddet dervişlik yolunun özlemini çektiği anlaşılmaktadır. Daha sonra kendisinin elinden tutulduğu ve Resulullah Efendimiz’in imamlığında gece namazı kıldığı ve Efendimizin ona “Senin derdine derman ve ulu Mevla’ya vuslatına çare Üsküdarlı Ahmed Efendi (Muk’at) dendir” demiştir.

Bu rüya üzerine Muk’ad Ahmed Efendi‘ye intisab eden Devati Mustafa Efendi dervişlik yolunda seyr ü sülükunü tamamlamak için çaba göstermiş. Tasavvuf eğitiminin önemli bir safhasında Efendimiz’in manevî işareti ve şeyhinin de arzusu ile Kastamonu’ya gitmiştir.
Bu durumu kendisi şu sözlerle açıklamaktadır: “…Gördüm ki Sultan-ı Kevneyn (s.a.v.) orada oturuyor. Mübarek yüzlerinin nuru şimşek gibi çakıyor. Efendime hürmet edip yer gösterdi. Efendim de oturdu. Nebi-i Muhterem: “Bu yanındaki kimdir?” buyurdu. Efendim de “Sultanımın yetimi Mustafa kulundur” dediler. Efendimiz: “Bunu Kastamonu’ya gönderin, sonra Üsküdar’a gelir. Emr-i Hak bunun üzerine cari olmuştur” buyurdular. Bu konuda söz çoktur ancak anlatmaya izin yoktur..’

Devati Mustafa Efendi bu manevî işaret ile Kastamonu’ya gitmiş belli bir müddet orada ikamet etmiştir. Müşahedelerinden bahsederken Kastamonu ile ilgili birkaç hatırasını da nakleden Mustafa Efendi’nin bu beyanlarından Kastamonu’ya ilk gidişi sırasında şeyhlik vazifesini almadığı anlaşılmaktadır. Kastamonu’dan birkaç kez Üsküdar’a şeyhini ziyaret etme arzusu ile gitmek istemişse de her defasmda izin verilmediğini, ancak son gitme arzusunda olumlu bir netice aldığını beyan eden Mustafa Efendi bu şekilde Kastamonu’dan şeyhinin yanına gelmiştir. Şeyhinin yanına vardığında onun yanında bir sepet üzüm olduğu ve bunlardan iki salkımının kendisine uzattığını bildiren Devati hazretleri, şeyhinin “bunlardan bir salkımından birer tane fukaraya dağıt. Ama sakın iki tane verme hazmedemezler” dediğini ve kalan diğer salkımı da kendinin yemesini söylediğini beyan eder. Orada birçok kimsenin gelip Muk’ad Ahmed Efendi’ye” “Birer tane de bize ver Sultanım” dediği ancak Ahmed Efendi’nin: “Bunlardan size verilmez, bu Celvetî erenlerine mahsustur” diyerek başka kimselere vermediğini söylemektedir. Daha sonra şeyhinin “Bu evin anahtarını bunun eline verin” buyurmasıyla kendisine şeyhlik vazifesinin verildiğini bildirmektedir. Hatta bu esnada Efendimiz’in ve Hüdai hazretlerinin manen orada bulunduklarını ve “bundan sonra bu kapıda her kim ma’na talep ederse cevap bulacaktır” buyurduklarını da bildirmektedir.

Bundan sonra Devati Mustafa Efendi’nin Kastamonu’ya tekrar dönüp dönmediği hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak Osmanlı Arşiv kayıtlarına göre Kastamonu Kırkçeşme mahallesinde bulunan Celvetî dergahı Devati hazretlerinin ihya ettiği bir yer olduğu anlaşılmaktadır. Bu Kastamonu’da şeyh olarak bulunmuş olma ihtimali kuvvetlendirmektedir.

Buna göre Mustafa Efendi şeyhlik icazetini aldıktan sonra tekrar Kastamonu’ya dönmüş ve orada bir tekke kurarak irşad faaliyetlerine başlamıştır. Nitekim 1291/1875 tarihine kadar kayıtlarda tekkenin şeyhlik görevinin devam ettiği bildirilmektedir. Bu bağlamda Mustafa Efendi’nin şeyhinin vefatından yani 1049/1639 yılından önce burada bir tekke kurduğu anlaşılmaktadır.

Üsküdar’a döndükten sonra Devati hazretlerinin ilme yöneldiği ve ulemadan birinin yanında mülazım olarak bulunduğu nakledilmektedir. Mülazımlıktan sonra imtihanda başarı sağlayıp Kırklı bir medreseye müderris olarak tayin edilmiştir. 1061-1067 yılları arasında Molla Kesret Medresesi ile Valide Sultan Daru’l hadîs’inde müderris olarak görev yapmıştır.

1067/1656 tarihinden itibaren müderrislik hayatına son veren Devatİ Mustafa Efendi, bu tarihten sonra Üsküdar Selmanağa mahallesinde bulunan Şeyh camiinde irşad faaliyetlerinde bulundu. 1061/1650 tarihinde Arslan Ağazade Mustafa Bey tarafından yaptırılan bu camiye Devatî Mustafa Efendi de bir meşruta ve aşevi ilave ettirmiştir.

Bu camide 1656 tarihinden sonra üç yıl irşad vezifesinde bulunan Mustafa Efendi 1659 tarihinde vefat etmiş ve tekkenin bahçesine defnedilmiştir. Mustafa Efendi’nin aile hayatı ile ilgili bilgiler son derece azdır. Oğlu Devatizade Mehmet Efendi hemen hemen ailesinden bilinen tek kişidir. Mehmet Efendi Hudai asitanesi Şeyhlerinden Mehmet Fenayi Efendi’ye ( öl.1664) intisab etmiştir. Bir süre müderrislik yapan Devatizade Mehmet Efendi , babasının vefatından sonra Şeyh camiine Postnişin olarak tayin edilmiştir. Gafuri Mehmet Efendi’nin vefatı ile Hudai asitanesine şeyh olarak tayin edilmiştir. Mehmed Efendi Şeyh Camiinde yaklaşık sekiz yıl, Hüdaî asitanesinde ise on iki yıl kadar görev yapmış ve 1090/1679 yılında vefat etmiştir. Kabri Şeyh camiinde babasının kabrinin yaninda yer almaktadır.

Kaynaklar
II. Uluslararası Şeyh şaban-ı Veli Sempozyumu
Evliyalar Ansiklopedisi – Türkiye Gazetesi

Muhammed Nasuhi Üsküdari

 

Makâm-ı evliyâdır, menbâ-ı feyz-i fütûhîdir,
Edeple dâhil ol sofî, bu dergâh-ı Nasûhî’dir.

Halvetiyye – Şabaniyye yolunun büyüklerinden olan Şeyh Muhammed Nasuhi Efendi ; bir rivayete göre 1648 diğer bir rivayete göre de 1652’de dünyaya gelmiştir.Babası Seyyid nasuhi bin İhtiyareddin bey , annesi ise Afife Hanım’dır. Nasuhi mahlası babasının adına nisbetle verilmiştir. Annesi, Nasuhi Efendi daha iki üç yaşlarındayken vefat etmiştir.

Muhammed Nasuhi‘nin çocukluğu, doğduğu evde geçmiş, aile bir müddet sonra Üsküdar’da Kefçe mahallesine taşınmıştır. Nasuhi, tahsil hayatına bu mahallede başlamıştır. Medrese tahsilinden sonra bir müddet ” Enderun Hümayun” çalışmıştır. Nasuhi , daha çocukluktan gençliğe yeni geçtiği zamanlarda tasavvufa merak sarmış, uzun müddet sufi meclislerinde sohbetler dinlemiş sonunda Atik Valide Tekkesindeki Karabaş-ı Veli hazretlerine intisap etmiştir. Bu intisap şöyle olmuştur ;
Nasuhi hazretleri, Sultan Mehmet camii’nde tahsilde iken Mustafa Efendi, müşarünileyn meziyet ve vasıflarını Karabaş-ı Veli hazretlerine nakl ve ifade etmiş ve bir gün Hazret, ona mülaki olmuştur. Kendisine orada bir hücre tahsis edilmiş, keyfiyet, babası Nasuh Bey’e de bildirilmiştir. Oğlunun kendince maruf olmayan bir zata intisab etmesinin sebebini anlamak üzere, Nasuh bey, Karabaş-ı veli’nin huzuruna girince: ” Gel bakalım, yahu babası oğluyla beraber gelmeli” diye hitap edince Nasuh Bey, Karabaş-ı Veli’nin elini öperek kemal ve meziyetini takdir ederek oğlunun terbiyye-i maneviyesini ona terk etmiştir.

Manevi hayatında büyük bir kabiliyet gösteren ve seyr sülükunu on iki sene hizmetten sonra, genç bir yaşta tamamlayan Şeyh Nasuhi 27 yaşında (1674) hilafete getirilmiştir. Sonrasında mürşidinin emriyle Mudurnu’ya gönderilmiş ve burada Sunullah zaviyesinde on bir sene tekke şeyhliği yapmıştır.Mudurnu halkından pekçok kimse onun sohbetinde bulunarak feyzinden istifâde etti ve birçok talebe yetiştirdi.

Nasuhi Mudurnu’da görev yaptığı sırada (1679) mürşidi Karabaş Veli’nin Limni’ye sürgün edildiğini öğrenmiş ve tahmin 1680 yılında Limni’ye gitmiştir. Şeyhi Karabaş Veli hazretlerini ziyaret ve hizmet amacıyla ada’ya birkaç kez gidip gelmiştir. Nasuhi hazretleri bu ziyaretlerinde o sırada Limni’de sürgün hayatı yaşayan XVII. Asrın büyük mutasavvıflarından Niyazi Mısri‘nin de yakınında ve hizmetinde bulunmuş, Niyazi Mısri hazretlerinden fevkalede etkilenmiştir.

Ada’daki hizmetlerinden sonra Mudurnu’ya dönmüş ve 1685 senesine kadar Mudurnu’da kalmıştır. Şeyh efendi 1685 senesinde yerine Mudurnulu Abdullah Rüşdi‘yi halife bırakarak İstanbul’a dönmüştür.

İstanbul’a geldiği ilk yıllar Üsküdar’daki Çakırcı Hasan Paşa daha sonra da Süleyman Paşa camiilerinden iki sene irşad faaliyetlerinde bulunur. Nasuhi Efendi henüz öğrenciliği sırasında Şeyhi Karabaş veli ile Üsküdar’da geziye çıktığı bir gün Doğancılar Meydanına geldiklerinde ( Şimdiki Nasuhi dergahın olduğu yer) Karabaş veli hazretleri ” Oğlum inşallah burası senin yüzünden mamur ve kıyamete kadar Asitane-i Nasuhi diye meşhur olur” şeklinde dua ve işarette bulunur. Şeyh Nasuhi Mudurnu’dan İstanbul’a geldiğinde bu sözleri ilahi bir emanet kabul ederek Nasuhi Tekkesini kurmaya çalışmıştır.

Bu dergahı yaptırırken Yeniçeri ağası Damat Hasan Paşa ona her türlü maddi ve manevi desteği sağlıyordu. Fakat bu sırada Damar Hasan Paşa’nın Van Muhâfızlığına tâyin edilmesi, destekten mahrum kalmasına sebeb oldu, beş kese altın borç alarak dergâhın inşasını tamamladı. Bu borç sebebi ile bir müddet sıkıntı çektiyse de sonra kurtuldu.

Tamamen Nasuhi Efendinin mülkü olan dergahta, Cuma namazı kılınmaya başladı. 1704 (H.1116) senesinde Veziriazam Damad Hasan Paşa bu dergaha imam, hatib, müezzin, kayyım tayin ettirdi. Diğer ihtiyaçları için de günlük yüz elli akçe tahsisat ayırttı. Ayrıca Hadice Sultan ve Vâlide Atik Sultan vakıflarından bu dergâhın ihtiyaçları için gelir tahsîs edildi. Dergâhta bulunan dervişlerin her türlü ihtiyaçları temin edildiği gibi, dergâha her gün gelen misâfirler ağırlandı.

Nasûhî Efendi, dergâhında pekçok talebe yetiştirdiği gibi, çeşitli câmilerde verdiği vaaz ve nasîhatleriyle onların dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa kavuşmaları için çalıştı. 1705 senesinden itibaren dönemin padişahı III. Ahmed’in isteğiyle Eyyub Sultan camiinde Salı günleri vaaz vermeye başladı. Vefâtına kadar bu mübârek makamda vaaz ve nasihata devam etti. Çok tesirli ve ilgi çekici vaazlarını sayısız kimse uzaktan yakından gelip dinledi. Câmide toplanan kalabalıktan o gün Nasûhî hazretlerinin vâz günü olduğu anlaşılırdı.

1714 senesinde Kastamonu’ya gönderildi. Kastamonu’da bulunduğu sırada da vazifesini sürdürdü. Orada Halvetiyye ve Şâbâniyye yolu büyükleriyle görüşüp sohbet etti. Evliya ve alimlerin kabirlerini ziyâret etti. Bu yolculuğu sırasında oğlu Şeyh Alaeddîn Efendi de yanında bulundu. Kastamonu’dan ayrılacağı sırada büyük velî Şeyh Şâbân-ı Velî hazretlerinin kabrinin bulunduğu türbeye girdi. Kabrinin başında Kur’an-ı kerim okuyup sevabını rûhuna bağışladı.

Şeyh Şâbân-ı Velî hazretlerinin ruhaniyetine teveccüh edip, yönelip ondan istifâde etti. Ona vedâ ettikten sonra hayvanına binerek Ilgaz Dağında türbesi bulunan Benli Sultan diye meşhur olan Şeyh Muhyiddîn Efendinin kabrini ziyârete gitti. Bu ziyâret sırasında yanında Kastamonulu Azizzade Efendi ve Nasûhî hazretlerinin oğlu Alâeddîn Efendi de bulunuyordu.

Nasûhî Efendi, Benli Sultanın kabrini ziyaret etmek için Kastamonulu Azizzade ile birlikte türbenin içine girdi. Oğlu Alâeddîn Efendi ise, kapıda bekliyordu. Biraz sonra Alaeddîn Efendi de türbenin içine girdi. Nasuhi Efendi iki rekat namaz kılıp Kur’an-ı kerim okuduktan ve sevabını Benli Sultanın ruhuna hediye ettikten sonra onun rûhâniyetine teveccüh etti. Bu sırada oğlu Alaeddîn Efendi de gözlerini kapayıp teveccüh ediyordu. Kulağına konuşma sesleri gelmeye başladı. Kendi kendine; “Herhalde babam Azizzade ile konuşuyorlar.” dedi. Fakat gözlerini açıp baktığında ne görsün. Sandukanın üzerinde orta boylu, hafif sakallı bir zât duruyordu. Babası Nasuhi Efendi de o zatla sohbet ediyordu. Onların bu hallerinden ve heybetlerinden hayrete düşen Alaeddîn Efendi, dışarı çıktı. Bir müddet sonra Nasuhî Efendi ve Azizzade Efendi de dışarı çıktılar.

