Ana Sayfa>evliya(Sayfa 29)

Hz. Yakub (a.s.)

Filistin’ de El -halil Kentindeki El- halil camiinde

Ken’an diyârında, yâni Fenike denilen Sayda, Sûr ve Beyrut ile Filistin ve Sûriye’nin bir kısmından ibâret olan bölgede yaşayan insanlara gönderilen peygamber. İsmi Yakub olup İbrânicede Saffetullah, yâni “Allahü teâlânın sâf ve temiz kıldığı kul” mânâsına gelmektedir. Diğer adı İsrail olup “Allah’ın kulu” mânâsına gelmektedir. İbrahim aleyhisselamın küçük oğlu olan İshak aleyhisselamın oğludur.

Yakub aleyhisselamın on iki oğlu vardı. Bu yüzden, onun on iki oğlunun torunlarına Benî İsrail, yâni İsrailoğulları denilmiştir. Oğullarından her birinin sülâlesine “Sıbt”, hepsine birden torunlar mânâsına gelen “Esbât” denir. Sonradan Yahudi adı verilmiştir. Yakub aleyhisselamın neslinden birçok peygamber geldi: Musa, Harun, Davud, Süleyman, Zekeriyya, Yahya ve İsa aleyhimüsselâm bunlardandır.

Yakub aleyhisselam Şam’da veya Medyen’de doğdu. Onun Iys isminde bir kardeşi vardı. Çocukluğu babasının yanında geçti. Babası İshak aleyhisselam, Yakub aleyhisselam için; “Yâ Rabbî! Neslimden peygamber geleceğini buyurmuştun. O vâdini bu oğlumdan zuhûr ettir.” diye dua etti. Onun soyundan nice peygamberler göndermesi için Allahü teâlâya niyâzda bulundu.

Yakub aleyhisselam babasının vefatından sonra annesinin tavsiyesi üzerine Harran’da bulunan dayısının yanına gitti. Orada uzun müddet kaldı. Dayısının büyük kızı Leya ile evlendi. Bu evlilikten Rabil, Şemun, Lâvi, Yehûda, İsâhar ve Zablûn adlı oğulları ile Dînar isimli kızı doğdu. İbrahim aleyhisselamın bildirdiği dinde iki kız kardeşle evlenmek câiz olduğundan ilk evliliğinden yedi sene sonra dayısının küçük kızı Râhil ile de evlendi. Bu hanımından da Bünyamin ve Yusuf adlı iki oğlu oldu. Belhe ve Zülfâ adlı iki câriyesi vardı. Belhe adlı câriyeden Dân ve Neftâle, Zülfâ adlı câriyesinden de Câd ve Âşir adlı oğulları doğdu. Böylece on iki oğlu oldu.

Kırk sene kadar dayısının yanında kalan ve ona hizmet eden Yakub aleyhisselama Allahü teâlâdan Vahy gelip Ken’an diyârı ahâlisine peygamber olarak vâzifelendirildiği bildirildi. Dayısından izin alarak hanımları, oğulları ve kendisine tâbi olanlarla birlikte Harran’dan ayrılıp Ken’an diyârına geldi ve oraya yerleşti. Kendisi ve oğulları için evler yaptırdı. Bu sırada Yusuf ve Bünyamin adlı oğullarının annesi olan Râhil vefat etti.

Yakub aleyhisselam insanları Hak dîne ve tek olan Allahü teâlâya inanmaya ve O’na ibâdet etmeye dâvet etti. Ken’an diyârı ahâlisinden çok kimse ona îmân etti. Ken’an diyârını idâre eden Şüceym bin Dâran isimli kral, Yakub aleyhisselama karşı çıktıysa da başarılı olamadı.

