Şeyh Ebu Ahmed Suğuri Dağıstani (ks.)

Dağıstan’ın Gazimiş köyünde.

Ebu Ahmed Suguri Dağıstani hazretleri, Hicri 1207 yılı, Receb-i Şerif ayının üçünde Çarşamba günü, Dağıstan’ın Sugral köyünde, dünyaya geldi. Nesebinin Hz. Ebubekir’e dayandığı rivayet edilmektedir. Dağıstan’ın Gazamiş köyünde, Hicri 1299/1882 yılı, Rebiülahir ayının Perşembe günü, doksan iki yaşında olarak ahirete intikal etmişlerdir.

Ebu Ahmed Suguri, Seyyid Cemaleddin Gazikumuki’nin halifesi olup, üzerine almış olduğu manevi emaneti, ömrü boyunca hassasiyetle yerine getirmiştir. Bu emanetin devamını temin için, ihvanı arasında vekalete en çok layık gördüğü, Ebu Muhammed el Medeni bin Osman hazretlerini halefi olarak seçmiştir.

Ebu Ahmed es-Suğuri, İmam Şamil ile birlikte Ruslara karşı savaştığı , cesaret ve halk arasındaki şöhreti bilindiği için Rus’lar O’nu da Dağıstan’dan, vatanından ayırıp sürgün etmişlerdi. Ali Usta bu sürgün esnasında Ebu Ahmed es-Suğuri’nin Ruslar tarafından köyünden alınıp, gözaltında bulundurmak üzere götürülmesi yaşanan bir vakıayı şöyle anlatıyor: “Ebu Ahmed es-Suğuri, sürgüne gönderilirken yolcu etmeğe gelen kalabalık halkın arasından geçerlerken atlar birden duruyor. Arabacı, atları döverek yola devam etmeye çalışıyor, fakat atlar asla kımıldamıyor. Arabadaki Ebu Ahmed es-Suğuri, arabacıya “Bana bak arabacı, dövme atları… Onları ben durdurdum. Ne yapsan gitmez onlar… Ben birisi ile görüşeceğim. Ondan sonra gideriz…” diyor.

Halk arabanın etrafına toplaşıyor. Ebu Ahmed es-Suğuri, halkın arasından çok süslü-püslü, renkli Rus jandarması üniforması giymiş bir genci yanına çağırıyor ve kimin oğlu olduğunu soruyor. Aslında ailesi müslüman olan genç, babasının ismini söyleyince: “Ah benim iyi arkadaşımın kötü oğlu! Bulamadın mı Allah yolunda gidenlerin yanında bir kısmet? Bir dilim ekmek için, gidip bu dini batıl kimselere hizmet ediyorsun !” diyor. Genç: “Efendim, bu sırmalara, elbiselere heveslendim…” diye utanarak cevap verince: “Bırak o hevesi! Şimdi ben sana nasihat etsem dinler misin?” diyor. Genç asker: “Dinlerim efendim.“ diye cevaplıyor. Ebu Ahmed es-Suğuri, “Elbette dinleyeceksin. Allah’ın izni ile vahşi hayvanlar dahi bizim nasihatımızı tutar“ der. Az önce atları nasıl durdurduğunu gören genç ve etrafındakiler bu zatın hayvanlar üzerinde de tasarrufu olduğunu teslim ediyor ve nasihatini dinlemek için kulaklarını açıyorlar.Ebu Ahmed Suguri, “Oğlum, zahirde halktan ayrılma; kendinde bir büyüklük görüp, gurur duyma. Batında da Hakk’tan ayrılma…“ Yakındaki kabristanı işaret ederek, “Şu kabristanı görüyor musun? Birgün orada yatacağını da hatırından çıkarma. Zira bunu unutanlar büyük hatalar işler…“ dedikten sonra arabacıya talimat vererek yollarına devam ediyorlar.

Ebu Ahmed Suguri çok riyazet yapardı. Gereğini, inanarak ve harfiyen yerine getirmeye uzun seneler çalışmıştır. Şeyh Adnan’a göre Şeyh Sugurî, her Salı, Perşembe ve Cuma geceleri ümmetin ahvalini Hz. Peygamber(sav)’e arz etmekle vazifelidir. Kırk sene kutbaniyet makâmında olduğu ifade edilen Sugurî’nin halleri ve sözleri, Hakkâniyye içerisinde kutbaniyet makâmının gereği addedilmektedir. Mesela Şeyh Ahmed, bizzat kendisi ümmettin kötü halleri için şefaat ve mağfiret niyazlarında bulunmakla vazifeli olduğunu ifade etmiştir. Bu durum, genel olarak, kutbaniyet makâmının bir vazifesi olarak addedilmektedir.