Kastamonu’dan ayrılıp, İstanbul’a gelmek üzere yola çıkan Nasuhi Efendi, bu yolculuk sırasında Mudurnu’ya uğradı. Mudurnu’daki bir halini oğlu Şeyh Alaeddîn Efendi şöyle anlattı: “Babam Nasuhî Efendi, Kastamonu dönüşünde Mudurnu’ya gelip Sunullah Efendinin kabrini ziyâreti sırasında birkaç gün talebelerinden Abdullah Efendiye misâfir oldu. Bir gün işrak namazından sonra istirahat ediyorlardı. Biz de Abdullah Efendi ile sohbet ediyorduk. O sırada iki zât zuhûr edip, selâm verdiler ve yanımıza oturdular. Sarışın, kısa boylu, heybetli kimselerdi. Bir ara bana korku gelip yanlarından kalktım. O zâtlar, Nasuhi Efendi uyanınca yanına gittiler. Şeyh Abdullah Efendi’ye; “Bunlar kimlerdir?” diye sordum. O; “Bunlar Sun’ullah Efendinin talebelerindendirler.” cevâbını verdi. Ben ona; “Sun’ullah Efendi vefât edeli yüz seneye yakın oldu.” deyince, Abdullah Efendi; “Bunlar cinnî tâifesindendir. Tecdîd-i bîat (bîatlarını yenilemek) için geldiler. Hâlen Sun’ullah Efendinin türbesinin penceresi önünde otururlar. Pekçok defâ bunları görenleri gördük.” dedi.

Muhammed Nasuhi Efendi 1718 senesi Şaban ayının son haftası, vaazında; “Bize bir sefer gerekti. Bu makamda son vaazımdır.” buyurarak cemaate veda etti. Dergahlarında da aynı şekilde vedâ etti. Onun bu sözlerini talebeleri herhalde Kastamonu’ya gidip oradaki büyükleri ziyaret edecek diye mânâlandırdılar. O hafta Cumâdan sonra hastalandı. Ramazan ayının ilk günlerindeydi. Bir gece oturduğu evden dışarıya çıkan Nasuhi Efendi, dergahın bahçesinde dolaşıyordu. Onun bahçede dolaştığını gören hanımı, bahçeye çıkarak yanına yaklaştı ve; “Muhterem efendim! Bu gece vakti bu bahçede niçin gezinip durursunuz?” diye sordu. O da; “Allahü teâlâ bilir ama, bu bayramı burada geçireceğiz. Şimdiden kendime yer hazırlıyorum.” buyurdu.Hanımı bu haberi işitince üzüldü ve; “Niçin böyle söyleyip yüreğimizi yakıyorsun.” dedi. Nasuhi hazretleri; “Takdîr-i İlâhî böyledir.” cevâbını verdi. Aradan günler geçti. Ramazân-ı şerîf ayının ortasına geldiğinde, sevenlerini etrafına toplayıp, yerine oğlu Alâeddîn Efendiyi halife tayin etti ve vasiyetini bildirdi.

Muhammed Nasûhî hazretlerinin talebelerinden Şâmî Ahmed Efendi, vefât edeceği gün hocasını ziyâret etti. Mahammed Nasuhî Efendinin hastalığı iyice artmıştı. Şami Ahmed Efendi ona; “Efendim biraz az oruç tutup ilaç kullanırsanız rahatsızlığınız iyileşebilir.” deyince, Nasûhî Efendi; “Oğlum! Cenâb-ı Hakk’ın inâyetiyle otuz senedir farzları değil nâfileleri dahi noksan yapmadım. İnşâallah bu gece dergâh-ı izzete, oruçlu giderim.” buyurdu.

Mahammed Nasûhî hazretleri vefât ettikleri gün ikindi namazından sonra hizmetinde olan dervişlere; “Bu gece Cüneyd-i Bağdâdî, Abdülkâdir-i Geylânî, Molla Hünkâr Celâleddin, Mârûf-i Kerhî, Seyyid Yahyâ Şirvânî, Sultan Şâbân-ı Velî ve hocam Karabaş Veli hazretleri teşrif buyuracaklardır. Onlara hizmette kusur etmeyin.“İftar vaktinde Derviş İbrâhim, Nasûhî hazretlerinin yanından odanın kapısına varıp iki lokma ekmek yedi. Üçüncü lokmayı yerken Nasûhî hazretleri bir defâ; “Hû.” diye seslendi. Derviş İbrâhim ekmeği bırakıp içeri girerken tekrar; “.” diye Allahü teâlânın ismini zikr edip rûhunu teslim etti.

Ramazân-ı şerîf ayının on sekizinci Pazartesi günü iftâr vaktinde vefât etti. Ertesi gün Üsküdar’da Doğancılar Parkının karşısındaki çıkmaz sokağın içindeki dergâhının bitişiğinde defnedildi. Muhammed Nasûhî Efendinin kabrinin üzerine daha sonra türbe inşâ edildi. Taştan yapılmış türbenin önünde mescidin minâresi vardır. Eskiden türbeden mescide bir kapı açılırdı. Türbenin içinde tahta sandukalı on kabir vardır. Ortadaki demir şebekeli sanduka Şeyh Nasûhî Efendinindir. Diğerleri ise Muhammed Nasûhî Efendinin oğulları ile torunlarının ve türbede postnişinlik yapanlarındır. Bâzılarının üstünde isimlerini ve vefât yıllarını gösteren levhalar vardır. Türbenin sağ tarafında dergâhın mescidi vardır. Türbenin üzerinde Şâir Zekâî’nin ta’lik hattıyla yazılmış olan şu iki satırlık manzûmesi bulunmaktadır.

Makâm-ı evliyâdır, menbâ-ı feyz-i fütûhîdir,
Edeple dâhil ol sofî, bu dergâh-ı Nasûhî’dir.

Mânâsı: “Ey derviş! Manevî fetihlerle ilgili feyzlerin kaynağı ve velîler durağı olan bu Nasûhî dergâhına edeple gir.”
[toggle title=Keramet ve Menkıbeleri load=”hide”]Keramet ve Menkıbeleri
Tasavvuf yolunda kutbiyyet, gavsiyyet ve ferdiyyet derecelerine ulaşmış olan Muhammed Nasûhî Efendinin birçok kerâmetleri görüldü.

Sakız Adasını Venedikliler istilâ etmişler, oradaki müslüman halka eziyet ve işkencelerde bulunmuşlardı. Bunlara karşı Mezomorto HüseyinPaşa komutasında bir donanma gönderildi. Bu donanma Sakız’ı almak üzere savaşa girdi. Osmanlı yiğitleri Sakız’da çarpıştıkları bir sırada, Nasûhî Efendi, Üsküdar’daki dergâhında kırk gün süren bir halvete çekildi. Kimsenin olmadığı bir odada Allahü teâlâyı zikreder, oruç tutar, namaz kılar, Kur’ân-ı kerîm okuyarak ibâdet ederdi. Bir gün yakın dostlarına; “Elhamdülillah Sakız Adası ehl-i İslâma nasîb oldu.” buyurdu. Yakın dostları bugünün târihini bir yere kaydettiler. Birkaç gün sonra fetih haberi duyuldu. Aylar sonra Sakız Adasının fethine katılan gâzilerden bâzıları Nasûhî Efendinin dergâhına ziyârete geldiler. Adanın fethi sırasında, Venediklilere karşı elinde kılıç olduğu halde asker kıyâfetinde olmayan pekçok yiğitle birlikte Nasûhî Efendiyi çarpışır gördüklerini söylediler. Adanın fetholunduğu günü bildirdiler. Talebeler daha önce kaydettikleri târihle karşılaştırdıklarında bunun, bildirilen güne rastladığını hayretle müşâhede ettiler.

Muhammed Nasuhi Efendi borçlarını ödemekle meşgul olduğu sırada Mezomorto Hüseyin Paşa konağına dâvet etti. Nasûhî Efendi, Paşanın konağına varınca, Paşa saygıyla ayağa kalkıp kendisine ikrâmda bulundu. Muhammed Nasûhî Efendi, Paşanın bu hareketine hayret etti. Kendi kendine; “Bu ne haldir? Bakalım sonu ne olacak.” dedi. Çünkü Mezomorto Hüseyin Paşa, Nasûhî hazretlerine daha önce yakınlık göstermezdi. Bugünlerde ilgilenmesi onun dikkatini çekti. Hüseyin Paşa, Nasûhî hazretlerine hitâben; “Efendi hazretleri! Bize niçin yabancı gibi bakıyorsun. Sakız önündeki muhârebede bize zaferi müjdeleyen siz değil miydiniz?” dedi. Çünkü Sakız muhârebesi sırasında Nasûhî Efendi, Mezomorto Hüseyin Paşanın bulunduğu kalyona kerâmet olarak gelmiş, zaferi müjdeledikten sonra kaybolmuştu. Sakız muhârebesi sırasında bu müjdeyi veren kimsenin Nasûhî hazretleri olduğunu bilen Hüseyin Paşa, o gece, onu konağında misâfir edip izzet ve ikrâmlarda bulundu. Ertesi sabah dergâh inşâası sebebiyle olan bütün borçlarını ödediği gibi, dergâhının çeşitli ihtiyaçlarını da temin etti. Böylece Nasûhî Efendinin kimseye borcu kalmadı.

Nasûhî Efendi, vâz günlerinden olmayan bir günde Eyyûb Sultan Câmiine gelmişti. Câminin o günkü vâizi, hazırladığı vâza âit notlarını unutmuştu. Durumu Nasûhî Efendiye bildirdi. Nasûhî Efendi de hazırlıksız olmasına rağmen kürsüye çıktı. “Bana bir kitap veriniz.” dedi. Orada bulunanlar bir şiir kitabı verdiler. Nasûhî Efendi o kitaptan bir şiir okuyarak vâza başladı. Bugünkü vâzı diğerlerinden daha hoş olup, dinleyenler çok memnun kaldılar. Nasûhî Efendinin o kitaptan okuduğu kıt’a şudur:
Gönül ki sînede sensiz garîb imiş cânâ
Vatanda âşıka kûyün habîb imiş cânâ
Gamınla mihnete salmışdı rûzigâr beni
Yine cemâlini görmek nasîb imiş cânâ.

ARZU EDEN GELSİN

Muhammed Nasûhî Efendi, bir ara üç gün müddetle sevenlerinden birinin dâveti üzerine hava değişikliği için Çamlıca civârındaki Bulgurlu’ya gitti. Bulgurlu’ya gelişlerinin ilk gecesi, gece yarısından sonra teheccüd namazını kıldıktan sonra yanında bulunanlara; “Bize bugün Üsküdar’a gitmek gerekiyor. Hizmeti yerine getirdikten sonra inşâallah yine geliriz. Arzu eden bizimle gelebilir.” buyurdu. Sabah namazını kıldıktan sonra Üsküdar’a gelmek üzere yola çıktı.Yolda karşısından derviş kıyâfetli biri geldi ve; “Ben duâcınız da efendime gidiyordum. Dergâhınıza vardım. Efendim hazretleri (yâni siz) Bulgurlu’dadır.” dediler. Çok şükür efendime burada kavuştum. Size gelişimin sebebi, Üsküdar’da Bülbülderesi denilen yerdeki bir mağarada, Nakşibendiyye yolu mensuplarından Şâh Haydar adında bir zât vardı. Bu zât kimsenin işine karışmayan, haram işlememek için insanlardan uzak yaşamaya gayret eden biriydi.Ömrünün sonuna doğru bana; “Artık dünyâ hayâtım bitmek üzeredir. Vefât ettiğimde cenâzemi yıkamak, namazımı kılmak, kabre koymak ve telkînimi vermek üzere Nasûhî hazretlerinin vekil olmasını istirhâm ediyorum. Bu vasiyetimi unutma ve başkaları yapmak isterlerse mâni ol. Vefâtımı ve vasiyetimi ona bildirmene lüzum yok. Ona Allahü teâlâ bildirir.” buyurdu.Lâkin duâcınız işgüzârlık yapıp kendiliğimden geldim. Bu gecenin son üçte birinde vefât etti.” dedi. Nasûhî hazretlerinin yanında bulunan talebeleri, onun bir kerâmetini daha gördüler. Vefât eden zâtın dediği gibi oldu. Nasûhî hazretleri talebeleriyle birlikte Bülbülderesine geldi. Kabrini kazdırdı.Cenâzesini yıkadı. Namazını kılıp, kabre koydu ve telkînini verdi.

ACELE TÖVBE ET

Sarayda vazîfeli Mehmed Ağa anlattı: “Sarayda, Enderûndan yetişmiş bir ağa, Üsküdar’daki konağında oturuyordu. Ben de önceleri onun konağında vazîfeliydim. O günlerde, Doğancılar’da Nasûhî Efendinin vefât ettiği duyuldu.Cenâze namazı kılınmak üzere câmiye götürülüyordu.Talebeleri mübârek tabutu omuzlarına almışlar, gözyaşları arasında ağanın evi önünden geçerken, ağa, kalabalığı görmeyeyim diye pencerelerin perdelerini kapattı. Çünkü Nasûhî hazretlerinin büyüklüğüne inanmazdı. Ağa, o gece rüyâsında büyük bir kalabalığın Pâdişâh Sultan Ahmed Hanı beklediğini gördü. Halk, yolun kenarlarına dizilmişlerdi. Öyle ki, çarşının aşağı başından Ahmediye Câmiine kadar yollar doluydu. Herkes heyecanla bekleşiyordu. Bâzılarına niçin beklediklerini sorduğunda, onlar; “Pâdişâhımız, Nasûhî Efendi hazretlerini ziyârete gelecek. Onun gelmesini bekliyoruz.” dediler. Bu sırada Nasûhî Efendi, Pâdişâhın geleceği istikâmete doğru, beyaz bir at üstünde göründü. Etrafında talebeleri vardı. Nasûhî Efendi, Ağanın önünden geçerken durdu. Ona dönüp; “Allahü teâlânın sevdiği kulları sevmeyenler, helâk olur. Bu düşmanlık, onların perişân olmalarına kâfidir. Sen acele tövbe et ki, kurtulasın!” buyurdu. O sırada uyanan Ağa, sıkıntıdan ter içinde kaldığını gördü. Hemen tövbe edip, abdest aldı. İki rekat namaz kılıp Kur’ân-ı kerîm okudu. SevaplarınıNasûhî hazretlerinin rûhuna bağışladı. Bir müddet durdu. Hiç âdeti olmadığı halde dışarı çıkıp tek başına sokak kapısını açtı ve yola çıktı. Hanımı onun alışılmamış bu hâli sebebiyle beni (Karakulak Mehmed Ağayı) çağırdı. Ağa nereye gidiyor acabâ tâkib et dedi. Ben de ağanın arkasınca gittim. Ağa Doğancılar’a geldi. Nasûhî Efendinin dergâhına girdi. Ben de varıp bir köşeye gizlendim. Ağanın hareketlerini tâkib ettim. Sabah namazını kıldıktan sonra, Nasûhî hazretlerinin türbesine girdi. Kabr-i şerîfinin başında bir mikdar durduktan sonra, Kur’ân-ı kerîm okudu. Oradan çıkarak evine döndü. Ben de geri dönüp gördüklerimi hanımına anlattım. Hanımı Ağaya, bilmiyormuş gibi gece nereye gittiğini sordu. Gittiği yeri ve gidiş sebebini anlattırdı. Hanımı Ağadan dinlediklerini daha sonra bana nakletti.”