Yakub aleyhisselam anneleri vefat etmiş olan oğulları Bünyamin ve hazret-i Yusuf’u diğer oğullarından çok seviyordu. Çünkü bu ikisi anne şefkâtinden mahrûm kalmışlardı. Yakub aleyhisselamın özellikle hazret-i Yusuf’a karşı aşırı muhabbeti olduğu için onu bütün oğullarından üstün tutuyor ve yanından ayırmıyordu. Hazret-i Yusuf yedi yaşındayken rüyâsında on bir yıldız, ay ve güneşin kendisine secde ettiklerini gördü. Bu rüyâsını babasına anlattı. Rüyâ tâbirini iyi bilen Yakub aleyhisselam oğluna ileride büyük nîmetlere kavuşacağını ve kendisine peygamberlik verileceğini söyleyerek rüyâsını kardeşlerine anlatmamasını tavsiye etti.

Yakub aleyhisselamın oğlu Yusuf’a karşı aşırı muhabbet göstermesini kıskanan diğer oğulları onu hased ettiler. Hazret-i Yusuf’a berâberce tuzak kurup onu öldürmek istediler. Babalarından korktukları için de ne şekilde kötülük yapacaklarını tespit edemediler.

Daha sonra kendi aralarında konuşup Yusuf aleyhisselamı yol üzerindeki bir kuyuya atmayı kararlaştırdılar. Yusuf aleyhisselamı babalarından alıp, berâberlerinde götürebilmek için hîleye başvurdular. Yusuf aleyhisselamı alıp kıra götürdüler ve kervanların geçtiği yolun kenârındaki bir kuyuya attılar. Sırtındaki gömleğini çıkarıp kestikleri bir hayvanın kanıyla boyadılar. Akşam olunca da kanlı gömleği babalarına getirip; “Biz kırda yarış ederken, Yusuf’u eşyâlarımızın yanında bırakmıştık. Onu kurt yemiş.” dediler.

Yakub aleyhisselam kana bulanmış fakat hiç yırtık ve çizgi bile olmayan gömleğe bakıp oğlu Yusuf’u kurt yemediğini ve onun hayatta olduğunu anladı. Diğer oğullarına o kurdun Yusuf’uma karşı şefkâti sizden fazlaymış. Vallahi bugüne kadar bu kurt gibi yumuşak huylu bir kurt görmedim. Oğlumu yemiş de sırtından gömleğini bile yırtmamış. Bu söyledikleriniz yalandır. Yusuf’a ne ettinizse siz ettiniz. Fakat elimden ne gelir. Benim için sabr etmekten güzel bir şey yoktur” dedi. İçli içli ağlayıp, kalbini Allahü teâlâya bağladı ve oturdu. Yusuf aleyhisselamın ayrılığından dolayı üzülüyor, fakat bu üzüntüsünü kimseye bildirmiyor, hâlinden de kimseye şikâyette bulunmuyor, oğluna kavuşacağı günü hasretle bekliyordu. Hasret ve üzüntüsü sebebiyle ağlamasından dolayı gözlerine ak inmiş göremez olmuştu.

Atıldığı kuyudan bir kervancı tarafından çıkarılan ve Mısır’a götürülerek bir köle diye satılan Yusuf aleyhisselam, Mısır Mâliye Nâzırı tarafından satın alındı. Mâliye Nâzırının sarayında özel olarak büyütülen Yusuf aleyhisselam, Nâzırın ölümünden sonra Mâliye Nâzırı oldu. Aldığı ekonomik tedbirler sâyesinde, yedi sene müddetle devâm eden kıtlık esnâsında Mısır halkının rahat ve refâh içinde yaşamasını sağladı.

Yakub aleyhisselam Bünyamin dışındaki oğullarını buğday ve erzak almak üzere Mısır’a gönderdi. Yusuf aleyhisselam onları tanıdı ve ikrâmlarda bulunarak erzak verdirdi. İkinci defâ gelişlerinde kardeşleri Bünyamin’i de getirmelerini söyledi. Onlar da ikinci gelişlerinde kardeşleri Bünyamin’i getirdiler. Kendi anne-baba bir kardeşi olan Bünyamin’i bir tedbirle yanında alıkoydu. Yakub aleyhisselamın oğulları üçüncü defâ Mısır’a gidince Yusuf aleyhisselam kendini onlara tanıttı. Gömleğini babası Yakub aleyhisselama gönderdi. Babasını ve bütün akrabâlarını da Mısır’a dâvet etti. Yakub aleyhisselam gömleği yüzüne gözüne sürünce gözleri açıldı.