Ömrünün uzunca bir zamanını riyazet ile geçirdikten sonra ömrünün son yıllarında ise evinde adeta kuş sütünden başka her şey bulunur olmuş; eski fakr halinden hiç eser kalmamıştır. Dostları kendisine bu halin sebebini sorduklarında: “Efendiler! Siz pazardan aldığınız yeni bir öküzü, boyunduruğa alıştırmak için ne yapardınız? Alışana kadar aç bırakır, susuz tutarsınız. Alıştıktan sonra da işinizi iyi görsün diye, ona gayet güzel bakarsınız değil mi? İşte! Benim öküz de (nefs) artık boyunduruğa girdi alıştı. Şimdiden sonra ne versen fayda olur, zarar gelmez…” buyurmuşlardır.

 

Şeyh Cemaleddin Kumuki (k.s.)

İstanbul -Üsküdar’da Karacaahmed Kabristanında. Süleyman Hilmi Tunahan hazretlerinin karşı paftasında. ( Haritada tam yerini görebilirsiniz.)

Şeyh Cemaleddin Kumuki hazretleri, 1788 yılında Dağıstan’ın Gazi Kumuki şehrinde doğdu. Hazreti Peygamberimizin soyundan seyyid ve Nakşibendi tarikatında mürşid-i kamil idi. Kur’an hafızı olup hadis ilimlerinde de on binlerce hadisi rivayet zincirlerinin sağlamlık derecelerine göre tasnif edecek kadar iyi bilen, zahiri ve batıni bilimlerdeki yetkinliği tartışılmaz bir alimdi. Arapça, Türkçe ve Rusça ile bütün Dağıstan dillerine tam vakıf idi. Fevkalade güzel yazısı vardı.

Cemaleddin Kumuki hazretleri’nin kendi el yazısı ile kaleme aldığı “El-Âdâbu’l-Marzıyye Fi’t-Tarîkati’n-Nakşbendiyye” adlı eserinin orijinal nüshasına oğlu Seyyid Abdurrahman’ın yazdığı önsöz Cemaleddin kumuki’nin hayatı hakkındaki en önemli kaynaktır. Tercüme edilerek latin harflerine de aktarılan bu eserin önsözünde oğlu babasının hayatını şöyle anlatmaktadır: “Babam Seyyid Cemaleddîn Gazikumuk’ta doğmuştur. Gençliğinde Gazikumuk hanı Aslan Han’ın sekreteri olmuş­tur. Aslan Han onu çok severdi ve gayret ve dürüstlüğünü mükafatlandırmak için, Kürin hanlığındaki hepsi de Astal adını taşıyan üç köyün Han için tahsil edilen gelirini bağışladı. İşte bu sıralarda, ilahi bir ilham ile dünya hayatının bir hiç olduğunun bir anda farkına varan babam Allah’a yöneldi ve Aslan Han’ın hizmetinde iken işlediği bütün günahlardan pişman oldu. O ilk önce, Yaraglar köyündeki Nakşbendiyye şeyhi Kürin’li Muhammed Efendi’nin huzuruna vardı. Bu şeyhten tarikatı elde ederek, hakîkat yolunda yürümek isteyenleri bu yola sevketmek için icazet aldı. Mürşidinin sağlığında müridlerin eğitimi konusundaki tasavvufi hilafeti aldıktan sonra tekrar Gazikumuk’a döndü.