Bu zamandan sonra, Nasûhî hazretlerinin sevenlerinden olan Ağa, dergâhının devamlılarından oldu.
,
Sâlih Efendizâde Feyzullah Efendi çocuk iken hastalanmış, bir şey yiyip içmeden dalgın halde yatıyordu. Nasûhî Efendi, Burnaz Hasan Ağaya; “Sâlih’e gidelim, Sâlih’in oğlu hasta olup perişan bir halde yatmaktadır.” dedi. Yanlarına aldıkları bir-iki kimseyle birlikte Sâlih Efendinin evine geldiler. Dalgın bir halde yatan Feyzullah Efendinin başucuna yaklaşıp ellerini alnına koydu ve; “Feyzullah’ım, Feyzullah’ım.” diyerek yüzünü okşarken Feyzullah Efendi gözlerini açtı. Gördü ki, mübârek elleriyle kendisini okşuyordu. Feyzullah Efendi, Nasûhî Efendinin ellerini öptü. O saatte üzerindeki ağırlık ve rahatsızlık gitti.

Draman Dergâhı şeyhi olan Îsâ Efendinin kızı hastalanmıştı. Hastalık o dereceye ulaşmıştı ki, etrâfında bulunanlar ondan ümit kesmişlerdi. Îsâ Efendi de tam bir ümitsizliğe düşmüştü. Bir an Nasûhî Efendi ile kardeşlik derecesinde sevgileri olduğunu düşünüp, evlâd-ı mânevîsî olanZâkir AhmedEfendiyi Üsküdar’a gönderdi. Zâkir Ahmed Efendiye; “Nasûhî Efendi hazretlerine git, selâmımı söyleyip hâlimi arzet. Ömrümün meyvesi biricik kızım çok hastadır. Kardeşliğini bugün için beklerim. Himmet buyurup kızımın sıhhate kavuşması için Allahü teâlâya yalvarıp duâ etmelerini istiyorum.” dedi. Zâkir Ahmed Efendi hemen Üsküdar’a gidip Nasûhî Efendi hazretlerinin dergâhına vardı. Huzurlarına çıkıp ellerini öptükten sonra geliş maksadını arzetti. Nasûhî Efendi bir mikdâr durakladıktan sonra; “Îsâ Efendiye selâm söyle. Cenâb-ı Hak kerîmdir, bağışlar. Çok üzülmesinler.” buyurdu ve müjde verdi. Ahmed Efendi, Îsâ Efendinin dergâhına döndüğü zaman, selâm verip içeri girdi. Ona hastanın kalkıp çorba içtiğini ve biraz kendisine geldiğini söylediler. Ahmed Efendi, Nasûhî Efendi hazretlerinin selâmını tebliğ edip, müjdelerini bildirdi. Îsâ Efendinin kızı kendisinin sıhhate kavuştuğu kanâatine vardı. Dergâhta bir bayram havası vardı ve herkes seviniyordu. Bu sırada, Nasûhî Efendinin ergenlik çağına ulaşmış olan kızı hastalandı. Kendisine haber verdiklerinde; “Onun için gerekli hazırlıkları yapın, vefât edecektir.” buyurdu. Techiz ve kefeni hazırlanıp diğer hazırlıkları yapıldı. O gece kızı vefât etti. Ertesi günü defnedildi.

Lodosun şiddetle estiği fırtınalı bir günde talebeleri Nasûhî Efendiyi ziyârete gittiler. Bir miktar sohbet ettikten sonra, Harem İskelesine doğru geldiler. Sonra Nasûhî Efendi; “Harem’den Galata’ya cenâze namazına kim gider?” dedi. Orada bulunanlar; “Ey Sultanımız! Bu fırtınalı havada karşıya geçmek mümkün müdür?” dediklerinde; “Aslına sonra vâkıf olursunuz. Sevâba ihtiyâcı olan gider.” buyurdu. İki ihtiyar kimse ile gitmeye karar verdiler. Talebeleri de Aşağı Çınar’a kadar berâber gidiyorlardı. Hacı Paşa Hamamı önünde bir mevlevî dervişi zuhûr etti. Gelerek Nasûhî hazretlerinin elini öptü. Derviş konuşmaya başlamadan önce Nasûhî Efendi; “Fasîh Dede ne zaman vefât etti.” diye sordu. Derviş; “Bu gece yarısından önce Derviş Osman’ı odasına çağırıp; “Bu gece yolcu olsak gerektir. Lâkin beni Şeyh Nasûhî gasl etsin (yıkasın). Namazımı dahi onlar kıldırsınlar.” diye vasiyet eyledi ve iki saat geçtikten sonra vefât etti. Biz sabah namazını kıldıktan sonra Derviş Osman beni çağırıp denizde fırtına var. Lâkin elbette Fasîh Dedenin söylediklerinde bir hikmet vardır. Buradan bir kayığa bin, İstanbul’a (Eminönü’ne) var. İstanbul’dan büyük bir kayık bulup git, Nasûhî Efendi hazretlerine durumu haber ver. Elbette onlara dahi malûm olmuştur. İcâbet buyururlar diye, Sultanım hazretlerine ben kölenizi gönderdi. Ben büyük bir kayık getirdim. Şimdi Şemsipaşa’dadır.” dedi. Nasûhî Efendi talebeleriyle birlikte Şemsipaşa’ya kadar yürüdüler. Orada bekleyen kayığa bindiler. Talebeleri hocalarının sözündeki hikmeti anladılar ve bir kerâmetine daha şâhid oldular.

Nasûhî Efendinin sevenlerinden Şâmî Ahmed Efendinin bir kız çocuğu olmuştu. Hanımıyla konuşup çocuğun ismini Fâtıma koymaya karar verdiler. Bu sırada Nasûhî Efendinin, Ahmed Efendinin evine gelmekte olduğunu gördüler. Ev sâhibi kapıya çıkıp onu hürmetle karşıladı, ellerini öptükten sonra içeriye dâvet etti. Nasûhî hazretleri başkaları hiçbir şey konuşmadan; “Oğlum biz sizin kızınıza isim koymak için geldik.” buyurdu. Ahmed Efendi çocuğun annesinin yanına girip durumu anlattı. Çocuğun annesi; “Biz kendi aramızda Fâtıma ismini koymayı kararlaştırmıştık ama, bunda da bir hikmet var. Nasûhî hazretlerinin verdiği isim olsun.” dedi. Çocuğu Nasûhî Efendinin kucağına verdiler. Kimseye hiçbir şey söylemeden sağ kulağına ezan, sol kulağına ikâmet okuduktan sonra, çocuğa Fâtıma ismini verdi. Orada bulunanlara da buyurdu ki: “Allahü teâlâ bilir ama sizin gönlünüzden de Fâtıma ismi koymak geçiyordu.” buyurdu. Çocuğun babası ve yanındakiler Nasûhî hazretlerinin kerâmetini görüp büyük bir velî olduğunu anladılar.

Abdülkerîm Dede, Canbazlar Kethüdâsı İbrâhim Ağa ve Nasûhîzâde Ahmed Efendi anlattılar:

“Bir gün dergâha elinde bavulu ile biri geldi.Bavulunu emânete verip, bize Nasûhî hazretlerinin türbesini sordu. Biz de; “Yorgunsun, birazcık dinlen, sonra ziyâret edersin.” dedik. Fakat o; “Önce ziyâret edeyim sonra dinlenirim.” cevâbını verdi. Bunun üzerine türbeyi gösterdik. O gidip kabrin başında bir müddet Kur’ân-ı kerîm okudu. Ziyâretten sonra yanımıza gelip oturdu ve şöyle anlatmaya başladı: “Bu fakîr, seyahatim esnâsında bir vilâyete uğradım. Birisine; “Burada talebelerin, gariplerin kaldığı bir dergâh var mıdır?” diye sordum. O da; “Filân yerde bir dergâh var. Aradığını orada bulabilirsin.” dedi. Oraya gidip misâfir oldum. Dergâhın idâresini yapan, mübârek kâmil bir zât imiş. Onunla tanıştık, o gece berâber sabaha kadar sohbet ettik. Bana seyahatimin sebebini ve nereye gideceğimi sordu. Ben de anlattım ve İstanbul’a gideceğimi bildirdim. Bana; “Oğlum, bir ricâda bulunsam acabâ yerine getirebilir misin?” dedi. “Elbette gücüm yeterse yaparım, emrediniz.” dedim. O da; “İstanbul’a gitmek için, Üsküdar’dan geçmen lâzım. Üsküdar’ın Doğancılar semtinde Nasûhî hazretlerinin türbesi vardır. Oraya uğradığında bizim hürmetimizi bildirip, mübârek rûhuna Yâsîn-i şerîf, üç İhlâs ve bir Fâtiha okuyup sevâbını hediye eder misin?” dedi. “Peki, inşâallah emrinizi yerine getiririm.” dedim. Sonra ona; “Efendim! İstanbul’da pek büyük velîler, âlimler olduğu hâlde, niçin önce Nasûhî Efendiye gitmemi arzu ettiniz?” diye sormaktan kendimi alamadım. O da: “Babam Kâdiriyye yolunda olgun bir velî idi. O hayatta iken kıymetini bilemeyip nefsimin hevâsı peşinde koştum. O vefât ettikten sonra da huzûrum iyice kaçtı. Birgün babamın yerine bakan halîfesi bana; “Ey mübârek hocamın yâdigârı! Kıymetli ömrünüzü böyle geçirip giderseniz sonunuz hüsrân olur. Mübârek hocamızın bize bir emânetisiniz. Zararın neresinden dönerseniz kârdır. Geç de olsa bir medreseye gidip ilim tahsîl etseniz, bir velî kulun hizmetine girip kalb ilimlerini öğrenip buraya gelseniz ve babanızın yerine geçseniz ne güzel olur. Size elimizden geldiği kadar yardımcı oluruz. Size yakışan budur.” dedi. “Peki, nereye gideyim.” diye sorduğumda da; “Edirne’de tanıdığım âlimler var. Oraya gidebilirsin.” deyince, hazırlığa başladım. İhtiyaçlarımı tedârik edip yola çıktım. Yolculuk uzun ve yorucu oluyordu. Vakti gelince namazlarımı kılıyor, akşamları da uygun yerlerde uyuyup dinleniyordum. Bir gün dinlendiğim bir handa, önümüzdeki yolu eşkıyâların kestiğini, geçenleri soyduklarını söylediler. Ben onların bu sözlerine aldırmayıp Allahü teâlâya tevekkül ederek yoluma devâm ettim. Yol kesicilerin bulunduğu mahalle yaklaştım. Karşı tepenin üzerinde hareket eden bâzı karartılar görülüyordu. Belli ki onlardı. Gitsem mi, gitmesem mi diye tereddüd içinde yürürken, karşıdan siyah bir at üzerinde nûr yüzlü, sakallı ve heybetli bir zât göründü. Yanıma geldiğinde; “Evlâd! Korkma, gel benimle.” diyerek geri döndü. Peşinden yürümeğe başladım. Eşkıyânın bulunduğu yerden geçtikten sonra bana dönerek; “Bundan ötesi selâmettir. Yolun açık olsun, Allahü teâlâ yardımcın olsun.” dedi ve kayboldu. Cenâb-ı Hak, ilim öğrenmek niyetimin bereketiyle, beni eşkıyânın şerrinden bu tanımadığım mübârek zâtın vesîlesiyle kurtarmıştı.

Uzun yolculuktan sonra Üsküdar’a geldim. Oradan İstanbul’a sonra da Edirne’ye gidecektim. Üsküdar’da yürürken iki kimse yanıma sokuldu; “Ey efendi! Seni üstâdımız dergâhına dâvet ediyor. Lütfen oraya buyurunuz.” dedi. Beni burada kimse tanımazdı. Üstelik benim de tanıdığım bir kimse yoktu. Yine Rabbimize tevekkül edip; “Peki geleyim.” diyerek peşlerine düştüm. Dergâha geldik. Dinlenmemi söylediler. “Beni huzûruna dâvet eden üstâdınızla görüşeyim.” dediğimde; “Üzülme, vakti gelince o sizi çağırır, görüşürsünüz.” dediler. O gece sabaha kadar uyuyamadım. Kur’ân-ı kerîm okuyup, namaz kıldım. Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Bana ilim, amel ve ihlâs ihsân eyle.” diye çok yalvardım. Sabah namazını kıldıktan sonra bana; “Şeyhimiz seni huzûruna bekliyor.” dediler. İçeri girdiğimde, beni eşkıyânın elinden kurtaran o nûr yüzlü zât karşımda duruyor, bana tebessüm ediyordu. Hayretimden dona kalmışım. Aklım başıma geldiğinde hemen eğilip elini öptüm. Sonra da; “Muhterem efendim! Tehlikeye girdiğimde hayâtımın kurtulmasına sebeb oldunuz.” derken, sözümü kesti ve; “Oğul! Ne garip kelâm edersin. Seninle ilk defâ karşılaşıyoruz. Orada senin gördüğün kimse bu vücûd değildir. Cenâb-ı Hak meleklerinden birini benim sûretimde oraya gönderip, seni tehlikeden kurtarmış.” diyerek hâllerini gizledi. Üç gün dergâhta kalıp istirahat etmemi emretti. Dışarı çıktıktan sonra, bu zâtın kim olduğunu sordum. Nasûhî Efendi olduğunu söylediler. Üç gün cana can katan, kalb hastalıklarına şifâ olan sohbetleriyle şereflendim. Bereketli teveccühleri ile kalbim aydınlandı, haller sâhibi oldum. Üç gün sonra huzûruna çıktığımda buyurdular ki: “Evlâdım! Şimdi memleketine geri dön. Pederinin dergâhında makâmına otur. Bu yolun âdâbına uyarak talebeleri yetiştirmeye çalış. Silsile-i aliyye büyüklerinin rûhâniyetleri seni terbiye ederler. O zaman yüksek haller, zevkler sâhibi olursun. Sana duâ ediyorum. Başın dara düştüğü zaman bizi hatırla.” Bu sözleri can kulağımla dinledim. Mübârek ellerini öptükten sonra vedâlaştım. Memleketime gelip, gördüğün gibi burada talebelerin başında, onlara yardımcı olmaya çalışıyorum. İşte yukarıda anlattığım sebeplerden dolayı Nasûhî Efendiyi ziyâret edip okumanı istedim.” dedi.”
[/toggle]

İlimde ve fazîlette yüksek bir zat olan Muhammed Nasuhi hazretleri, güzel ahlâk sahibiydi. Riyâzet, nefsin istediklerini yapmamak ve mücâhede, nefsin istemediklerini yapmak sûretiyle Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya çalışırdı. Uzun müddet halvette kalırdı. Recep ayının başında halvete girip, Ramazân-ı şerîf bayramında halvetten çıkardı. İki erbaîn (kırk gün) ve bir îtikâf müddeti (on gün) halvette kalırdı. 1696 (H. 1108) senesinde on erbaîn müddeti yâni dört yüz gün müddetle erbâinde kalmıştı. Ramazan ayının son on günündeki îtikâfdan başka olan halvet ve erbaînlerinde yirmi dört saatte bir yemek yerdi. Yağlı ve tuzlu yiyeceklerden sakınırdı.Yediği tuzsuz çorba ve tuzsuz ekmeğin hepsi otuz dirheme (yaklaşık 150 gr) ulaşmazdı. Erbain ve halvetlerde oruçlu olduğu gibi, diğer zamanlarda Pazartesi ve Perşembe günleri ve Arabî ayların 13, 14 ve 15. günlerinde oruç tutardı. Her gün evvabîn, tesbih, teheccüd, işrak ve duhâ namazlarını devamlı kılardı. Halvet ve erbainlerde Peygamber efendimizin rûhuna bir Fâtiha üç İhlâs okurdu. Diğer peygamberlerin, dört halîfenin, Aşere-i mübeşşerenin diğer Eshâb-ı kirâmın, müctehid imâmların, tasavvuf büyüklerinin de ruhlarına üç İhlâs bir Fâtiha okurdu. Özellikle Hasan-ı Basrî, Cüneyd-i Bağdâdî, Seyyid Yahyâ Şirvânî, Sultan Şâbân-ı Velî, pîri ve mürşîdi Karabaş Ali Efendinin ruhları için okur, her birinin rûhu için ayrı ayrı duâ ederdi.