Yakub aleyhisselam oğlunun dâveti üzerine bütün akrabâsını alarak Mısır’a gidip oğlu Yusuf aleyhisselama kavuştu. Yusuf aleyhisselam babasına ve yanındakilere büyük ikrâmlarda bulundu. Kardeşlerini affettiğini bildirdi. Yakub aleyhisselam oğlu hazret-i Yusuf’a kavuştuktan sonra oğullarıyla birlikte on seneden fazla Mısır’da yaşadı. İyice ihtiyarlayınca oğullarını başına toplayıp, vasiyette bulundu. Oğullarından, tek olan Allahü teâlâya ibâdet edeceklerine dâir söz aldıktan sonra vefat etti. Oğulları cenâze namazını kıldılar. Vasiyeti üzerine Kudüs yakınlarındaki Halîl-ür-Rahmân’da bulunan babası İshak aleyhisselamın yanına defnedildi. Rivâyete göre burada dört kabir vardır. Bunlar İbrahim aleyhisselama, İshak aleyhisselama, Sâre vâlidemize ve Yakub aleyhisselamâ âittir.

Yakub aleyhisselam dedesi İbrahim aleyhisselama gönderilen kitaptaki (sahifelerdeki) emir ve yasakları insanlara tebliğ etti. Yakub aleyhisselam Allahü teâlânın seçtiği, kendi zamânında yaşayan insanların sûret (görünüş) ve sîret (huy ve yaşayış) yönünden en üstünüydü. Buğday benizli, uzun boylu, nâzik yapılı bir bedene sâhipti. Babası, İshak aleyhisselam gibi halim selîm, yumuşak huylu, doğru sözlü, kerim ve cömertti. Kur’ân-ı kerîmde Yâkub aleyhisselamın, dinde kuvvetli olduğu, ihlâs sâhibi olduğu, sâlihlerden olduğu, bitmeyen güzel bir sabra sâhip olduğu, seçkin ve hayırlı kimselerden olduğu ve rüyâ tâbirini iyi bildiği açıklanmıştır.

Yakub aleyhisselamın beş çeşit mucizesi vardı:
1. Duâsı bereketiyle bir koyunun karnından dört kuzu doğmuştu. Bir kavim gelip, Ey Allah’ın peygamberi, geçen sene koyunlarımız hiç doğurmadı. Cenâb-ı Hakka dua ediniz, hem bu seneki, hem de geçen seneki kuzuları birden versin, diye ricâ ettiler. Yakub aleyhisselam dua edince, her bir koyundan dörder tâne doğmak sûretiyle koyunları çoğaldı.

2. Sesi sürekli olup, üç konaklık yerden bile duyulurdu. Düşman askerine bağırdığı zaman korkularından hep kaçarlardı.

3. Hazret-i Yakub’un attığı şey, pek uzaklara giderdi. Oğullarını Amâlika kavmiyle muhârebeye gönderince, muhârebe esnâsında Yehûda adlı oğlunun, süngü ve mızrakla silâhı parçalanmıştı. Yehûda, silâhım kırıldı babacığım, bir silâh gönderiniz, diye seslendiği anda, hazret-i Yakub işitip, bir dağ başından önceki gibi bir silâh attı ve seslendi. Yehûda sesini işitip, silâhı aldı ve hemen düşmana saldırdı ve gâlib geldi. Halbuki aralarında 360 km’lik mesâfe vardı.

4. Yakub aleyhisselamın duası bereketiyle büyük ve küçük dağlar yerlerinden kalkmışlardır. Ken’an ahâlisini dîne dâvet ettiği vakit, orada bulunup, yörenin iki tarafını darlaştıran dağların başka yere naklolunmasıyla, yerlerinin geniş bir saha olmasını istemişlerdi. Yakub aleyhisselam dua edince, murâdları hâsıl olup, yerleri geniş ve düzlük olup havası da gâyet güzel olarak Hicaz’da en güzel yer olarak tanınmıştır.