Gazikumuk’ta, zamanını inziva içerisinde, namaz kılmakla ve kendisini ziyarete gelenleri hakîkat yoluna sevketmekle geçirdi. Aslan Han zamanını artık geride bırakıyordu. Babamın şöhreti uzaklara, dağlara ve ovalara yayıldı. Şu bir gerçek ki, Gazi Muhammed ile Şeyh Şamil dahî, Gazikumuk’ta şeyh Cemaleddîn adında keramet sahibi bir velî ortaya çıktığı söylentisini işitmişlerdi. Bu iki şeyh, onu ziyaret edip tarikat almak istediler. Fakat Gazi Muhammed ilk önce babamı sınamak ve gerçekten iddia edildiği gibi sırları keşfetmeye kabiliyetli bir şeyh olup olmadığını öğrenmek istedi. Bir arkadaşıyla Gazikumuk’a geldi ve evimizin önüne gelerek, babamın yanına ilk önce arkadaşının girmesini emretti. Daha sonra eve girerek en üst katta boş bir odaya vardı ve sessizce kapının yanı başına oturdu. Böylece, babamın kendisinin orada olduğunu hiç bilmese de, her ziyaretçiyi ismi ve kabilesi ile tanıyıp . tanımadığını öğrenmek istiyordu. Gazi Muhammed kapının yanında otururken, babam : “Selam Gazi Muhammed, daha yakınıma otur, burası senin yerin değildir.” dedi. Şaşkına dönen Gazi Muhammed, “Benim Gazi Muhammed olduğumu nereden biliyorsun? Beni ne hiç gördün ne de benden bahsedildiğini duydun?” diye sordu. Babam da gülümseyerek, “Şu hadisi bilmiyor musun? : “Mü’minin firasetinden sakının, çünkü o Allah’ın nuruyla bakar.” Benim iyi bir mü’min olduğumdan şüphe mi ediyorsun?” diye sordu. Daha sonra, Gazi Muhammed’in arkadaşına dönerek şöyle dedi : “Ey kardeşim, beni ziyaret etmektense, üç yıldır dargın olduğun babanla barışman senin için daha hayırlıdır. Şayet hayır duamı almak istiyorsan, bil ki, onunla barışmadan sana hayır dua etmeyeceğim. Babana dön ve kabahatlerini affetmesini dile, daha sonra bana gel.”Bu sözleri işiten adam şaşkına döndü, benzi sarardı ve babamın keskin anlayışı karşısında titredi. Gazi Muhammed ikinci defa babama geldi ve ondan tarîkat aldı.

Aslan Han pek çok kimsenin babamı ziyaret ettiğini öğrenince, tasavvufun Gazikumuk Hanlığı’nda yayılmasından korktu. Babamı birkaç kez yanına çağırarak, ziyaretçi kabul etmemesini, inziva hayatını terketmesini tavsiye etti ve ihtiyaç duyacağı her hususta ona yardım etmeyi teklif etti. Babam da, hiç kimseyi davet etmediğini, fakat kendini görmeye gelenleri huzurundan kovmaya da niyeti olmadığını söyledi. Bunun üzerine Aslan Han’ın babama karşı tutumu düşmanlığa dönüştü. Hatta onu öldür­mek bile istedi, fakat Allah onu bu cinayetten korudu. Bir gün babamı öldürmek niyetiyle yanına getirtti. Han’ın huzuruna getirilince bastonuna dayanmış, vaziyette önünde durdu. Bu sırada Han birdenbire sarardı ve hemen ayağa kalkarak korkmuş bir vaziyette odayı terk etti. “O’nu serbest bırakın ve ona dokunmayın. O’nun parmakları mum gibi ışık saçıyor.” dedi. Bir başka kere Aslan Han, babama şöyle dedi: “Senin velî olduğunu ve kerametler izhar ettiğini söylüyorlar. Bana onlardan birini göster de velî olduğunu kabul edeyim.” Babam da ona şu cevabı verdi : “Ben bir velî değilim, fakat Allah’ın bir kuluyum. Beni serbest bırak.” Bunun üzerine han, “Müşahedelerinden veya kerametlerinden birini göstermezsen seni öldüreceğim.” dedi.
Babam Han’dan kurtulamayacağını görünce, Han’ın muhafızlarından birinin kendisine refakat etmesini istedi. Birlikte gittikleri yolun bir noktasında bir dikdörtgen çizdi ve şöyle dedi : “Burada Hayhana adında, çok uzun zaman önce kafirlere karşı savaşırken şehit düşen bir kadın yatmaktadır. Vücudu kefenin içinde bozulmamış vaziyette durmaktadır.”Han’ın hizmetçisi gülmeye başladı ve şöyle dedi : “ Toz topraktan başka bir şey bulunmayan yolun ortasında nasıl bir kabir bulunabilir? Şayet yanılıyorsan Han seni öldürür.” Bu sırada babamın bir öküz sürüp gitmekte olan bir mürîdi yaklaştı ve “Şayet burada bir mezar varsa şu öküzü kurban ederim.” dedi ve mürid toprağı kazmaya koyuldu. Babamın işaret ettiği mezarı kazdıklarında, sanki aynı gün tabuta konmuş gibi hiç bozulmamış bir kadın cesedi buldular. Muhafız sapsarı kesildi, şaşırdı ve hemen yanına koşarak herşeyi Han’a anlattı. Gazikumuk Hanı babamın velâyetine inandığı o günden, itibaren O’nu tasavvufi çalışmasında serbest bıraktı. Babamın mürîdi de öküzü orada kurban etti. Fakat, daha sonraları Han, Dağıstan’daki otoritesinin elinden gideceği endişesiyle yine düşmanlıkta devam ettiği için, hayatından endişe eden babam Gazikumuk’tan ayrıldı ve Aslan Han’ın ölümüne kadar kaldığı Zudahar’a yerleşti. Aslan Han’ın ölümünden sonra tekrar Gazikumuk’a döndü.