Nasûhî Efendinin, Ali Alâeddîn Efendi, Fadlullah Efendi, Fahreddîn Muhammed Efendi isimli oğullarından nesli devâm etmiştir. Fadlullah Efendinin kızının oğlu İbrâhim Affet Efendinin neslinden Nasûhîzâdeler diye ulemâdan bir âile devâm etmiştir.

Nasûhî Efendinin tasavvufta tâkib ettiği yola kendisinden sonra gelen talebeleri ve sevenleri tarafından Nasûhiyye adı verildi.

Nasûhî Efendinin tasavvuftaki yolu olan Nasûhiyye yolunu devâm ettiren halîfeleri ise şunlardır:

1) Oğlu Şeyh Alâeddîn Efendi. 2) Şâbân Efendi. 3) Şâbân Efendinin oğlu Mustafa Efendi. 4) Konurapa şeyhi Muhammed Efendi. 5) Mudurnu şeyhi Muhammed Efendi. 6) Serezli el-Hac Ömer Dede. 7) Mudurnu şeyhi Abdullah Reşîd Efendi. 8) Ankara şeyhi Derviş Hasan Efendi. 9) Arâkiyeci Mustafa Dede. Bunlar Nasûhî hazretlerinin icâzetli halîfeleridir. Vazîfe verilmemiş olan pekçok talebesi vardı.

Nasûhî Muhammed Efendinin belli başlı eserleri şunlardır:

1) Tefsîr-i Şerîf: On cildlik bir eserdir. 2) Risâletü’l-Fahriyye, 3) Risâletü’r-Rüşdiyye, 4) Risâletü’l-Velediyye, 5) Şuabü’l-Îmân, 6) Şerh-i Gazel-i Niyâzî-i Mısrî.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]1) Vekâyiü’l-Füdelâ; c.2, s.432
2) Sicilli Osmânî; c.4, s.557
3) Mu’cemü’l-Müellifîn; c.12, s.80
4) Esmâü’l-Müellifîn; c.2, s.314
5) Sefînetü’l-Evliyâ; c.4, s.31
6) Tezkire-i Sâlim; s.669
7) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.176
8) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1129
9) Îzâhü’l-Meknûn; c.2, s.438
10) Üsküdar Târihi; s.239, 373
11) Menâkıb-ı Nasûh-i Üsküdârî
12) Üsküdarlı Muhammed Nasuhi ve Divani – Mustafa Tatcı – Kaknüs yayınları

[/toggle]

Mehmet Emin Tokadi (k.s.)

Mehmed Emin Tokadi hazretlerinin türbesi ; İstanbul -Unkapanında Zeyrek Yokuşunda dır.

” Benim vefatımdan sonra kabrime gelip bir fatiha okuyanın vücudu cehennem ateşinde yanmasın ”

İstanbul evliyâsının büyüklerinden. İsmi Mehmed Emin bin Hasan bin Ömer Nakkâş Tokâdî, lakabı Cemâleddîn, künyesi Ebü’l-Emâne ve Ebû Mansûr’dur. Aziz Mahmûd Ermevî dervişlerinden bir zâtın oğludur. 1664 (H.1075) târihinde Tokat’ta doğdu. 1745 (H.1158) târihinde İstanbul’da vefât etti. Kabr-i şerîfi, Unkapanı’na inen cadde ile Zeyrek Yokuşunun kesiştiği tepe üzerinde, Soğukkuyu Pîrî Paşa Medresesi kabristanındadır. Kendisini vesîle ederek, kabri başında yapılan duâ müstecâbdır, makbûldür. Tanıyıp sevenler kabrini ziyâret ederek feyz almakta, murâdlarına kavuşmaktadırlar.

Mehmed Emîn Efendi, ilim tahsîline memleketinde başlayıp, bir müddet ilim öğrendikten sonra, 1698 senesinde İstanbul’a geldi. Şeyhülislâm Mirzâzâde Muhammed Efendiden uzun müddet ders alıp, ilim öğrendi ve çok iyi yetişti. SonraMekke’de Ahmed Yekdest Cüryânî hazretlerinden tasavvuf ilmini öğrenip, tasavvufda talebe yetiştirebilecek duruma geldi. İkinci Hicaz seferinde hadîs âlimlerinden Ahmed Nahlî’den hadîs ilmini öğrenip icâzet aldı. Ayrıca İstanbul’a ilk geldiğinde, ilim tahsili sırasında, hat yâni yazı sanatını Yedikuleli hattat Abdullah Efendiden öğrendi. Değişik hat çeşitlerinde mahâret sâhibiydi.

Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri, İstanbul’a ilk geldiğinde, birkaç ay Pîrî Paşa Medresesinde ikâmet etti. Bu sırada Başrûznâmeci (Günlük gelir ve masrafların defterini tutan, ayniyât kaydı amiri) Ali Efendi adında bir zâtın oğluna ders vermeye başladı. Ayrıca kendisine Reîs-ül-Küttâb (Hâriciye vekili) makâmının yazı işlerinde kâtiplik vazifesi de verildi. Bu vazifede iken Başrûznâmeci Ali Efendi, kendi evinde bir yer ayırıp, kalması için dâvet etti. Bunun üzerine Rûznâmeci Ali Efendinin evinde kalmaya başladı. Hem kaldığı bu evde, hem de Şehzâde Câmiinde talebelere ders vermeğe başladı. İstanbul’da bulunan meşhûr âilelere mensûb kimseler de onun derslerine devâm etti. Ali İzzet Paşa ve Yeğen Muhammed Paşa bunlardandır. Etrâfında çok talebe toplandı. Üstün ve olgun hâllerini görenler, ona; “Ârif-i Muhlisi” lakabını verdiler.

Kâtiplik vazifesine ve talebelere ders vermeye bir müddet devâm ettikten sonra, Başrûznâmeci Ali Efendinin, 1702 senesinde vazifeli olarak Edirne’ye gönderilmesi üzerine, onunla birlikte Edirne’ye gitti. Orada ileri gelen birçok kimseyle görüşüp sohbet etti. Edirne’de bulundukları sırada, ders vermekte olduğu Başrûznâmeci Ali Efendinin oğlu vefât etti. Bunun üzerine ders vermekten vazgeçerek, bulunduğu vazifeden de ayrılıp, hacca gitmeğe karar verdi. Karar verdiği günün sabâhı, Edirne’deSaraçhâne yakınındaki çalıştığı dâiresine gitmek üzere evden çıkmıştı. Yolu meşhûr Kâdirî şeyhi ve büyük bir zât olanKasabzâde Muhammed Efendinin dergâhına uğradı. Oraya yaklaşınca, Muhammed Efendinin oğlu Abdülkâdir Efendinin, dergâhın önünde beklediğini gördü. Abdülkâdir Efendi, yanına yaklaşıp; “Babam sizi dergâhta bekliyor, buyursun bir kahve içelim diyor.” dedi. Bu dâvet üzerine Kasabzâde Muhammed Efendinin yanına gidip elini öptü. O da; “Safâ geldiniz Hacı Emîn Efendi.” dedi ve elinden tutup odasına götürdü. Oturup sohbete başladıkları sırada, Mehmed Emîn Efendi; “Elhamdülillah bizi hacc-ı şerîf ile müjdelediniz.” deyince, Muhammed Efendi; “Evet, siz bu gece hacca gitmeye niyet ettiniz biz de tebrik ettik.” deyip sohbete başladı. Sohbet sırasında Mehmed Emîn Efendiye, fıtraten yüksek bir kâbiliyete sâhib olduğunu ve çok büyük nîmetlere kavuşacağını müjdeledi. Mekke’ye varınca, evliyânın büyüklerinden İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğlu Muhammed Ma’sûm Fârûkî hazretlerinin yetiştirdiği yedi bin büyük evliyâdan biri olan Ahmed Yekdest Cüryânî’nin huzûruna gitmesini, kendisinin de selâmını ve hürmetlerini arzederek, onun talebesi olmasını tavsiye etti.

Mehmed Emîn Efendi, bu zâtın yanından ayrıldıktan sonra,Başrûznâmeci Ali Efendiye de gidip hacca gideceğini söyledi.Ali Efendi memnun olup, ona yolda harcaması için bir miktar para verdi. Mehmed Emîn Efendi, bundan sonra birkaç gün içinde bütün dostlarıyla vedâlaşıp, İstanbul’a gitmek üzere yola çıktı. İstanbul’a ulaşınca, hacıları götürecek gemiye bindi. On günde Kâhire’ye vardı. Oradan da bir kâfile ile Mekke’ye hareket etti. Mehmed Emîn Efendinin, hayâtının önemli bir safhası, Mekke’ye bu ilk gidişi ile başladı. Çünkü, orada madde ve mânâ ilimlerinde yükselmiş, büyük rehber ve zamânının en kıymetli âlimlerinden biri olan Ahmed Yekdest Cüryânî’yi tanıyıp, ona talebe oldu.Derslerine ve sohbetine üç yıl devâm edip, kemâle ulaştı. Bu hususta o zâttan icâzet, diploma aldı.

Hayâtında önemli bir dönüm noktası olan bu hocasıyla tanışmasını bizzat kendisi şöyle anlatır: “Mekke’ye varınca, ilk gün, Kâbe’yi tavâf ve ziyâretle geçti. Ertesi gün sabah namazını Harem-i şerîfde (Kâbe’nin yanında) kıldıktan sonra dışarı çıkacağım sırada, Harem-i şerîfin bir köşesinde otuza yakın kimsenin bir halka hâlinde oturduklarını gördüm. Niçin böyle halka olmuşlar acabâ, ders için hocalarını mı bekliyorlar diyerek yanlarına yaklaşıp oturdum. Hepsinin başlarını eğip edeble oturduklarını gördüm. Ben de oturup başımı eğerek bekledim. Bir ara başımı kaldırıp baktığımda, halkanın ortasında duran bir zâtı karşımda gördüm. Dikkatle bana bakıyordu. Bakışlarından ve heybetinden ürperip başımı eğip gözlerimi yumdum. Bir müddet daha öyle durduktan sonra yine dikkatle bana baktığını gördüm. Sonra o zât ellerini kaldırıp duâ etti. Duâdan sonra Fâtiha okundu ve herkes kalkıp dağılmağa başladı. Ben de kalkıp giderken o mübârek zât bana yaklaştı, yanıma gelip selâm verdi ve; “Hoş geldin Emîn Efendi.” dedi. Hâlimi hatırımı sordu. Sonra beni yanına alıp, Harem-i şerîfin yakınında bulunan evine götürdü. İçeri girip oturduktan biraz sonra hizmetçisi sofrayı kurdu. Sofrada sıcak bir ekmek ve fincan içinde içecek bir şey vardı. O mübârek zât ellerini ekmeğe uzatınca, bir elinin bileğinden kesik olduğunu gördüm. Hemen Edirne’deki Şeyh Muhammed Efendinin tavsiyesi aklıma geldi ve bahsettiğinin bu mübârek zât olduğunu anladım. Fakat o anda selâmını söylemeyi unutmuşum. Yemekten sonra yolculuğumdan, geçip geldiğim yerlerden sorup cevap aldıktan sonra; “Edirne’de size emânet edilen şeyi unuttunuz” buyurdu. Hemen Edirne’deki Muhammed Efendinin selâmını hatırladım ve söyledim. O da muhabbet ve sürûr içinde selâmı aldı. Artık beni talebeliğe kabûl edip, ders vermeye başladı ve Allahü teâlânın ismini zikretmemi söyledi. Sonra da şu beyti okudu:

Otuz kırk yıl geçince eylemiş tahkîk Hâkânî
Ki bir dem Hakkı zikretmek değer mülk-i Süleymânı.

Bundan sonra dille anlatılmaz hâllere ve nîmetlere kavuştum. Fârisî bildiğim için, ekseriyetle Fârisî kelimelerle konuşurdu. Benden iki sene önce huzûruna gelen Tatar Ahmed Efendi adında bir zât ona hizmet etmekteydi. Ben huzûruna kavuşunca, Tatar Ahmed Efendiyi Medîne’de bulunan ve orada insanlara rehberlik yapan talebesi Abdürrahîm Buhârî’nin hizmetine gönderdi. Sonra benim İstanbul’a döneceğim sırada, Tatar Ahmed Efendiyi tekrar Mekke’ye çağırıp, icâzet verip, Anadolu’ya insanları irşâd için gönderdi.

1702 senesi hac mevsiminden, 1705 senesi hac mevsimine kadar, üç sene, Ahmed Yekdest Cüryânî hazretlerinin hizmetinde, derslerinde ve sohbetlerinde bulundum. Nihâyet 1705 senesinde hacıların dönmesi sırasında, hocamın izni üzerine İstanbul’a döndüm.” (Bkz. Ahmed Yekdest Cüryânî)

Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri, hocası Ahmed Yekdest hazretlerinin sohbetlerinde yetişip, tasavvufda yüksek derecelere ulaştıktan sonra İstanbul’a dönünce, hocasının talebelerinden Muhammed Kumul Efendinin evine yerleşti ve İstanbul’da beş sene daha kaldı. Bu sırada Nakşibendî, Kâdirî, Şâzilî, Şettârî yollarında yetişmiş bulunuyordu. İstanbul’da kaldığı bu beş sene müddetince Şehzâde Câmiinde ve Sultan Mahmûd Câmiinde talebelere ders verdi. Nakşibendiyye yolunun büyüklerinden Muhammed Kumul Efendi, Mevlânâ Hâce Ziyâüddîn, Halvetî büyüklerinden Mevlânâ Şeyh Îsâ-yı Mahvî ve Sünbüliyye meşhûrlarından Seyyid Nûreddîn Sünbülî ile sohbet etti. Sonra Muhammed Kumul Efendi ile önce Habeş eyâletine sonra Kudüs’e gitti. Oradan da Mekke ve Medîne’ye gitti. Bu esnâda hocası Ahmed-i Yekdest hazretleri vefât etmiş ve dört sene geçmiş idi.

Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri altı sene süren bu seferi esnâsında, Kudüs’te Ahmed Nahlî’den hadîs ilminde icâzet aldı. Medîne-i münevverede Abdürrahîm Buharî ve Beşîr Ağa ile sohbetlerde bulundu. Ayrıca Şeyh Ahmed el-Benâî Dimyâtî’den, Mevlânâ Hüseyin Alemî er-Rufâî’den de hadîs rivâyeti icâzeti aldı. Remle şehrinde Kutbülebdâl Şeyh Cumâ hazretleri ile de sohbette bulundu. 1717 senesinde Hicaz’dan İstanbul’a döndü. İstanbul’a dönünce, Muhammed Kumul Efendinin evinde üç sene daha ikâmet etti. Bundan sonra Muhammed Kumul Efendinin vefâtı üzerine Filyokuşu’nda bir ev kirâladı ve evlenip orada oturdu. İlim ve mârifet yaymaya devâm etti. Bir ara Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin türbesinde türbedârlık yaptı. Bu sırada âlim, fâdıl ve sâlih zâtlar onun sohbetine koştular. Bundan sonra da Peygamber efendimizin türbesinde, Ravda-i mutahherada hizmet etme vazifesi verildi. Bu vazifeye tâyin edilince, kavuştuğu nîmete şükrederek; “İki cihan sultânının türbesinde bekçi ve hizmetçi oldun. O’nun yüksek kapısının süpürgecisini, Mevlâ mahrûm eylemez, zarara uğratmaz. Cihânın sultânı olan Resûlullah’ın hizmetçisini kimse incitmez. Ey Emîn (sana müjdeler olsun)! Resûlullah efendimizin kapısında zâhiren ve bâtınen hizmetçi olmakla şereflendin.” mânâsında da bir şiir söyledi.

Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin talebesi Seyyid Yahyâ Efendiden naklen, talebesi Seyyid Hasîb Efendi anlatır: “Bursa’da bulunan Şeyh İsmâil Hakkı Bursevî hazretleri, vefâtına yakın bir zamanda, talebelerinden; İvaz Mehmed Paşayı, Yeğen Mehmed Paşayı ve el-Hâc Ahmed Paşayı Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine gönderip, tasavvufta yetiştirilmesini ricâ etmişti. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri bu ricâyı kabûl edip, gönderdiği bu üç talebeyle ilgilendi. Bunlardan YeğenMehmed Paşa, çeşitli vazîfelerde bulunduktan sonra, 1737 senesinde Nemçe (Avusturya) seferini yapmakla görevlendirildi. Yeğen Mehmed Paşa bu sırada Sultan Birinci Mahmûd Hânın vezîr-i âzamı idi.

Yeğen Mehmed Paşa, İstanbul’dan hareket etmeden önce, Aksaray civârında oturmakta olan kızının evini MehmedEmîn Tokâdî hazretlerine tahsis edip, oraya dâvet etti. Mehmed Emîn Tokâdî de kabûl edip, orayı teşrif etti. Burada ikâmet ettiği sırada Yeğen Mehmed Paşa sık sık ziyâretine gidip, sohbetinde bulunurdu. Huzûruna girerken pâdişâhın huzûruna girer gibi edeb ve hürmet gösterirdi. Mehmed Emîn Efendi, ona latîfe yollu takılırdı. Fakat o dâimâ edeb ve hürmetle huzûrunda dururdu. Yeğen Mehmed Paşa, çıkacağı Avusturya seferi ile ilgili yaptığı hazırlıkları anlatıp duâ istedi.Mehmed Emîn Efendi de, gözyaşı dökerek zafere kavuşması için duâ etti.

Yeğen Mehmed Paşa, sefer devâm ettiği müddetçe, Mehmed Emîn Efendinin, tahsis ettiği evde ikâmet etmesini arzu ediyordu. Sefer için ordunun hazırlanıp, Dâvûd Paşa semtine hareket edeceği sırada, tekrar ziyâretine gelmişti. Mehmed Emîn Efendi, sefer başlayınca kendi evine döneceğini söyledi. Bunun üzerine Yeğen Mehmed Paşa pek ziyâde üzülüp, tahsis ettiği bu evde kalmasını ve sefer boyunca duâ etmesini, böylece zafere kavuşacağını çok ümid ettiğini söyledi. Hattâ, tahsis ettiği bu evden ayrıldıklarını duyduğu yerde, vazifesinden istifâ edip, seferden de vazgeçeceğini söyledi. Bunun üzerine Mehmed Emîn Efendi, Vezîr-i âzam Yeğen Mehmed Paşayı kucaklayıp bağrına bastı. Bir müddet böylece tuttu. Sonra ağlayarak zafer kazanmaları için duâ etti. Fâtiha-i şerîfe okudu. Bundan sonra biraz daha sohbet ettiler. Sohbet sırasında yeğen Mehmed Paşaya; “Bizi eve dâvet edip getirmeni sana kim tavsiye etti?” dedi. O da; “İşlerin çokluğu sebebiyle benim hatırıma böyle bir şey gelmemişti. Fakat Dârüsseâde ağası (İstanbul vâlisi) Beşîr Ağa birâderiniz hatırlattı.” dedi. Yeğen Mehmed Paşa, çok sevdiği hocası Mehmed Emîn Efendinin duâsını alarak, Avusturya seferine çıkmak üzere evden ayrıldı.

Osmanlı ordusu, Vezîr-i âzam Yeğen Mehmed Paşa komutasında Avusturya seferine çıktıktan sonra, Mehmed Emîn Efendi, ordunun zafere ulaşması için çok duâ etti. Hattâ geceleri uyumayıp zafer için duâ edip yalvardı. Bu hâl yirmi günden fazla devâm etti. Bu sebeple tedâviye ihtiyâç duyacak derecede rahatsızlandı. Talebesi Seyyid Yahyâ diyor ki: “Bir sabah huzûruna gittiğimde, hastalanmış gördüm. Benden ilâç istedi, temin ettim. İlâcı kullandı. Sonra berâberce, talebelerinden Kafesdâr Abdülbâkî Efendinin evine gittik. Bu talebesi, Mehmed Emîn Efendinin neşeli hâlini görünce bana; “Hamdolsun İslâm askeri mansur ve muzaffer olmuştur. İnşâallah birkaç güne kadar fütûhât haberi gelir!” dedi. Sonra dostlara ziyâfet ve sadakalar verdi. Dört gün sonra Tatarlar, Ada kalesinin İslâm ordusu tarafından fethedildiği haberini getirdiler. Bundan sonra, İslâm askeri İstanbul’a geldi. Herkes birbirinin gazâsını tebrik etti. Yeğen Mehmed Paşa, Mehmed Emîn Efendinin ziyâretine geldi, ağlayarak mübârek ayaklarına kapandı. Her ikisi de bir müddet ağladılar. Paşa, Efendinin âdetini bildiğinden, seferde olanları anlattı. Koynundan iki atlas kese altın çıkarıp, seferde iken fakirlere vermek üzere adadığını bildirdi ve fakirlere dağıtmalarını ricâ etti. Mehmed Emîn Efendi de onların bu adağını övdü ve netîce verdiğini bildirdi. Kendilerinin halleri ve meşgûl olmaları dolayısı ile, bunu bizzat kendisinin dağıtmalarının daha çabuk ve kolay olacağını söyledi. “Haftada iki gün tebdîl-i kıyâfetle (kıyâfet değiştirerek) çık. Her çıktığında cebini doldur. Yedikule civârından başla. Orada çok fakir evi vardır. Kapılarını çal. Kim çıkarsa saymadan eline ne gelirse ver. Ve böyle kapı çalarak devâm et. İnşâallah iki haftada dağıtırsın. Şimdi biz versek, hâlimizce vermemiz îcâb eder. Geç verilir. Çok versek halk alışır. Hep umarlar. Böyle hareket bize yakışmaz” buyurarak, keseleri zorla yine Paşaya verdi. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri birkaç gün sonra kendi evine döndü.”

Hattat Muhammed Râsim Efendi anlatır; “Cennetmekân Üçüncü Ahmed Hânın vefâtından sonra, şöyle bir rüyâ gördüm. Geniş bir sahrada orduyu hümâyûn kurulmuştu. Bir tepe üzerinde de sultanlara mahsûs bir çadır, çadırın etrafında ise büyük bir kalabalık vardı. Kalabalıktan bir kişiye yaklaşıp; “Bu ordunun kumandanı kimdir?” diye sordum. O da; “Âhir zaman Peygamberi Muhammed aleyhisselâmdır.” dedi. Cehennem’e götürülecek bâzı kimseler bu büyük çadıra götürülüyor, buradan şefâat edilirse Cehennem’den kurtuluyordu. Yine birisine; “Peygamber efendimiz nerede bulunuyor?” diye sorduğumda; “Tepedeki büyük çadırda” dedi.Hemen çadırın yanına koştum. Çadırın kapısına vardığımda, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerini çadırın kapısında gördüm. Şefâat istiyenleri çadırın içine götürüp, getiriyordu. Çok şaşırdım. Biz bu zâtı anlayamamışız diye çok üzüldüm. O anda elleri bağlı birini çadırın kapısına doğru getirdiklerini gördüm. “Bu kimdir?” diye sorduğumda, Sultan Ahmed’dir dediler. Sonra çadıra yaklaşıp, MehmedEmîn Tokâdî hazretlerine teslim ettiler. O da önüne düşüp çadırın içine girdiler. İçeride Peygamber efendimiz kendisine iltifât buyurdu. Çadırdan çıktıklarında Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri; “Şefâat buyurulup affolundun, müjde olsun!” diye bağırdı. Dışarda sultanlara mahsus süslü bir at duruyordu. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri, sultânı tâzim ve hürmetle çadırdan çıkarıp, bekleyen süslü ata bindirdi. Etraftakilerin tebrikleri arasında, süratle oradan uzaklaştı.

Bu rüyâyı gördükten sonra ertesi gün talebelere hat dersi veriyordum. MehmedEmîn Efendi bâzı günler teşrif ederdi. O gün de dershânemizi teşrif etti. Hemen karşılayıp elini öptüm. Bu sırada bana; “HocaEfendi, akşamki seyrâna ne dersin?” buyurdu. O gece gördüğüm rüyâyı hatırlayıp ağlayarak ellerine kapandım. Mehmed Emîn Efendi de ağladı. Sonra şükredip bana; “Ben hayatta iken bu gibi ilâhî sırları yayarak, bizim hâlimizi teşhir etmene rızâ göstermem. Vefâtımdan sonra anlatmanda bir mahzûr yoktur.” buyurdu. Vefâtına kadar bunu kimseye anlatmadım. Vefâtından sonra güzel vasıflarını ve üstünlüğünü yâd etmek bakımından yeri geldikçe nakleder oldum.”

Seyyid Yahyâ Efendi şöyle anlatmıştır: “SultanBâyezîd Hân Câmi-i şerîfi avlusunda, oyma ustalarından Kefelizâde İbrâhim Halebî adında bir zâtın dükkanında, ilim-irfân sâhibi, kıymetli zâtlar toplanıp sohbet ederlerdi. Arasıra Mehmed Emîn Efendi de öğle namazından sonra o dükkanı teşrif eder, dostları ile çok kıymetli sohbeti olurdu. Bir gün yine böyle hoş bir sohbet sırasında medhedilen iyi vasıflı bir kâdı (hâkim) o dükkana geldi. Kâdıasker, bu kâdıya, bir meseleden dolayı dargın olduğu için, bir makâma tâyin edilmesi gerektiği hâlde ona; “Ben kâdıasker olduğum müddetçe, sana kadılık vazifesi vermem!” diyerek yemin ettiğini ağlayarak anlattı. Dükkanda bulunanlar bu hâdiseye çok üzüldü. Mehmed Emîn Efendi, yarım saat kadar başını eğip, gözleri kapalı bir vaziyette murâkabeye daldı. Sonra hakîkati gören gözlerini açıp, yardım talebi için gelen kâdıya verilmek üzere, dükkan sâhibi olan oyma ustası Kefelizâde İbrâhim Halebî’ye bir duâ târif edip yazmasını söyledi. O da yazdı. Bunu alıp mağdur kâdıya verdi. Üzerinde taşımasını söyledi. Sonra; “Doğruca kâdıasker efendiye git!” buyurup, kâdıyı gönderdi. İki-üç saat sonra kadı, sevinçle o dükkana tekrar geldi. Mehmed Emîn Efendiye büyük bir hürmetle memnûniyetle durumunu arzetti. Kendisine ne yaptığı sorulunca; “Kâdıaskerin makâmına girdim. Beni görünce birdenbire değişiverdi. Feryâd ederek; “Kâtibi çağırın.” dedi. Kâtip gelince; “Aman bir bak! Bu kâdı efendinin tâyin edilmesi için münâsib bir yer var mı?” dedi. Kâtip, kayıtları kontrol ettikten sonra; “Bir yer var ama şimdilik dolu.” dedi. Kâdıasker, kâtibe; “Olsun, hemen tâyin edelim, benim şu anda çektiğim sıkıntıyı ve tutulduğum ağırlığı bilmezsin!” dedi. Böylece tâyinim derhal yapıldı.” diye anlattı. Mehmed Emîn Efendi yazdırıp verdiği duâyı o kâdıdan geri alıp, Kefelizâde İbrâhim Halebî’ye vererek silmesini söyledi. O da alıp sildi. Kefelizâde İbrâhim Halebî şöyle demiştir: “Ben bu hâdiseden sonraMehmed Emîn Efendinin târif ettiği duâyı tekrar yazmak için belki bin defâ denedim. Bir türlü yazamadım. Sonunda o hâdisenin Mehmed Emîn Efendinin kerâmetlerinden olduğunu anladım.

Yine o anlatır; “Mehmed Emîn Efendinin her ay on beş kuruşluk geliri vardı. Bunu alıp her ay huzûruna getirirdim. Koynunda bezden bir kese vardı. Keseyi çıkarmadan ağzını açar, ben de parayı içine kordum. Bundan başka o keseye hiç para konmadığı hâlde her ay o keseden iki-üç yüz kuruştan fazla para sarfeder, fakirlere saymadan sadaka dağıtırdı. Ben buna defâlarca şâhid olmuştum. Hattâ bir gün kese eskidi değiştirelim buyurup, keseyi çıkarıp bana verdi. İçinde yedi-sekiz kuruş kadar para vardı. Bunları yeni bir keseye koyup verdim. Eski kesenin içine de beş kuruş koyup bana verdi. Ay başına on beş-yirmi gün vardı. O ayda koynundaki keseden yüz elli kuruş para sarfolundu. Ben buna hayret ederdim. Arkadaşlarımızdan da çoğu bunu bildikleri hâlde, aslâ kendisine soramazdık ve ifşâ etmezdik…”

Mehmed Emîn Efendi, hâl ve şânlarını halktan son derece gizler, talebelerini de bu tarzda yetiştirirdi. Ömrünün sonlarında arkadaşları merhum Tatar Ahmed Efendi, 1743 senesinde vefât edince, fetvâ makâmında bulunan eski şeyhülislâm Seyyid Mustafa Efendi, Tatar Ahmed Efendiden boşalan dergâha, Mehmed Emîn Efendiyi tâyin ettirdiler. Berât-ı şerîfi de, kendi mektupçuları Hamzazâde Abdullah Efendi ile gönderdiler. Bunun üzerine Mehmed Emîn Efendi, büyük bir kırgınlık ile doğru şeyhülislâm efendinin huzûruna gidip; “Sultânım, mâlûmunuz ben meşîhat erbâbından değilim. İnâyet buyurun, şeyhlere âit alâmetlerden ne nişânım varsa, müstehak olmadığım hâlde tevcih etmişlerdir. Boşalan bir medrese varsa beni oraya müderris tâyin etmeyi ihsân buyurunuz.” gibi özür beyân ederek, o dergâha gitmek istemedi ise de, şeyhülislâm; “Emîn Efendi kardeşim, biz sizi biliriz ve pîrdaşımızsınız. Ömürlerimiz sonuna yaklaştı, hâlinizi gizliyorsunuz. Mızrak çuvala sığmaz, gizlenme konağını geçeli otuz yıl oldu. Fayda yoktur, tevcih (tâyin) pâdişâhındır. Kabûl etmemiz lâzım. Kabûl etmemek, ülu’l-emre itâat etmemek demek olur.” deyince; “Efendim; evimde oturmak şartıyla kabûl ederim. Böylece müsâade buyurulur ise emir sizindir.” diye berâtı kabûl etti. Sonra ağlayarak şeyhülislâmla vedâlaştı. Gerçekten tekkeye taşınmayıp evlerinde kaldılar.