5. Ken’an ahâlisini îmâna dâvet ettiği vakit, oturdukları yerlerde bulunan dağlık ve taşlık yerlerin, bütün tepe ve taşların toprak olmasını teklif etmişlerdi. Yakub aleyhisselam dua edince, diledikleri gibi olmuştur.

Yakub aleyhisselamın en büyüğü Rabil olmak üzere Şem’un, Lâvî, Yehûda, Zablun (Yâlun), İsâhar, Dân, Neftâli, Âşir, Cad, Yusuf ve Bünyamin adlı on iki oğlu vardı. İsrailoğulları bu on iki oğlunun neslinden çoğalmışlardır. Yusuf aleyhisselamdan sonra akılca en üstün olan Yehûdânın neslinden Davud aleyhisselam ve Benî İsrail (İsrailoğulları) hükümdarları gelmiştir. Bu sebeple İsrailoğullarına genel olarak Yahudi de denilmiştir. İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerin çoğu da Yusuf aleyhisselamın neslindendir. Kur’ân-ı kerîmde zikr edilen Talut da Bünyamin’in neslindendir.

Kur’ân-ı kerîmde Yusuf sûresinde ve Bakara sûresi 132, 133, 140; Âl-i İmrân sûresi 84-93; Nisâ sûresi 163; En’âm sûresi 84; Hûd sûresi 71; Meryem sûresi 6, 49, 58’inci âyetlerinde Yakub aleyhisselamdan ve fazîletlerinden bahsedilmektedir.

Kaynak : Dinimizislam.com

 

Hz. İshak (a.s.)

Filisin – El Halil kendinde Hz. İbrahim camii’nin içerisinde

Şam ve Filistin ahâlisine gönderilen peygamberlerden. İbrahim aleyhisselamın ikinci oğludur. Annesi hazret-i Sâre’dir. Büyük kardeşi İsmail aleyhisselamdan kaç yaş küçük olduğu bilinmemektedir. İbrahim aleyhisselam, Nemrûd’un ateşinden kurtulduktan sonra, Bâbil’den hicret ederek, kendisine inananlar ve hanımı Sâre Hatun’la birlikte Mısır’a gitti. Oradan da Filistin ve Şam diyârına döndü. Sâre Hatun’un gençliğinde çocuğu olmamıştı. İbrahim aleyhisselam oğlu İsmail aleyhisselamı ve annesi Hâcer Hatun’u Mekke’ye bıraktıktan sonra, Şam diyârına döndü. Allahü teâlâ yaşlıyken Sâre Hatun’a bir oğul ihsân edeceğini, Cebrâil aleyhisselam vâsıtasıyla müjdeledi. Sâre Hatun, bu müjdeye sevindiği için oğluna İshak ismi verildi. İshak İbrânice “güler” mânâsına gelir.

Allahü teâlânın Lut Kavmini azgınlıkları sebebiyle helâk ettiği sene doğdu. Şam diyârında büyüyünce, babası ve annesi ile Mekke’ye gitti. Kâbe-i muazzamayı ziyâret edip, ağabeyi İsmail aleyhisselamla görüştü. Üçü birlikte Filistin’e döndüler. Burada anne ve babasına hizmet etti. Her sene hac zamânında Mekke’ye gitti. Bir rivâyette babasının sağlığında, başka bir rivâyette ise vefatından sonra Şam ve Filistin ahâlisine peygamber olarak gönderildi. İbrahim aleyhisselamın dîninin hükümlerini yaymaya devâm etti. Kavmine nasihat edip, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. Altmış yaşındayken, İys ve Yakub adında iki oğlu oldu. İys amcası İsmail aleyhisselamın kızıyla evlendi. Babasının duası bereketiyle soyu bereketli olup, kısa zamanda çoğaldı. İshak aleyhisselamın diğer oğlu Yakub aleyhisselama da peygamberlik verildi. Oğul ve torunlarından peygamberler geldi. Bir adı da İsrail olan Yakub aleyhisselamın soyundan gelenlere sonradan “İsrailoğulları” denildi.