Şeyh Şerafeddin döneminde aynı yola intisab eden ve yakın zaman kadar yaşayan ve silsile hakkındaki rivayetler konusunda “kaynak kişi” konumundaki Ali Usta’nın anlatımına göre Kumuk Hanı Aslan, zalim bir kimseydi. Cemaleddin Gazikumuki, tasavvufa intisabından sonra maiyetinde çalıştığı Aslan Han’ın zulmüne ortak olmama düşüncesiyle “Zalim sultanın ne katibi olurum, ne de müftüsü” diyerek Han’ın danışmanlık önerisini reddeder. Bunun üzerine hapishaneye atılır ve birçok işkencelerden geçirilir. Bunlara rağmen, Seyyid Cemaleddin, yine de görev almayı kabul etmeyince Aslan Han, gazablanarak idam edilmesini emreder. Konağının balkonundan Seyyid Cemaleddin’in, idam sahnesini seyrederken, gözüne ne göründü ise, Han “Serbest bırakın O’nu” diye bağırarak düşüp bayılır ve Cemaleddin serbest bırakılır. Aslan Han ile Gazikumuki’nin ilişkisini dile getiren oğlu Seyyid Abdurrahman’ın yazılı anlatımıyla benzer olan bu rivayet, “zalim yönetici”ye destek olunmaması hassasiyetini yansıtması yönünden önemlidir.
Manevi halini anlatan kıssalardan birisi Ali Usta tarfaından şöyle nakledilmektedir: “Bizim köyümüzün ismi Aslantürk’tür. Biz, Sütakar kabilesiyiz. Hay­van ve süt bol olduğu için bu ismi almış kabilemiz. Bir gün Cemaleddin Gazikumuki, bizim köye geliyor. Komşu köyden ziyaretine gelenler:
-“Bizim köyde Ayşe isminde çok saliha bir kadın var.. Sen­den tasavvuf dersi istedi…“ demişler. Cemaleddin Gazikumuki, odadaki mangaldan almış köz halindeki bir ateş alıp kağıda sarmış:“O’na bunu verin, dersi budur !“ demiş. Ayşe Kadın’a bu közü keramet eseri sönmeden götürdüklerinde: “Anladım, anladım… Siz de bu sütü O’na götürün…“ demiş. Cemaleddin Gazikumuki, Ayşe kadın’dan gelen sütü içmiş ve “Elhamdülillah, Aslan Han’ın yaptığı eziyetleri ve verdiği kederleri giderdi bu süt. Bu geyik sütüdür. Ben ona kor halinde ateş gönderdim: “Şimdi tarikatı elde tutmak, bu ateşi elde tutmak gibidir; güçtür” demek istedim. O da bana geyik sütü göndermiş: “Ben onu tutamaz olsaydım bana bu geyikler gelip kendilerini sağdırır mıydı?” demek istiyor.“ der ve tasavvufi dersini tarif ederek intisabını kabul eder …

Ruslara karşı Dağıstan ve Kafkasya’da başlatılan cihadın öncülerinden Gazi Muhammed, hayatının ilk yıllarında tasavvuf önderlerine inan­amıyordu, çünkü tasavvufun inceliklerini anlayamıyordu. Fakat ne zaman ki onların velî olduklarını farkedip, kerametlerine şahid olunca günahlarından pişman oldu ve tarikat silsilesinin şerefini dile getiren şiirler bile yazdı ve Cemaleddin Gazikumuki’nin elinden tasavvufa biat etti.

Müridi Gazi Muhammed, Dağıstan’daki siyasi liderliği döneminde, Ruslar’a karşı cihad bayrağını kaldırıp Dağıstan halkı Rus işgalcilere karşı ayaklandığında ve Kafkasya’ya inmiş olan Çar ordularına hücum ettiğinde babam, başlangıçta bu savaş konusunda Gazi Muhammed ile hemfikir değildi. Gazi Muhammed’e, tasavvufi yolunda bağlısı olarak anılmaya devam etmek istiyorsa, halkının aşırı derecede yıpranması ile sonuçlanacak saldırı faaliyetlerinden vazgeçmesini tavsiye eden mektuplar yazdı. Fakat Gazi Muhammed babamı dinlemedi ve bu uyarıcı mektupları kendisinden Ruslarla savaşma müsaadesi isteyerek babamın da mürşidi olan Kürin’li Şeyh Muhammed’e takdim etti. Büyük mürşidimizden cihadı için ruhsat istediği mektubunu takdim ederken “Allah Teala, Kur’an’da kafirlere ve Allahsızlara karşı savaşmayı em­retmektedir. Fakat halifeniz Seyyid Cemaleddîn bu hususta bana müsaade etmiyor. Bu durumda hangisine uymam gerekir? O’nu dinlememem bana vebal midir ?” diye sormuştu. Bu başvurusu üzerine Kürin’li Şeyh Mu­hammed, “İnsanlarınkinden önce Allah’ın emirlerini yerine getirmek gerekir.” diye cevap vererek açıktan olmasa da O’na cihad açma konusunda ruhsat vermişti.