Mehmed Emîn Efendi, Resûlullah efendimizin mihmândârı Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin türbesinde türbedâr olarak vazife almıştı. Fakat ziyâretçilerin hallerini beğenmeyip, birkaç ay sonra bu vazifeden ayrıldı.

Bir defâ Kâbe’de Rükn-i Yemânî’de yaslanmışken, bir kerre Mısır’da ve bir kerre deİstanbul’da FâtihCâmii civârında Hızır aleyhisselâm ile görüşmüştür. Yüzüğünde “Emîn-i sırr-ı Hak ârif Muhammed” yazılıydı.

Sultan Birinci Mahmûd Hanın İran üzerine ordu gönderdiği sırada, Mehmed Emin Tokâdî hazretleri bir sabah vakti talebelerinden İshakzâde Yahyâ Efendinin evine gitti. Mübârek gözleri âdetâ kan çanağına dönmüştü. “Benim için bir oda ayırınız!” dedi. Sonra kendisi için ayrılan odaya girip, orada tefekküre, murâkabeye başladı. O gün ikindi namazı vaktinde abdest ve namaz için dışarı çıktı. Talebesi; “Bir mikdâr yemek yeseniz münâsib olurdu efendim.” deyince; “Yok Yahyâ Efendi. Ben senden yemek isteyecek vakti bilirim.” buyurup, tekrar odasına girdi. Ertesi gün ikindi vaktine doğru neşeli bir halde dışarı çıkıp; “Elhamdülillah! Allahü teâlâ duâlarımı kabûl buyurdu. Şu anda Mahmûd Han zafere ulaştı. Sultan Mahmûd’dan çok ikrâm gördüm. Şimdi de ona duâ ederek zafere ulaşmasına vesîle olduk. Böylece hakkını ödedik. Bu günü bu saati bir yere yazınız.” buyurdu.

Daha sonra Sultan Mahmûd’un zafere ulaştığı haberi geldi. Tam Mehmed Emin Tokâdî hazretlerinin zafere ulaştığını müjdelediği gün ve saate rastlıyordu.

Sultan Bâyezîd hamamında tellaklık yapan bir Arnavud, bâzı töhmetler sebebiyle terbiye edilmesi için Ağa kapısında bulunuyordu. Bu Arnavud, Mehmed Emîn Efendiye düşman olup, suikast yapmak için gece gündüz tâkib ediyordu. Yine bir gün bu maksatla pazarda dolaşırken, Mehmed Emîn Efendiye bir köşe başında rastladı. Arkasından yavaş yavaş yaklaşıp benden haberi yoktur diyerek, belindeki kocaman bir bıçağı eline alıp arkadan vurmak için kaldırdı. Bu sırada Mehmed Emîn Efendi; “VurmaArnavud!” dedi. Kendisini hiç görmediği ve arkaya dönmediği halde böyle söylemesi Arnavud’u şaşkına çevirdi ve Arnavud titremeye başladı. Olduğu yerde dona kaldı. Biraz gittikten sonra toparlanıp beni nasıl olsa görmedi diyerek tekrar peşinden tâkib edip, yaklaştı. Elindeki bıçağı arkadan vurmak için kaldırdı. Yine; “Dur Arnavud!” deyip onu uyarınca, korkup vurmaktan vazgeçti. Mehmed Emîn Efendi hiç arkasına bakmadan yoluna devâm etti. Ancak Arnavud vazgeçmeyip üçüncü defâ peşinden yaklaştı. “Ne olacak vurma dese de dinlemeyip vururum.” dedi. Yine bıçağı kaldırıp vurmak istedi. Bu sırada Mehmed Emîn Efendi hiç arkasına dönmeden işin farkına varıp; “Arnavud elin öylece kalsın!” dedi. Bunun üzerine Arnavud’un eli başı üstünde havada dona kaldı. Hiç kıpırdatamıyordu. Kolunu oynatamadığını gören Arnavud, korkuya ve dehşete kapılıp; “Aman efendim! Affeyleyin.” diyerek feryâda başladı. Bunun üzerine MehmedEmîn Efendi; “Bak bre habîs, nedir bu senin ettiğin! Bizi görmez mi zannedersin? Bak şimdi ne hâle düştün?” dedi. Arnavud; “Aman efendim! Bir daha böyle işler yapmayayım.” deyince; “Koy bıçağını beline.” dedi. Arnavud bıçağı beline koyup Mehmed Emîn Efendinin ayaklarına kapandı. Bundan sonra günahlarına tövbe edip, Mehmed Emîn Efendinin sohbetlerine devâm etti. Zamanla makbul talebelerinden oldu.

Seyyid Yahyâ Efendi şöyle anlatır: “Babam yeniçeriler ocağına mensûb olduğundan, Mora yarımadasının fethi târihi olan 1715’te kapıkulu talebelerine katıldım. Sonra da İslâm askerinin Belgrad’dan dönüşünde İstanbul’da kâtiplik vazifesi yapmama izin vermeleri üzerine, sabah hocam Mehmed Emîn Efendinin huzûrundan ayrılıp, Ağakapısı’na gidip, ikindiden sonra dönüyordum. Bu hâl üzere devâm etmekteyken, 1745 senesi Recep ayında hocam Mehmed Emîn Efendinin göğsünde küçük bir sivilce çıkıp, rahatsızlanmasına sebep oldu. Bunun üzerine bizim evi teşrîf edip, bir hafta müddetle dostlarımızla kaldı. Göğsünde çıkan sivilceye bâzı merhemler sürerek tedâvi etmeye çalıştık. Fakat gün geçtikce ağırlaştı. Sonra kendi evlerine döndüğünde, bir sivilce de omuzlarında çıktı. Tabibleri getirip gösterdiğimizde, o sivilcenin şirpençe olduğu anlaşıldı. İhtimamla, dikkatle tedâvi etmeye başladık. Aradan kırk elli gün geçti. Fakat bir türlü iyileşme alâmeti göremedik. Nihâyet bu hâlde iken vefât etti.

Vefâtını işiten büyük zâtlar toplandı. Mehmed Emîn Efendinin talebesi olanBaklalıCâmii imâmı el-Hâc Muhammed Efendi o gece bir rüyâ gördü. Mehmed Emîn Efendi, ona rüyâsında; “Yarın gel, benim cenâzemi yıka!” buyurduğundan, sabahleyin hocalarının evine gelip durumu gördü ve rüyâsını anlattı. Himmetzâde merhûm Abdüssamed Efendinin dâmâdı Ordu şeyhi Abdülhalîm Efendi, cenâzesini yıkamak için gelmişti. Baklalı Câmii imâmı Muhammed Efendi bu vazifenin kendisine verildiğini söyleyince, Abdülhalîm Efendi gasl işini bırakıp su dökme hizmetini yaptı. Abdülhalîm Efendi ile, el-Hâc Muhammed Efendi cenâzesini yıkayıp kefenlediler. Sonra Fâtih Sultan Mehmed Hân Câmiinde cenâze namazı kılınıp, evinin yakınında Pîrî Paşa Medresesi önündeki kabristana defnedildi.

Mehmed Emîn Efendi, İstanbul’a ilk geldiğinde bir ay Pîrî Paşa Medresesinde kalmıştı ve orayı sevmişti. Ne zaman bu medresenin önündeki mezârlığın yanından geçse durup, orada medfûn bulunanların rûhuna Fâtiha-i şerîfe okurdu. Yanındakilere de; “Burada her zaman böyle duâ ediniz.” derdi. Vefât edince kendisi de oraya defnedildi.

Mehmed Emîn Efendinin alnı açık ve nûrlu, kaşları yay gibi ve araları açık, gözleri iri, parlak ve elâ idi. Burnu düzgün ve doğru, yanakları ne etli ne de zayıftı. Bıyıkları ile kaşları aynıydı. Sakalı yuvarlak ve beyazdı. Uzuvları düzgün, yürüyüşü Resûlullah efendimizin sünnetine uygundu. Konuşması tatlı ve tesirli, sesi gür olup, Dâvûdî idi. Şefkati çok, yetişmiş ve yetiştiren büyük bir mürşid-i kâmildi. Son derece mütevâzi davranır ve hâllerini dâimâ gizlerdi. Talebeleri ile yakından ilgilenir, müşkillerini çözüp, tesellî ve ferahlık verirdi. Meclisinde herkesin anlayışına göre konuşur, her ilmin, her fennin hakîkat ve inceliklerinden de bahsederdi. Kıymetli tefsir kitaplarından söz açınca, kitaba bakmadan ibâreyi aynen okurdu. Buhârî ve Müslim kitaplarındaki hadîs-i şerîfleri de böylece ezberden okurdu.

İbâdet ve tâatlarını son derece gizlemeğe çalışır, giyinişinde, kıyâfetinde husûsî bir elbise veya kıyâfet giymeyip, bu hususta halkın giydiklerini tercih ederdi.

Kendisinden nasihat isteyenlere dâimâ; “Önce şunu iyi bilmelidir: Müminlere önce lâzım olan, Ehl-i sünnet ve cemâat âlimlerinin bildirdikleri şekilde îtikâd etmektir. Çünkü doğru îtikâd, herkes için temeldir. Temel olmayınca binâ olmaz. Doğru îtikad her şeyden önce geldiği için, önce onu söylüyoruz. Ehl-i sünnet ve cemâat; Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiîn efendilerimiz, müctehid imâmlar ve kıyâmete kadar onlara tam olarak tâbi olanlardır.” buyurdu.

Her sene vasiyetini yazmak âdeti idi. Vasiyeti şöyledir:

Allahü teâlâya hamd, kendisinden sonra peygamber gelmeyecek olan şefâatçımız Muhammed sallallahü aleyhi ve selleme, âline (akrabâlarına), Eshâbına (arkadaşlarına), bütün nebî ve resûllere salât, hayır duâlar olsun. Allahü teâlâdan günahlarımın affını ve beni bağışlamasını dilerim. Allah’ım! Beni bağışla. Âmentü billahi ve melâiketihi ve kütübihi ve rusûlihi velyevmilâhiri ve bilkaderi hayrihi ve şerrihi minellahi teâlâ ve’lba’sü ba’delmevt Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh (Allahü teâlâya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayr ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna, öldükten sonra dirilmeye, inandım. Ben şehâdet ederim ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm O’nun kulu ve resûlüdür.) Bu şehâdet (îmân) üzere yaşarız, bunun üzerine ölürüz ve bunun üzerine diriliriz, inşâallah. Allahü teâlâdan Rab olarak, İslâmiyetten din olarak, Muhammed aleyhisselâmdan Peygamber olarak, Kur’ân-ı kerîmden imam olarak, Kâbe’den kıble olarak, namaz, oruç, hac, zekât ve Kelime-i şehâdetten farîza (farz, emir, vazife) olarak, müminlerden kardeş olarak, Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül-Fârûk, Osmân-ı Zinnûreyn ve Ali Murtezâ’dan imâmlar rehberler olarak râzı oldum. (Onları bu şekilde beğendim ve kabûl ettim). Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn.

Allahü teâlâ günahlarımızın şefâatçısı Muhammed sallallahü aleyhi ve selleme, O’nun temiz âline ve eshâbına, bütün nebîlere ve resûllere (peygamberlere), onların âl (akrabâ) ve eshâbına (arkadaşlarına) salât, hayır duâlar olsun. Allahü teâlâ, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin bütün eshâbından, dört müctehid imâmdan, şehîdlerden, sâlihlerden, evliyâdan, takvâ sâhiplerinden, zikredenlerden, büyüklerimizden ve bütün bu yolda bulunanlardan râzı olsun.

Bu hakîr, günahkâr, aslen Tokat’ta doğdum. Elli seneye yakın İstanbul’da yerleşmiş bulunmaktayım. Îtikâdda mezhebim, Ehl-i sünnet vel cemâat olan Ebû Mansur Mâturidî’nin mezhebidir. Amelde mezhebim, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin mezhebidir. Meşhûr, bilinen ismim Muhammed Emîn, künyem Ebü’l-Mansûr, Ebü’l-Eman’dır. Babam Tokat sâkinlerinden Hasan bin Ömer’dir. Sevdiklerime ve dostlarıma vasiyetim şudur: Bu kusurlu kulu hatırlarından çıkarmayıp, Kur’ân-ı kerîm okuyup, rûhuma hediyeden, hayır duâdan unutmayalar. Malımın en temizinden, helâlinden yüz kuruşu techîz ve tekfinime ve yirmi iki kuruş iskatıma sarf edeler.

Vârislerime, ehlime (âileme) vasiyetim şudur: Dostların sözlerine râzı olup, mahkemeye gitmeyeler. Birbirine rızâ gösterip, mücâdele ve muhâsama itmeyeler (çekişmeyeler). Herkes biliyor ki, dünyâ fâni, âhiret bâkîdir. Allahü teâlâyı zikre, anıp, hatırlamaya çok gayret edip, çalışalar. Çünkü, bütün saâdetlerin başı budur. Herkese gönül hoşluğu ile kıyâmete kadar hakkımı helâl ettim. Kimsede hakkım yoktur. Mürüvvet ve insanlık, kerem, cömertlik, asâlet ve yardım odur ki, tanıyan ve tanımayan dostlar ve başkaları dahi âhiret hakkını helâl ve hayır duâdan unutmayıp, hayır ile iyilikle şehâdet edeler. Vesselâm.

Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin; Arapça, Türkçe ve Farsça eserleri vardır. Eserlerinden bir kısmı şunlardır: 1) İrşâd-üs-Sâlikîn, 2) Risâlet-ül-Etvâr, 3) Şerh-ı Kasîde-i Askalânî, 4) Tuhfet-üt-Tullâb, 5) Hulâsa-ı Tarîkat, 6) Risâle-i Rûhiyye, 7) Sıyânet-i Dervîşân fî Bahsi Deverân-ı Sûfiyyân, 8) Suâl-Cevâb, 9) Metâli’ ul-Meserrât Tercümesi, 10) İbn-i Hacer Askalânî’nin,Savâ’ik-ı Muhrika adlı eserinin tercümesi. 11) İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin Risâle-i Emânet Tercümesi, 12) Risâle-i Sülûk, 13) Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin; “Ân hayâlâtî ki dâm-ı evliyâest” mısra’ı ile başlayan beytini de şerh etmiş, açıklamıştır.