Ömrünün sonuna doğru gözlerinin görmesi zayıflayan İshak aleyhisselam, 120 sene veya daha fazla yaşadıktan sonra, Filistin’de vefat etti. Filistin’de Halîlürrahmân denilen yerde baba ve annesinin de medfûn bulunduğu mağaraya defnedildi. Yüz ve şekil itibariyle, ahlâk ve yaşayışta babası hazret-i İbrahim’e çok benzeyen İshak aleyhisselam, Kur’ân-ı kerîm’de ilim sâhibi olarak zikredildi.

Mucizeleri:
1. Hayvanlar açık bir lisanla peygamberliğine şehâdet ederlerdi.
2. Duâ etmesi üzerine dağın harekete geçmesi: İshak aleyhisselam Kudüs’te insanları Allahü teâlâya îmâna dâvet edince, insanlar; “Eğer şu dağı harekete geçirirsen, îmân ederiz.” dediler. İshak aleyhisselam dua edince dağ sallanmaya başladı. Kudüs halkı hep birlikte îmân ettiler.
3. İshak aleyhisselam merkebine binip bir dağa çıkmak isteyince merkebin ön ayakları kısalır, arka ayakları uzardı. Dağdan aşağı inerken de tersi olurdu.
4. İshak aleyhisselamın duası bereketiyle Allahü teâlâ ölmüş hayvanları diriltirdi.
5. Şam ahâlisinin arzusu üzerine yaptığı dua netîcesinde, elini sırtına koyduğu bir koyun, hemen kuzulamış daha sonra ard arda dokuz defâ yavrulamıştır.
Kur’ân-ı kerîmin Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ ve İbrahim sûrelerinde İshak aleyhisselamla ilgili haberler verilmiştir.

Evliyaların Fazileti

Evliyaların Fazileti

Sure-i Yunus 62,63,64 / Ruhu’l-Beyan Tefsiri:

62. İyi bil ki Allah’ın dostlarına korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.yol

63. Onlar imân edip de takvaya ermiş olanlardır.

64. Dünya hayatında da ahirette de onlara müjde vardır. Allah’ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu, büyük kurtuluşun kendisidir.

İyi bil ki” dikkat edin ve bilin ki “Allah’ın dostlarına” yani Allah’ın sevgilisi ve nefislerinin düşmanı olanlara, demektir. Çünkü velilik, Allah’ı ve kendi nefislerini marifet (bilip tanımak) demektir. Allah’ı marifet O’nu muhabbet nazarıyla görmektir. Nefsini marifet ise nefsin halleri ve özellikleri üzerindeki perde açıldığında onu düşman nazarıyla görmektir. Nefsi gereği gibi tanıyıp onun Allah’ın da senin de düşmanın olduğunu anladığın, sabırla ve sıkıntılara aldırmadan onu tedavi ettiğin zaman nefsin hile ve tuzaklarından emin olursun. Ona şefkat ve rahmet nazarıyla bakmazsın et-Te’vîlâtü’n-Necmiyye’de böyle denilmektedir.

Ebu’s-suûd Efendi şöyle der: “Sözlükte velî, yakın demektir. Allah’ın velilerinden maksat ise Allah’a ruhanî olarak yakın olan hâlis mü’minlerdir.”

Çünkü onlar Allah’a itaat ederek O’nun velisi olurlar. Yani Allah’a müstağrak olarak O’na yaklaşırlar. Öyle ki gördükleri zaman O’nun kudretinin delillerini görürler, işittikleri zaman O’nun âyetlerini işitirler, konuştukları zaman O’nu överek konuşurlar, hareket ettiklerinde O’na hizmet için hareket ederler, gayret ettikleri zaman O’na tâat etmeye çalışırlar.

Allah’ın velilerine iki cihanda da herhangi bir istenmeyen durumun başlarına gelmesi ile ilgili bir “korku yoktur.” Korku, istenmeyen bir durumun ileride gerçekleşmesi endişesinden kaynaklanır “ve onlar” bir isteklerinin elden kaçması hâlinde “üzülmeyeceklerdir.”