Şamil’in Dağıstan İmamı olarak Ruslara cihad açtığı güne kadar Gazikumuk’ta yaşadı ve daha sonra kızı ile evlendiği için damadı da olacak olan İmam Şamil’in hizmetine girdi. Dağıstan ve Çeçenistan halkı ile ova sakinleri Şeyh Şamil’i Ruslara karşı açılan gazanın lideri olarak kabul ederlerken babamı da tasavvuf yolundaki önderleri olarak benimsediler. Daha sonra Şamil kız kardeşim Zahide ile, ben ve erkek kardeşim de O’nun önceki eşlerinden doğmuş olan kızları ile evlendik. Böylece ailelerimiz kaynaşarak adeta tek bir aile haline geldi. İmam Şamil’in 1859’da/ H.1279’da mağlub olarak Ruslara esir düşmesi ve 25 yıllık cihadının neticesiz kalması ve Dağıstan’ın Ruslar tarafından işgalinden sonra Türkiye’ye göç ettik ve İstanbul’da Osmanlı Sultanı tarafından “Dağıstan Şeyhi” ünvanı ile taltif edildi”. Tasavvuf yolundaki vekaletini Dağıstan’da yetiştirdiği önde gelen halifesi Ebu Ahmed Es-Suğuri’ye bırakmıştı. Şeyh Cemaleddin Gazikumuki Osmanlı Sultan’ının ricası ile Üsküdar’da kendisine verilen evde yerleşerek ölümüne kadar İstanbul’da ikamet etti. Şeyh Şamil ise, Hacc’a gitmek ve daha sonra Medine-i Münevvere’de Rasulullah Efendimiz (s.a.v)‘e komşu olmak arzusu ile Hicaz’a gidecektir.

İstanbul Üsküdar’daki evleri, kısa sürede sevenlerinin ve yoluna bağlananların feyz aldığı bir maneviyat pınarına dönüşür. Üsküdar’ı yakıp yıkan tarihi yangında Şeyh Cemaleddin Gazikumuki pencereden bakıyor ve neredeyse yanlarındaki eve kadar gelen alevlere rağmen hiç telaş sergilemiyormuş. Bu durumdan endişelenen akraba ve sevenleri: “Efendi, evden çık, hiç değilse bazı eşyaları kurtaralım…” deyince şu cevabı almışlar: “Benim evimde bir metelik dahi haram para yok. Haram parayla inşa olunmayan ev yanmaz…” Bir anda rüzgarın yön değiştirmesi ile Seyyid Cemaleddin’in evine kadar ulaşan yangın o noktada kalıvermiş; mahallede adeta bir tek o ev yanmadan kurtulmuş…”

Şeyh Cemaleddin Gazikumiki hazretleri de Osmanlı Şeyhül-İslamının dikkatlerini Kafkasya üzerine çekmek üzere kendilerine Ağustos 1848’de aşağıdaki mektubu göndermiştir.