KERÂMET VE MENKÎBELERİ

SÖZ GERİ DÖNMEZ

Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin İstanbul’da insanları irşâd ile meşgûl olduğu ve insanlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretip saâdete ermeleri için rehberlik yaptığı sıralarda İstanbul’da Antepli ismiyle meşhur bir vâz hocası vardı. Bu kimse çok inatçı olup, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin büyüklüğüne, evliyâ ve mürşid-i kâmil olduğuna inanmaz ve konuştuğu meclislerde uygunsuz sözler söylerdi. Bir gün bu hoca, Unkapanı’nda bir çeşmede yüzünü yıkıyordu. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri de oradan geçiyordu. Antepli vâizin yakınlarından biri; “İşte bu gelen, Tokâdî Emîn Efendidir!” diyerek gösterdi. Antebli vâiz alaylı bir tavırla ona baktı ve birşeyler söyledi. Mehmed Emîn Efendi yanlarına gelip selâm verdi. Bu sırada Antebli hoca başını kaldırıp; “Bak Şeyh Efendi, benim gözlerim ağrıyor. Bana bir nefes eyle de gözlerimin ağrısı geçsin.” diyerek alay etti. Bunun üzerine Mehmed Emîn Efendi; “Kör ol!” dedi ve oradan geçip gitti. Antepli hocanın gözleri yavaş yavaş kapanmaya başladı. Mehmed Emîn Efendinin talebelerinden bâzıları Antepli hocanın yanına yaklaşıp; “Sen hocamıza karşı edepsizlik yaparak alay ettin! O da sana nefes etti. Sen artık kör olursun bunu bilesin.” dediler. Antepli hoca yaptığı edepsizliğin farkına varıp Mehmed Emîn Efendinin evini öğrenip huzûruna gitti. Ayaklarına kapanıp; “Aman efendim kusurumu affedin.” diye yalvardı. Bu yalvarması üzerine; “Hayır söz geri dönmez! Sonra yerine gözümüzün birini vermek gerekir.” buyurdu. Antepli hoca bu sözleri işitince, o kadar çok yalvarıp özür diledi ki, Mehmed Emîn Efendi; “Hoş! Şimdi hiç olmazsa bâri bir nebzecik.” dedi. Bundan sonra Antepli hoca on altı ay devamlı göz ağrısı çekti. Daha sonra Mehmed Emîn Efendinin duâsı ile göz ağrısından kurtuldu. Bu hâdiseden sonra ona son derece bağlı ve hürmetli, edepli oldu. Hattâ meclislerde, toplantılarda ve vâzlarından sonra; “Tokatlı Mehmed Emîn Efendimiz cennetliktir. Onun ayağının tozu toprağı olayım.” der, böylece ona olan inancını ve sevgisini dile getirirdi.

ASIL MAKSAD

Mehmed Emîn Efendi, talebelerinden birine yazdığı bir mektupta şöyle buyurdu:

“Bu âleme niçin gelindiğini, asıl maksadın Allahü teâlâya kulluk olduğunu bilmelidir. Can bedende iken mârifetullahı isteyip, dünyâ ve âhiret seâdetine mazhar olmalıdır.

Dünyâ dostu, mal dostu, güzellik dostu ve diğer şeylerin dostu çoktur. Allah dostu, İksir-i âzam (her derde devâ) gibi nâdir bulunan çok kıymetli bir şeydir.

Bir nefesde iki nîmet vardır. Bunun için her nefese iki şükür lâzımdır. Yirmi dört saatte, her saate bin nefes ve her nefese iki şükür olmak üzere kırk sekiz bin şükür olur. Bir insan bütün işlerini bıraksa, şükür şükür diyerek Allahü teâlâya hamd ve şükretse yine şükrün hakkını edâ edemez. Mâlûm oldu ki, Allahü teâlâya şükrün binde birini edâ edemez.”

KAYNAKLAR

1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1155
2) Sefînet-ül-Evliyâ; c.2, s.39
3) Tuhfe-i Hattâtîn; s.9, 10, 11, 400
4) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.36
5) Hadîkat-ül-Cevâmi; c.1, s.46, 137
6) Risâle-i Sülûk (Mehmed Emîn Tokâdî) Âtıf Efendi Kütüphânesi, No: 283 varak 19-a,b
7) Tezkire-i Sâlim; s.97
8) Tezkire-i Şu’arây-ı Âmid; s.98
9) Risâle (Mehmed Emîn Tokâdî), Süleymâniye Kütüphânesi, Es’ad Efendi Bölümü, No: 3430
10) Risâle, Mehmed Emin Tokâdî’nin Menâkıbı (Seyyid Yahyâ Efendi)
11) Menâkıb-ı Mehmed Emin Tokâdî, Millet Kütüphânesi, Ali Emîri Şer’iyye Kısmı, No: 1018, v.23
12) Üniversite Kütüphânesi T.Y., No: 2294
13) Rehber Ansiklopedisi; c.16, s.298
14) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.65

Hz. Eyüp Sultan (r.a.)

İstanbul – Eyüp’de Eyüp Sultan camiindeki Türbesinde

”Beni düşman diyarı içinde elinizden geldiği kadar ileriye doğru götürüp defnedin. Çünkü Resulullah’dan işittim ki ; Konstantiniyye Suru’nun dibine salih bir kimse kimse defnolunacaktır, umarım o kişi ben olurum’‘ Hz. Ebu Eyyub El Ensari (r.a.)

Eyüp Sultan hazretleri’nin vasiyeti ve Türbe-i Şerifinin bulunması
Halid b. Zeyd Ebü Eyyüb el-Ensarî hazretleri katıldığı son sefer Islam ordusunun ilk Istanbul kuşatmasıydı. O, ilerlemiş yaşına rağmen Fetih hadisindeki müjdeye nail olma heyecanı ve cihad aşkıyla doluydu. Kendi arzusuyla, 80 yaşlarında iken, 49/669 yılı ilkbaharında İstanbul kuşatmasına katılmak için hareket eden orduda yerini aldı. îstanbul önlerine geldi, cihada katıldı. Düşmanla savaştı Kuşatma devam ederken hastalandı. Hz. Muaviye ziyaretine gelerek bir arzusu olup olmadığını sordu. O, şöyle cevap’verdi: “Dünyanızdan hiçbir şey istemiyorum. Fakat beni düşman diyarı içinde elinizden geldiği kadar ileriye doğru götürüp defnedin. Çünkü Resülullah’tan işittim ki, Kostantînîyye Suru’nun dibine salih bir kimse defnolunacaktır, umarım o kişi ben olurum.

Ebu Eyyüb el-Ensarî hazretleri kuşatma devam ederken vefat etti (49/669). Cenaze namazını Hz. Muaviye kıldırdı. Vasiyeti üzerine bir askeri birlik tarafından surlara yakın bir yere götürülerek bugünkü yerine defnedildi.

Bizans devlet erkanı surların gerisinden bu manzarayı hayretle seyrettiler. Müslümanları, onlar çekilip gittikten sonra mezarı tahriple tehdit ettiler. Müslümanlar ise böyle yapıldığı takdirde kontrolleri altında bulunan yerlerde hiç bir kilisenin ve Hristiyan azizinin mezarının kalamayacağını bildirdi. Sonuçta Bizans İmparatoru mezarı korumayı taahhüt etti. Gerçekten korundu da. Hatta, ileride Bizans halkının ziyaretgahı haline bile geldi. O, Peygamber Efendimiz’in, Rabbimizden korumasını istediği sahabeydi. İstanbulun fethine kadar kabrin itina ile korunduğu rivayetini, bazı seyyahların bilgileri de doğrulamaktadır. Bu seyyahlardan Ali b. Ebu Bekir el-Herevî (v. 611/1215) Ebü Eyyüb el-Ensarî hazretlerinin kabrini ziyaret ettiğini belirtmiştir.

Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul’u muhasara ettiği sırada muhteşem otağını, Topkapı karşısındaki Maltepe Kışlasının bulunduğu yerde kurmuştu. Muhasara sırasında da Hz. Halid’in mübarek kabrinin bulunmasını, kuşatmaya iştirak eden devrin kutbu Akşemseddin Hazretleri’nden istemişti. Evliya Çelebi bu hususta şunları anlatıyor: “857 (1453) senesinde Hz. Fatih Sultan Mehmed Han Gazi, İstanbul’u feth ederken 77 ermişlerin büyükleri Eba Eyyüb’ün kabrini aramaya koyuldular. Sonradan Akşemseddin: Müjdeler olsun ! Resulullahın Alemdarı, Eba Eyyüb Ensari burada gömülüdür, diyerek sık bir ormanlığa girdi. Bir seccade üzerinde iki rekat namaz kılarak selam verdikten sonra bir secde daha yapıp güya rahat uykuya dalmış gibi kaldı. Birçokları, Efendi Eba Eyyub’un kabrini bulamadığı için utancından uykuya vardı, dediler. Bir saat sonra Akşemseddin hazretleri seccadeden başını kaldınp mübarek gözleri kan çanağını andırır bir halde Fatih’e hita-ben:Sultanım! Allah’ın hikmeti, seccademizi tam Eba Eyyub’un mezarı üzerine döşemişler, hemen şurayı kazsınlar, diyince Akşemseddin fukarasından üç kişi Fatih ile beraber seccadenin altını kazmaya başladılar. Derinliği üç ziraya varınca, dört köşe yeşil somaki mermer göründü. Uzerinde küfî yazı ile: “Haza kabri Eba Eyyub Ensari” diye yazılmış olduğu görüldü. O taş kaldırıldı, içinde “Eba Eyyub” diye yazılmış olduğu görüldü. O taş kaldırıldı, içinde Eba Eyyub’un vücudu safran ile boyanmış kefen içinde ter ü taze görüldü ki sağ ellerinde bir tunç mühür vardı. Taş yine kapatılıp örtüldü. Bunu gören İslam askerleri toprağını tevhid ve tezkir ile doldurdular. Sonra bütün hazır olan Müslümanlar ziyaret edip nurlu türbelerinin temeline başladılar.

Diğer bir rivatete göre de İstanbul kuşatması sırasında Akşemseddin hazretleri müridleriyle birlikte Okmeydanı’nda kurulan çadırlarda kalıyorlardı. Fatih kendisinden Eba Eyyub Ensari’nin kabrinin yerini bulunmasını istediği zaman:
– Sultanım, ben her gece şu semte bir nur indiğim görmekteyim, diyerek kabrinin yerini göstermiş ve baş ve ayak uçlarına birer çınar ağacı dikerek kabrin yerini işaretlemişti. Fatih Sultan Mehmed, Akşemseddin’i sınamak için dikilen bu iki çınar ağacının yerlerinden çıkartarak, bugün iç avluda bulunan sedli yere diktirmış ve parmağındaki yüzüğü de çıkartıp mezarın bulunduğu yere gömdürmüştü. Ertesi gün, Akşemseddin geldiğinde çınar ağaçlarının bulunduğu yere uğramadan kabrin olduğu yere gelip asasını mezarın ortasına dikmişti.

Gene rivayete göre iç avludaki iki çınarın bulunduğu yüksek yer Eba Eyyub Hz.nin gasledildiği yerdir.

Hazrec kabilesinin Neccâroğulları kolundandır. Hicretten iki yıl kadar önce hanımı Ümmü Eyyûb ile birlikte müslüman oldu ve ensardan İslâmiyet’i ilk kabul edenler arasında yer aldı. Nübüvvetin 13. yılında yapılan İkinci Akabe Biatı’nda bulundu (622). Hicretten sonra Resûl-i Ekrem onunla, ileri gelen sahâbîlerden Mus‘ab b. Umeyr arasında kardeşlik bağı kurdu. Hz. Peygamber’le birlikte Bedir, Uhud, Hendek, Hayber, Mekke’nin fethi ve Huneyn başta olmak üzere bütün gazvelere katıldı. Savaşlarda ona zarar gelmemesi için yanından ayrılmaz, hatta bazı geceler çadırı etrafında nöbet tutardı. Vahiy kâtiplerinden olması sebebiyle Hz. Peygamber zamanında Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinin bir araya getirilmesine hizmet etti. Ashap arasında ilmiyle de tanındığı için kendisine sorulan dinî konularda pek çok fetva verdi.

Ebû Eyyûb Hz. Ebû Bekir devrindeki savaşlarla Hz. Ömer devrinde yapılan Suriye, Filistin ve Mısır seferlerine katıldı. Kıbrıs seferinde de bulundu (28/648-49). Medine âsilerin eline geçip Hz. Osman’ın namaz kıldırması engellenince (35/656) herkes tarafından sevilip sayıldığı için Hz. Ali’nin tavsiyesi üzerine bir müddet imamlık yaptı. Hz. Ali halifeliği döneminde Irak’a gittiğinde onu Medine’de yerine vekil bıraktı. Hâricîler’le ve Muâviye ile yapılan savaşlarda Hz. Ali’nin yanında yer aldı. Bu dönemde Basra valisi olan Abdullah b. Abbas Basra’ya gelen Ebû Eyyûb’a, “Senin vaktiyle Hz. Peygamber’e yaptığın gibi ben de bugün sana hizmet etmek istiyorum” diyerek konağını ona bıraktı. Giderken de kendisine 40.000 dirhem, yirmi köle ve değerli hediyeler vererek onu uğurladı (Zehebî, II, 410).

Sağlıklı olan herkesin Allah yolunda savaşa katılması gerektiğine inanan Ebû Eyyûb el-Ensârî, “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayınız” (el-Bakara 2/195) meâlindeki âyette sözü edilen tehlikeyi savaşa gitmeyip işiyle gücüyle meşgul olmak şeklinde açıklardı. Bu sebeple ihtiyarlık döneminde bile her yıl bir savaşta bulunmaya gayret etti. Katıldığı seferlerin sonuncusu müslümanların ilk İstanbul kuşatması oldu. Onun bu kuşatmadan bir yıl sonra (49/669) gönderilen Yezîd b. Muâviye kumandasındaki takviye birliğin içinde bulunduğu da rivayet edilmektedir. Ebû Eyyûb, kuşatma devam ederken hastalanarak 49 (669) yılında vefat etti. Ancak 50 (670), 52 (672) veya 55 (675) yıllarında öldüğü de ileri sürülmüştür. Cenaze namazını Yezîd b. Muâviye kıldırdı. Vasiyeti üzerine bir askerî birlik tarafından surlara yakın bir yere götürülerek oraya defnedildi. Durumu öğrenen Bizans imparatorunun kuşatma kalktıktan sonra onu kabrinden çıkarıp vahşi hayvanlara yedireceğini söylediği, fakat İslâm ordusu kumandanı tarafından gönderilen cevapta, böyle bir şey yapıldığı takdirde İslâm ülkesinde yaşayan hıristiyanların ve kiliselerin zarar göreceği bildirilince kabre dokunmayacaklarına dair teminat verdiği nakledilmektedir.

Ebû Eyyûb’un kabrinin sonraları bir bina içine alındığı, kıtlık zamanında kabrini ziyarete gelen hıristiyanların onun hürmetine yağmur istediği ve asırlar boyunca bu kabrin itina ile korunduğu söylenmekte, bazı seyyahların verdiği bilgiler de bu rivayetleri doğrulamaktadır. Bu seyyahlardan Ali b. Ebû Bekir el-Herevî (ö. 611/1215), Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin kabrini ziyaret ettiğini belirtmiştir (Ziyârât, vr. 51ª). Fâtih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethinden sonra kabrin yerinin Akşemseddin tarafından keşf* yoluyla belirlendiğine dair Osmanlı tarih kaynaklarında geniş şekilde yer alan haberlerle bu bilgiler çelişmemektedir. Zira kabrin yeri korunmuş olmakla beraber İstanbul’un fethi sırasında sur dışında çok sayıda manastır, kilise, ayazma ve kutsal sayılan mezar bulunduğu için herhalde kabrin yeri kesin olarak bilinmemekteydi. Bir başka ihtimal de 1204 yılında Latinler’in İstanbul’u istilâsı esnasında şehir üç gün boyunca yağmalandığı ve hıristiyanlarca kutsal sayılan yerler yıkıldığı için Ebû Eyyûb’un kabrinin de tahrip edilmiş olmasıdır. Osmanlı padişahlarının tahta cülûsunda kılıç kuşanma merasimleri, şeyhülislâm ve bilhassa nakîbüleşrafın da bulunduğu bir törenle Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin türbesi önünde yapılırdı.