Üzülme, geçmişte kötü gördüğü bir şeyin gerçekleşmesinden ya da yine geçmişte sevdiği bir şeyi elinden kaçırmaktan kaynaklanır. Yani üzülmelerini gerektirecek şeyler başlarına gelmeyecektir. Gelecek olsa bile endişelenmeyecekler, korkmayacaklardır. Bilâkis, dâimi bir sevinç ve neşe içerisinde olacaklardır.

Nasıl böyle olmasın ki, Allah Teâlâ’nın celâl ve heybetini yüceltmek, sadece kulluk haklarını yerine getirmek için korku ve haşyet hissetmek, havas ve mukarreblerin özelliklerindendir.

Bu sebepledir ki, el-Kevâşf’de şöyle denilmektedir: “Onlara” ahirette “korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” Yoksa Allah’ın velileri dünyada korku ve üzüntü bakımından diğerlerinden çok daha ileridedirler.”

Onlara bu hallerin arız olması şu yüzdendir: Çünkü onların gayesi sadece Allah’a tâatte bulunmak ve O’nun rızâsına nail olmaktır. Bu gayenin gerçekleşmesi, Allah katında değerli olmayı ve yakınlığı da peşinden getirecektir. Cenab-ı Hak’ın vaadi gereği bunun gerçekleşmesinde, hiçbir şüphe yoktur ve elden kaçırılma ihtimalide bulunmaz. Bunun haricinde olup da bazen elde edilen bazen de elden kaçırılan dünyevî işler ise onların maksatları arasında değildirler. Dolayısıyla ister olsunlar, ister olmasınlar fark etmez. Bu gibi şeylerin zararından endişe edip, sağlayacağı yararı kaçırmaktan dolayı üzülmezler. Nitekim el-îrşâd’da böyle geçmektedir.

İşin aslı şudur: Allah dostları hüviyyet-i ahadiyyette fânî oldukları için ulaştıkları mertebenin ötesinde bir gayeleri ve düşünceleri kalmaz ki korkup üzülsünler. Hz. Hüdâyî k.s.’in Nefâisü’l-mecâlis’inde böyle geçmektedir.

63 “Onlar îmân edip de takvaya ermiş olanlardır.”

Onlar İmân edip de takvaya ermiş olanlardır.” Bu ifâde şöyle düşünülebilecek bir soruya cevaptır: “Onlar kimdir, bu kıymetli mertebeyi elde etmelerinin sebebi nedir?” İşte bu soruya cevaben şöyle denildi: “Onlar, bütün hayırlara ulaştıran ve bütün serlerden alıkoyan takva ile Allah’tan gelen her şeye îmân etmeyi kendilerinde toplayan kimselerdir.”

Allâme şeyhimiz Osman Fazlı Efendi der ki: “Allah’ın velileri, şeriat ve tarikat mertebesinde kendilerinden kötü amel ve huyların sâdır olması, marifet ve hakikat mertebesinde ise kendilerinden gaflet ve telvînât hallerinin ortaya çıkması konusunda Allah’tan sakınırlardı. Çünkü onlar tabiatlarını şeriat, nefislerini tarikat, kalplerini marifet, ruhlarını ve sırlarını da hakikat yardımıyla ıslâh ederlerdi. Şu halde şüphe yok ki onlar Allah dışındaki tüm varlıklardan (mâsivâ) sakınırlar.”