Bismillahirrahmanirrahim…
”Ey sevgili ve şerefli kardeşim!
Sizin ve padişahın yüce Divanı’nın alimlerin sessiz kalışına şaşıyorum. İçinde bulunduğumuz feci durumu bildiğiniz halde niçin Sultan’ı, yakınlarını, önemli kişilerini ve liderlerini ikna etmiyorsunuz..
Susmaya hakkınız var mı.. Kıyamet günü Allah’u Te’ala sizi suale çekerse ne cevap vereceksiniz..
Ne yapıyordunuz, ne söylüyordunuz; neyi emredip, neyi yasaklıyordunuz, diye sorulduğunda ne söyleyeceksiniz. O halde bu soruya bir cevap hazırlayınız.
Ey alim kardeşim!
Sizin hakkınızda kötü düşündüğümü gizlemeyeceğim. En büyük imam yüce Halife sizi dinlediğinde ve siz de Onu savaşa girmeyi tavsiye etmediğinize göre başka türlü bir şey yapmanız gerekmez mi.
Verdiğiniz sözü yerine getirmenizin tam zamanı değil mi..
Ey ilmi ile amil olan alimler,
Ey Kamil mü’minler!
Sahip olduğunuz bütün imkanlarla İslamın düşmanlarına karşı savaşmak zorundasınız. Osmanlı “Bab-ı ali” sinden burada savaşan kimselere yardım ve destek sağlamasını istemelisiniz. Hem Allahın koruduğu askeri birlikler göndererek bize yardım etmeniz, hem de Sultanlar arasında yapıldığı gibi görüşmeler yapmak suretiyle Rus hükümdarının bize karşı sürdürdüğü asker. faaliyetlerine son vermeye mecbur etmeniz zaruridir.Dağıstanlı alimlerle yaptığım bir görüşmenin ardından size bildirmek istediğim bunlardan ibarettir. Sadece bu hakir size müracaat ediyorsa da bu mesajı bütün alimlerin bir şikayeti olarak kabul edebilirsiniz. Talebimi kabul ederseniz, Allah sizi mükafatlandırsın ve cennetine koysun. Kabul etmezseniz Allah bize yeter. O, kendisine güvenilen kimselerin en iyisidir. Yüce Allahın dışında güç ve kuvvet yoktur.
O, merhametlilerin en merhametlisidir.”Şeyh Cemaleddin Gazikumuki Hazretleri’nin Osmanlı Şeyhul-İslamına gönderdiği mektubuna, ne cevap verildiğine herhangi bir yardım yapıldığına dair arşivlerde bir kayıt yok.
Bu sıralarda Osmanlı tahtında Sultan Abdül’aziz Han bulunuyordu. Şeyh Şamil’in kuvvetleri Ruslara karşı adeta bir set, baraj idi. Bu sebeple Ruslar, Doğuya ve Güneye ilerleyemiyordu. Şeyh Şamil’in esir düşmesinden sonra Ruslar doğuya doğru ilerlemeye başladı. Daha önce bir türlü giremedikleri tarihi Türkmen şehri Göktepe’yi ele geçirerek otuz beş bin kişiyi öldürdüler.
Bundan sonra bütün Türkistan’ı, son olarak da Afganistan’ı işgal ettiler.
Diğer taraftan 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 savaşında da Ruslar, İstanbul’da Yeşilköy’e,
doğuda ise, Erzurum’a dayandılar.
1914 Birinci Cihan Savaşında ise Trabzon,
Erzincan ve Bingöl’e kadar Doğu Anadolu’yu işgal ettiler.
On binlerce insan öldü, yüz binlercesi muhacir oldu.

Şeyh Cemaleddin Kumuki Hazretleri,
Şeyh Şamil’in tesliminden sonra Türkiye’ye geldi. 1869’da İstanbul’da vefat etti.
Kabri Karacaahmet mezarlığında dır.

Şeyh Has Muhammed Şirvani (k.s.)

Suriye – Şam. Kasiyun dağındaki Mevlana Halid bağdadi hazretlerinin yanında

Has Muhammed Şirvani Dağıstan’ın güneyinde yer alan Şirvan’ın Kulal kasabasında H. 1201 / 1786 yılında Muharrem ayının ilk (Pazartesi) gününde doğdu.İlk tasavvufi eğitimini ailesinden aldı. Medrese eğitimi ile zahiri din ilimlerini tahsil ettikten sonra İsmail Şirvani’nin halefi olacağı silsileye intisab ederek tasavvufi kemale erdi. Riyazet ehli bir sufi olduğu nakledilmiştir.

Has Muhammed Şirvani hazretleri ile Halifesi Şeyh Muhammed Yeraği hazretleri arasındaki ilişkiyi Tabakatü’l-Hacegani’n-Nakşibendiyye isimli eserde Bakini şöyle nakleder;