Resûl-i Ekrem Medine’ye hicret edince Medineli müslümanların her biri onu evinde misafir etmek istedi. Ancak Hz. Peygamber, bir tercih yaparak onları gücendirmemek için devesinin çökeceği yere en yakın eve misafir olacağını söyledi. Kendisini taşıyan devenin önce bir yere çöktüğü, buradan hemen kalkıp biraz ileride tekrar çöktüğü görüldü. Resûlullah oraya en yakın olan ve dedesi Abdülmuttalib’in annesi tarafından kendisine yakınlığı da bulunan Ebû Eyyûb’un evine yerleşerek burada yedi ay misafir kaldı. Bundan dolayı Ebû Eyyûb “Mihmandâr-ı Nebî” unvanıyla anılır. Bu ev İslâmiyet’in öğretildiği bir mektep durumundaydı. Hz. Peygamber fakir muhacirlere burada yemek verir, kendisine sunulan hediyeleri fakirlere burada dağıtırdı. Ev sahiplerine her vesile ile dua eder, onların bolluğa kavuşmalarını, huzur ve âfiyet içinde olmalarını dilerdi. Resûl-i Ekrem kendi evine taşındıktan sonra da zaman zaman Ebû Eyyûb’un evine misafir olurdu.

Ebû Eyyûb haksızlıklara tahammül edemez, doğru bildiğini söylemekten çekinmezdi. Cihad maksadıyla gittiği Mısır’da vali olan sahâbî Ukbe b. Âmir’in akşam namazını geç kıldırdığını görünce onu uyardı. Resûl-i Ekrem’in akşamı geç kıldığının zannedilmesine sebebiyet vererek halka kötü örnek olmamasını söyledi. Namazları müstehap olan vakitlerinde kıldırmayan Medine Valisi Mervân b. Hakem’e muhalefet eder, Resûlullah’a uyduğu takdirde kendisine uyacağını, aksi halde aleyhinde bulunacağını açıkça söylerdi. Bir gün Ebû Eyyûb’u Resûl-i Ekrem’in kabrine başını dayamış olduğu halde ağlarken gören Mervân bu hareketinin sünnete aykırı olduğunu söyleyince Ebû Eyyûb, “Ben bu mezar taşına değil Resûlullah’a geldim. Onun, ‘din işlerini ehliyetli kimseler üstlendiği zaman kaygılanmayın; ancak ehil olmayanlar başa geçince ne kadar ağlasanız yeridir’ dediğini duymuştum” diye cevap verdi (Müsned, V, 422).

Medine döneminden itibaren Hz. Peygamber’den hiç ayrılmadığı halde Ebû Eyyûb el-Ensârî’den sadece 150 hadis rivayet edilmesinin iki önemli sebebi vardır. Bunlardan biri hadis rivayetinde çok titiz olması, diğeri de ömrünün savaşlarda geçmesidir. Kendisinin bilmediği bir hadisi Ukbe b. Âmir’den bizzat rivayet etmek için Medine’den Mısır’a kadar gitmesi, söz konusu titizliğin eşsiz bir örneğini ortaya koymaktadır. Ondan hadis rivayet edenler arasında İbn Abbas, İbn Ömer, Berâ b. Âzib, Enes b. Mâlik, Câbir b. Semüre gibi sahâbîler ve Saîd b. Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Sâlim b. Abdullah, Atâ b. Yesâr gibi tâbiîler bulunmaktadır.

Kaynak ;

Diyanet İşleri İslam Ansiklopedisi
Eyüp Sultan Tarihi , Mehmet Nermi Haskan , Eyüp Belediyesi
İstanbullu Sahabeler , Necdet Yılmaz – Çoşkun Yılmaz , Bilge Kitab

Osman Kemali Efendi (k.s.)

İstanbul – Edirnekapı ‘da Mısır Tarlası kabristanında. (Kabristan’daki yerini harita da görebilirsiniz.)

Erzurum’un Pasinler ilçesine bağlı Güllüköy’de dünyaya geldi. Asıl adı Osman’dır. Doğum tarihi nüfus tezkeresinde 1881 olarak kaydedilmekteyse de bizzat kendisinin kaleme aldığı hal tercümesinden bu tarihin 1862 olması gerektiği anlaşılmaktadır.

Bir buçuk yaşında iken geçirdiği çiçek hastalığı sonucunda gözlerini kaybeden Kemall Efendi, altı yaşına geldiğinde bir süre köyün hocasından hafızlık dersi aldıysa da bir ilerleme sağlayamadı. Bunun üzerine Erzurum’a götürüldü. Burada bir medresede şanssızlık eseri hafız yetiştir­me usulünü bilmeyen bir hocaya teslim edilince yine bir netice alınamadı. Kendi ifadesine göre hocanın bilgisizliği yüzünden dört yıl kaybettikten sonra oradan alınarak Erzurum ulemasından Yeşil imam diye anılan Cafer Ağa Camii imam ve hatibi Seyyid Mustafa Efendi’ye teslim edildi . Onun yanında bir yıl içinde Kur’an-ı Kerim’i ezberlediği gibi kıraat ilminde de icazet aldı. Bu sırada on sekiz yaşında olan Kemal Efendi Taşkesenli Şeyh Ahmed Efendi’den dini ilimleri tahsile başladı. Bir yandan da Hatız-ı Şirazi ve Fuzuli’nin divanları ile Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin Mesnevi’sini ezberledi. Ayrıca medrese derslerine devam ederek icazet almaya hak kazandı.

Kemali Efendi yüzünü göremediği bir sevgiliye aşık olduğu bu dönemde derdine derman ararken Kolağası Ali Rıza adlı arif bir zatla tanışarak sohbetlerine devam etmeye başladı. Bu sohbetler sıra­sında mecazi aşkı ilahi aşka dönüştü. İlahi aşkın cezbesiyle Erzurum’dan ayrılarak on bir yıl süren seyahate çıktı. Bu sırada yirmi sekiz yaşında olan Kemali Efendi yaya olarak Diyarbakır’a gitti. Oradan Musul ve Bağdat’a geçti. Necef ve Kerbela’yı ziyaret etti. Buralarda mersiye ve kasideler okuyarak Hz. Peygamber’in soyuna ve onları sevenlere reva görülen zulüm ve haksızlıkları dile getirdi, Ehl-i beyt muhabbetini terennüm etti. Ardından yoluna devam ederek Trablusşam’a geldi. Şehrin müftüsü ile tanışıp onunla dost oldu ve bir yıla yakın bir süre burada kaldı. Daha sonra İskenderun, Antakya ve Halep’e geçti. Gittiği yerlerde Ehl-i beyt sevgisini ateşli bir dille telkin eden mersiye ve gazeller söylediğinden Alevi olarak tanındı. Halep Mevlevihanesi’nde bir süre kalıp Konya’ya geldi. Ehl-i beyt muhibbi olan Mevlana Dergahı postnişini Abdülvahid Çelebi tarafından dergahta uzunca bir süre misafir edildi. Abdülvahid Çelebi’nin oğlu Abdülhalim Çelebi ile de dostluk kuran Kemali Efendi’ye onun vasıtasıyla mesnevihanlık icazeti verilerek mevlevi sikkesi giydirildi.

1901’de İstanbul’a giden Kemali Efendi, bir süre Rami’de bostan bekçiliği ve Beyazıt Camii avlusunda arzuhalcilik yaptı. Bu sırada, kendisini Erzurum’dan tanı­yan Fatih müderrislerinden Hacı Nazmi Efendi’nin ısrarı üzerine Fatih Camii’nde Mesnevi okutmaya başladı. Ayrıca Hacı Nazmi ve Manastırlı İsmail Hakkı’nın derslerini takip ederek onlardan da icazet aldı. Fatih Camii’nde Mesnevi okuttuğu bu dönemde aynı camide vaaz veren Said Nursi tarafından Rafizilik ve zındık­lıkla itham edildi. 1903 yılında üç aylarda dini hizmetlerde bulunmak üzere Selanik’e gönderildi. Burada ittihad ve Terakki Cemiyeti’nin ileri gelenlerinden doktor Şükrü Kamil , Mehmed Sadık, Talat ve Manyasizade Refik beylerle tanıştı. İstanbul’a döndüğünde Şehzadebaşı’nda Kanuni Sultan Süleyman’ın amaların barın­ması için vakfettiği imarete yerleşti. İma­rette yaşayan amaların durumlarının çok kötü olduğunu farkederek vakfiye şart­larına uyulmasını sağlamak amacıyla bir selamlık resminde Sultan Abdülhamid’e dilekçe verdi. Ertesi hafta saraya davet edilen Kemali Efendi, padişahın huzuruna çıktığında ona amaların içinde bulunduğu zor şartları ve vakfiyede kendilerine tanınan imkanları anlattı. Görüşme­den memnun kalan padişah vakfın ihyasını ve Kemali Efendi’nin imaretin yöneticiliğine tayinini istedi. İmaretin Meşru­tiyet’ten sonra Kemali Efendi’nin kendi- sini Şam’da ceza reisi iken tanıdığı Şeyhü­lislam Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi ve Selanik’te tanıştığı Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın üye olarak bulunduğu hükümet tarafından lağvedilmesine karar verilmiş , ancak bu ikisi kararın çok hürmet ettikleri Kemali Efendi’nin İstanbul’da bulun- duğu sırada uygulanmasının doğru olmayacağını belirtince Kemali Efendi bir vesile ile Erzurum’a gönderilmiş ve imaret bu sırada lağvedilmiştir.

Kemali Efendi imaretteki görevini sürdürürken bir yandan da Üsküdar’da bir oda kiralayarak Mecelle okutmaya baş­ladı (1904). Bu dönemde dostlarından Gülzar-ı Hakikat müellifi Fazlullah Rahimi Efendi ile birlikte bir iş için Eyüp’e gittiklerinde Rahimi Efendi, mürşidi Seyyid Abdülkadir-i Belhi’yi Eyüp Nişancasın­’daki Şeyh Murad Dergahı’nda ziyaret etti. Kemali Efendi dergahın avlusunda arkadaşını beklerken kendi ifadesine göre on dokuz yıl önce gördüğü bir rüyayı aynı heyecan ve tazeliğiyle yeniden yaşamaya başladı. Bu sırada karşısına çıkan rüyasın­ da gördüğü kişi , yani Melami-Hamzavi Kutbu Seyyid Abdülkadir-i Belhi idi. O zamana kadar hiçbir şeyhe intisabı bulun- mayan Kemali Efendi cezbeye kapılarak hemen orada Abdülkadir-i Belhi’ye intisap etti. Aynı gün girdiği dergahtan iki yıl sonra dışarı çıkmasına izin verildi. Mürşi­dinin vefatına kadar on sekiz yıl kendisine hizmet edip feyiz aldı. Bu arada Fatih’in Sofular semtindeki bir tekkenin şeyhliği Meclis-i Meşayih tarafından kendisine teklif edildiyse de mürşidine hizmeti tekke şeyhliğine tercih ederek bu teklifi kabul etmedi. Mürşidinin ölümünden sonra hayatını Şeyh Murad Dergahı civarında­ ki evinde geçiren Kemali Efendi 8 Ocak 1954’te vefat etti. 10 Ocak günü Eyüp Camii’nde kılınan cenaze namazının ardın­dan Edirnekapı Mısır Tarlası kabristanına defnedildi. Kabir taşına kendisine ait,
“Cismim ruha döndü elhamdülillah
Her şey fena bulur bakidir Allah
Haktır Muhammed’dir hem Resulullah
Ben al-i abanın kıtmiri idim” mısraları yazılmıştır.

Ziyaretine gelenleri güler yüzle karşıla­yıp hatırlarını soran Kemali Efendi istidat ve idraklerinin derecesine göre onlarla sohbet etmiş, yüksek kabiliyetli olanlara tasvvufun en ince ve zor konularını doyurucu ifadelerle anlatarak gönüllerini Hakk’a yöneltmiştir. Sohbetlerinde özellikle Ehi-i beyt sevgisini aşılamaya gayret eden Kemali Efendi gönlüne doğan varidatı manzum ve mensur olarak yazdır­mış, Kemali Divanından Aşk Sızıntı­ları ve İrfan Sızıntıları adlı iki eseri bu şekilde meydana gelmiştir.

Kemali Efendi, Hamza Bali’den sonra Hamzaviyye adını alan Bayrami Melamiliği’ne mensuptur. Tarikat silsilesi Seyyid Abdülkadir-i Belhi , Seyyid Bekir Reşad Efendi ve diğer Hamzavl kutupları vasıta­sıyla devam ederek Hamza Bali’ye, oradan da Hacı Bayram-ı Veli’ye; Nakşiben­di  silsilesi Seyyid Abdülkadir-i Belhi’nin babası Süleyman-ı Belhi vasıtasıyla Bahaeddin Nakşibend’e; diğer bir Melami silsilesi de Rumeli Nakşibendi Melamiliğinin piri sayılan Muhammed Nurü’l- Arabi’ye ulaşır. Nurü’l-Arabi 1871’de istanbul’a geldiğinde Abdülkadir-i Belhi’yi birkaç defa ziyaret ederek dergahta misafir kalmıştı. Başhalifesi ve damadı Ab- dülkerim Fedai’den hilafet almakla birlikte Muhammed Nurü’l-Arabi’ye de hizmet etmiş olan Hacı Abdürrauf Efendi 1919’da İstanbul’a gelince Abdülkadir-i Belhi’yi ziyaret etmiş, bu ziyaret sırasın­ da Abdülkadir-i Belhi’nin izniyle Kemali Efendi’ye hilafet vermiştir. Böylece Seyyid Abdülkadir-i Belhi’nin temsil ettiği Bayrami Hamzavi Melamlliği ile Seyyid Muhammed Nurü’I-Arabi’nin temsil ettiği Nakşibendi Melamiliği Kemali Efendi’de birleşmiş ve kendisi melamet ehli tarafından zamanın kamili olarak kabul edilmiştir.

Osman Kemali Efendi’nin Eserleri
1-Kemal  Divanından Aşk Sı­zıntıları. Şiir söylemeye yirmi yaşında başladığını ifade eden Kemali Efendi’nin şiirleri ilk olarak 1947 yılında derlenerek yayımlanmış. eser bu tarihten sonra söylediği şiirlerin ilavesiyle iki defa daha basılmıştır. Kitap münacat na’t,gazel kaside, mersiye ve divan edebiyatının diğer nazım şekilleriyle yazılmış şiirlerle hece vezninin kullanıldığı çoğu tasvvufi muhtevalı şiirlerden oluşmaktadır. FuzuIi ve Bağdatlı Ruhi’yi onların seviyesinde tahmis edecek kadar yüksek bir şiir gücüne sahip olduğu görülen Kemali Efendi’nin bazı şiirleri bulunduğu tasvvufi makamın ifadeleri oldu- ğundan bunların anlaşılması oldukça güçtür. Eserde nasihatname türündeki altmış sekiz beyitlik “Enisü’l-fukara” isimli manzume ile “Na’t-ı imam-ı Ali Aleyhisselam” ve “Mersiye-i imam-ı Hüseyin Aleyhisselam” adlı manzumeler özellikle dikkat çekmektedir. Bu mersiye ve hece vezniyle yazılmış devriye niteliğindeki manzumeler türünün son ve en güzel örnekIeridir.
2-İrfan Sızıntıları Kemal Efendi’nin itikad ve ibadete dair bazı konuları tasvvufi açıdan şerheden risaleleriyle, bir kısım ayetlerin tasvvufi tefsirlerini ve seyrü sülukle ilgili bilgileri ihtiva eden risalelerinin derlenmesiyle meydana gelmiştir.

Kaynak ;Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi , 25. cilt , sayfa 234-236