Şeyh İsmail Şirvani hazretleri , Has Muhammed Şirvani hazretleri’ne ”Evladım! Dağıstan beldelerinde [Hakka] vusul ve [Hakla] huzura hazırlanan insanlar görüyorum. Onların arasında en kamil olanını da kamil müderris Mohammed Efendi el-Yerağî’yi görüyorum. Eğer ona doğru yolculuk eder, yanına varır ve ona az bir müddet öğrenci olursan onun [Hakka] vusulüne delil olursun. Büyük veli-engin şeyh Has Mohammed eş-Şirvanî Muhammed el-Yerağî’ye gitti ve yanında ona öğrenci olmak vesilesiyle bir müddet kaldı, ancak Muhammed el-Yeraği, Has Muhammed Efendi’nin halini anlamadı. Has Muhammed Efendi, İsmail Şirvani’ye geri döndü ve [Muhammed el-Yeraği veya kendisinin] halinden sordu. İsmail Şirvanî [ikisi arasında] ifade ve istifadenin [feyz alış verişinin] hasıl olmadığını söyledi ve ikinci defa dönmesini emretti ve Has Muhammed Efendi [Mohammed el-Yeraği’nin yanına] döndü. Bir müddet yanında geçirdi. Bir gün Has Muhammed Efendi cehri bir namazda imamdı ve Fatihadan sonra ”De ki kendisinden kaçtığınız ölüm sizi karşılayacak [öleceksiniz]. Sonra gayb ve ibadeti Bilene [Allah’a] döndürüleceksiniz. Yaptıklarınızı size haber verecek.” [Cuma, 62/8] Sonra Mohammed Efendi el-Yerağî ayetin etkisiyle bayılıp düştü. Rab ona irade tecellisiyle tecelli etti [yani Hak Teala onun mürid olmasını istedi]. Bu zaman mürşid-i kamilin arkasında sekr haline büründü. Has Muhammed Efendi [Muhammed el-Yeraği’ye şöyle] dedi: Eğer istersen ben bir mürşid-i kamil biliyorum. Muhammed el-Yeragî dedi: Kimdir o? Has Muhammed Efendi şöyle cevap verdi: Şeyhim kamil Şeyh İsmail Efendi eş-Şirvanî el-Kürdemirî; ben ondan mezun ve icazedliyim. Hangimizi istersen? Tercih senindir. Şeyh İsmail Efendi ikisine ”nuranî ilimlerin sahibi Has Muhammed Efendi eş-Şirvanî benden mezundur ve makamıma kaimdir’ şeklinde bir mektup yazdı. [Mektupta ayrıca şöyle yazıyordu:] ‘Ey bizim kardeşimiz Muhammed Efendi el-Yeraği benden ne istersen onun yanında bulursun ve gözlerin görmediği kulakların işitmediği ve beşerin kalbine hatır olmayan şeylere vasıl olursun. Cesetlerimiz uzak aramızdaki mesafe uzun olsa da benim ruhaniyetim ile senin ruhaniyetin cem oldu.’ Muhammed el-Yeraği, İsmail Şirvanî’nin kelamını duyduğunda kalbi mutmain oldu, lubbü rahat etti ve Has Muhammed eş-Şirvani’den, İsmail Şirvani’nin telkin ettiği gibi Nakşbendî evradının telkinini istedi ve o da ona telkin etti. […] Has Muhammed Efendi eş-Şirvanî de müridleri terbiye için ona icazet verdi.

Has Muhammed Şirvani H. 1260/1844 yılında Ramazan ayının üçüncü günü olan bir Pazar günü Hacc’ını yaptıktan sonra Mekke’den Dağıstan’a doğru yaptığı yolculuk esnasında ahirete irtihal etti ve ve Suriye Dımaşk’ta Mevlana Halid Bağdadi hazretlerinin yanına defnedildi.

Şeyh İsmail Siraceddin Şirvani (k.s.)

 

Şeyh İsmail Siraceddin hazretlerinin kabri şerifi ; Amasya – Merkez’de Yukarı Türbe camiinde 

İsmail Siraceddin Şirvani hazretleri, Hicretin 1197 (1782/83) yılında Rusyanm, Şemahi kazasına bağlı Kürtemir’de dünya ya gelmiştir. Tahsil çağına ulaşınca, Şemâhî kasabasında bulunan âlimlerden Baba Efendinin talebelerinden olan Muhammed Nûrî Efendiden, ilk tahsiline başlayıp, Molla Câmî’nin Kâfiye Şerhi’ne kadar okudu. (1800/01) tarihinde Erzincan’a gelip Meşhur Evliya-zade Abdurrahman Efendi’den derse başlamış ve bu zatın önünde dersini tamamlamıştır.

Daha sonra Tokat’a gelen İsmail Şirvani , birkaç sene de Tokat’ta kaldıktan sonra Bağdat’a gitmiş Bağdat’ta Şeyh Yahya El-Mervezi’den Hadis ilmini okumaya başlamıştır. Bir taraftanda Ademoğlu lakabı verilen Molla Muhammed namındaki faziletli kişiden Felsefi İlmileri tahsil etmiştir.

1227 (1812) tarihinde Bağdat’tan Burdur kasabasına gelerek, burada da Fıkıh ilmini tahsil etmiştir. Buradan da doğum yeri olan asıl memleketi Kürtemir’e dönüp yedi sene kadar eğitim ve öğretimle meşgul olmuştur. Daha sonra memlektinden doğruca Hicaz’a gidip Hicaz’dan dönüşünde Medine-i Münevvere’ye uğramış ve oradan İstanbula gelerek birkaç ay kaldıktan sonra, Hindistan da bulunan Seyyid Abdullah Dehlevi Hazretlerini ziyaret etmek üzere İstanbul’dan ayrılmıştır. Basra’ya vardığı zaman orada kendilerine vaki olan manevi bir işaret üzerine Bağdat’a yönelmiş ve Bağdat’ta Mevlana Halid Bağdadi Hazretlerine intisab eyleyerek, Mevlana Halid hazretlerinin yanında seyr-i sülük’unu tamamladıktan sonra (1813-1817) Hilafet rütbesi ile taltif edilmiş, zahiri ve batıni ilimleri neşretmek üzere görevlendirilmiştir. 1233(1817/18)de yüce mürşitlerinin izni ile Şirvan’a dönmüş dokuz yıl kadar Şirvan’da irşat görevi ile meşgul olmuş, ve bu arada evlenmiştir. İsmail Şirvani hazretlerinin Şirvan’da Abdulhamit Efendi adında bir oğlu dünya’ya gelmiş bu zat Karadeniz’e bir yolculuk esnasında vapurdayken vapurun batması ile vefat etmiştir.

Mevlana Halid’in ölümünden sonra Dağıstan’a geri döndü ve zaviyesini kurdu. Has Muhammed Şirvani, Şeyh Muhammed Yaraği, Seyyid Cemaleddin Gazikumuki’yi sırasıyle halefi olarak yetiştirdi. İsmail Şirvani’nin başlattığı tasavvufi faaliyet kısa zamanda bütün Kafkasya’da süratle yayılarak daha sonra İmam Şeyh Şamil‘in şahsında bayraklaşan müridizm hareketine başlangıç oluşturdu. Faaliyetleri Rusyanın siyasi politikalarına uymadığı için, Rusya tarafından evvela yakın müridleri hapsedilip sürgün edildi. Şeyh İsmail Şirvani’nin bölgedeki nüfuzundan korkan Rus idaresi bir taraftan da O’nu tazyik etmeye başladı ve Şirvan’ı terk etmesini istedi. Bu baskılar neticesinde önce Ahıska’ya sonra ise Anadolu’ya göç etti.

Amasya’ya gelişlerinden iki sene sonra 1244(1828/29) yılında oğlu Mehmet Rüştü dünya ya gelmiştir. (Sadrazam Mehmet Rüştü Paşa). Mevlana İsmail Şirvani bundan sonra Amasya’dan ayrılarak Sivas’a gitmiş ve dokuz sene Sivas’ta ikamet etmiştir. Diğer oğlu Ahmet Hulusi (Kadasker), 1249(1833/34) yılında Sivas’ta doğmuştur. İsmail Şirvani 1255(1839/40) yılın da tekrar Amasya’ya dönmüş burada 1260(1844) yılında üçüncü oğlu Mustafa Bey doğmuştur. İsmail Şirvani Hazretleri Ömrünün son zamanlarını Amasya’da geçirip, orada 1847 (H.1264) senesinde çıkan kolera salgınından bir Ramazan ayında vefât etti. Geçirdiği ömür 67 yıldır.

Siraceddin mahlası Hazreti Mevlana Halid Bağdadi tarafından verilen bir lakabtır. Alimler arasındaki lakabı, Fakirullah, Kutbu’l-Aktab, Gavsü’l-Enam, Seyyid Ennüceba, Şah İsmail Şirvani, Hazreti Mevlana diye çağrılır. Denizli Kasabası’ndan Şeyh Hacı Ahmet Efendi ve yukarda ismi geçen Mir Hamza Nigari bu zatın halifelerindendir. Akli ve nakli ilimlerde zamanının emsalsiz bir bilgini olduğu, özel olarak fıkıh ilminde bir kaynak teşkil eder derecede bilgiye sahip olduğu anlatılmaktadır. İsmail Şirvani hazretleri, gayet alçak gönüllü, iteatkar, saygılı ,Şah Nakşbend meşrep, hikmet sahibi, Hakka ulaştıran, eğitici bir mürşiddi. Kabirleri Amasya’da Samlar Mahallesinde oğlu Rüştü Paşa tarafından yaptırılan türbededir. Yukarı Türbe denilen yer burasıdır.