Fakir (Bursevî) şöyle der: “Şeyhimiz bu sözleriyle buradaki takvadan kast edilenin, bu mertebelerin üçüncüsü olduğuna işaret etmektedir. Bu üçüncü mertebe insanoğlunun sırrını Hak’tan ve tamâmiyle O’na yönelmekten alıkoyan her şeyden uzaklaşmasıdır. Bu mertebe, aynı zamanda daha aşağıda yer alan îmânın ifâde ettiği şirkten korunma mertebesini ve günah görülen bütün fiil ve terklerden kaçınma mertebesini içine alan bir mertebedir. Veliler Allah’a yönelme ve masivadan kaçınma konusunda istîdât derecelerinin farklılığına göre farklı derecelere sahiptirler. Bu derecelerin en ilerisi, peygamberlerin himmetlerinin ulaştığı derecedir. Peygamberler, nübüvvet ve velilik riyasetlerini bir arada bulundurmaktadırlar. Maddî âleme dâir bilgilerle ilgilenmeleri, onları ruhlar âlemine yükselmekten alıkoymaz. Kudsî kuvvetle desteklenmiş tertemiz nefisleri son derece istîdâtlı olduğu için mahlûkatın maslahatına olan şeylerle ilgilenmeleri, onları hakkânî hâllere dalmaktan geri koymaz.”

İşte buradan Peygamber Efendimiz s.a.v.’in, Hz. İsâ a.s.’dan üstün oluşunun hikmeti anlaşılmış olmaktadır. Çünkü İsa a.s.ın dördüncü kata yükselmesi, Hz. Peygamber s.a.v.’in Arş’a ve Arş’ın üstüne miracından daha değerli değildir. Zira İsa a.s.’ın bu dünya ile alâkası sadece annesi yönünden olduğu halde, Hz. Peygamber s.a.v.’in alâkası hem anne hem de baba yönündendir. Böyle olmasına rağmen dünya ile alâkası ona engel olmamış, unsuriyyât âleminin sonlarına ve tabîiyyât âleminin zirvelerine ulaşabilmiştir. Yüce nurlarla devamlı olarak alâkayı sürdürmek mümkündür.

Nitekim bu durum çokça ibâdet ve tâatte bulunan bir zattan nakledilmiştir. Bu mümkün olmasa bile bu hâl, o kişinin bir melekesi hâline getirilir. Artık onun için beden bazen giydiği bazen çıkardığı bir elbise gibi olur. Görmez misin ki harcama gücü olan kimse her acıktığında dilediğini yiyip karnını doyurma imkanına sahiptir. İşte manevî rızkı ve bu rızkın menbaı’na yükselmeyi de buna kıyas et. Hatta bu, öncekinden çok daha evlâ bir durumdur. Çünkü bir vâsıta ve sebebe muhtaç değildir. İsteyenle istenen arasında mesafe yoktur.

Hz. Ali r.a.’den rivayet edilen sözlerden biri şöyledir; “Allah dostları, yüzleri uykusuzluktan sapsarı, ağlamaktan gözlerinin feri gitmiş, açlıktan karnı sırtına yapışmış, susuzluktan dudakları kurumuş kimselerdir.”

Saîd bin Cübeyr’den rivayet edilir ki:
Hz. Peygamber s.a.v.’e “Allah dostları kimlerdir?” diye sorulunca şöyle cevap vermiştir: “Onlar görüldükleri zaman Allah’ın hatırlandığı kişilerdir.” Yani Allah’ın özelliklerini, Allah’a karşı olan saygılarını, itminanlarını övdüğü kişilerdir. Bu tıpkı “onların nişanları, yüzlerindeki secde izidir.” (el-Feth, 48/29) âyetinde anlatıldığı gibidir.

Büyüklerden birisi şöyle der: “Velilerin alâmeti, himmetlerinin Allah’la beraber, meşguliyetlerinin Allah’la ve kaçışlarının Allah’a olmasıdır. Sahiplerini müşahedede bakî; kendi hallerinde fâni olurlar. Böylece velayet nurları onların üzerine yağar da yağar. Kendi nefislerinden hiç haberleri olmaz, Allah’tan başka bir varlıkta da kararları kalmaz. Onlar, birbirlerini sırf Allah için sevenlerdir.

Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz Allah’ın öyle kullan vardır ki peygamber ve şehit olmadıkları halde kıyamet gününde Allah katındaki mevkilerinden dolayı peygamberler ve şehitler onlara imrenir.”
Sahabiler:
“Yâ Rasûlallah, onlar kimdir? Onların amelleri nedir? Belki onları biz de severiz.” dediler.
Efendimiz şöyle buyurdu:
“Onlar aralarında akrabalık bağı bulunmadığı ve alıp verdikleri malları olmadığı halde birbirlerini sırf Allah için severler. Allah’a yemin ederim ki onların yüzü nurdur, nurdan minberler üzerinde bulunacaklardır. İnsanlar korktuğu zaman onlar korkmazlar, insanlar üzülürken onlar üzülmezler.”
(54, Suyuti ed-dürril mensur IV 370-371, 55,Müsned V343)

Hz. Peygamber s.a.v’in: “Peygamberler onlara imrenir” sözü, temsil yoluyla onların hallerinin güzelliğini tasvirdir.
El-Kevâşıâ der ki: “Bu ifâde mübalâğadır ve şöyle anlaşılmalıdır: “Bu özellikte bir topluluğun var olduğu farz edilseydi onlar bu kimseler olurdu. Yoksa peygamber olmayan bir kimsenin peygamber mertebesine ulaşması mümkün değildir.”

Fenârî’nin Tefsiru’l-Fâtiha’sında şöyle denilir:
“Peygamberler, Allah’ın kendilerini mahlûkât için şefkat hissi ile yarattığı ümmetleri adına endişelenip korkarlar. Kıyamet günü: “Allah’ım kurtar, kurtar!” derler. Ümmetleri için son derece büyük bir korkuya kapılırlar. Ümmetler de kendileri için korkuya düşerler. Kendilerinden emin olanlara gelince içinde bulundukları bu emin durumdan dolayı peygamberler onlara gıpta eder. Çünkü onlar her ne kadar kendileri için emin iseler de ümmetleri için korku duymaktadırlar.”

Fakir (Bursevî) der ki: “Bu bölümü yazmayı bitirdiğim sırada hatırıma başka bir izah daha geldi: Mezkûr hadis, Allah için sevmek konusunu anlatmaktadır. Muhabbet (Allah’ın habîbi olmak) da diğer peygamberler ve veliler arasında sadece Hz. Peygamber s.a.v.’e has bir makamdır. Bu ma-kam O’nun s.a.v. getirdiği hakikatlere vâris olanlar arasında da kâmil insanların çıkabilmesine zıt düşmez. Çünkü tabî olanların kemâli, tabî oldukları zâtın kemâline bağlıdır. Bu bakımdan Hz. Peygamberin vârislerinin de bu makama ulaşması ve bu sayede bazı peygamberlerin bu zâtlara imrenmesi, caiz şeylerdendir.”

Şöyle bir hadis vârid olmuştur: “Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğulları’nın peygamberleri gibidir.” Böyle olmaları o peygamberlerin mertebesine ulaşmış olmalarını ve mutlak mânâda onlardan üstün tutulmala¬rını gerektirmez. Şurası kesindir ki, üstün olan bir kimse, başka bir yön¬den başkasından aşağı olabilir. Bunun aksi de geçerlidir. Görmez misin ki Hz. Peygamber s.a.v. “Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz.” Buyurmuştur. Marifet derecelerinin sonu yoktur. Her şeyin sonu ancak Allah’a varır.”
(Acluni II 83 Müslim Fedail 140)

Bayezid k.s. der ki: “Allah’ın velileri gelinler gibidir. Gelinleri de sadece mahremleri görebilir. Mahrem olmayanlar ise göremez. Veliler O’nun katında üns perdesiyle gizlenmişlerdir. Onları hiç kimse ne dünyada ne de âhirette görebilir.”

Sehl k.s. de der ki: “Allah’ın velilerini ancak onlara denk olanlar ya da Allah’ın onlardan kendilerini faydalandırmak istediği kimseler tanıyabilir. Allah onları insanlar tanıyacak kadar tanıtsaydı onlar bu insanların aleyhine bir delil olurdu. Onları tanıdıktan sonra karşı gelenler küfre düşerler, onların emirlerini yerine getirmeyenler de yoldan çıkardı.”

Şeyh Ebü’l-Abbas k.s. şöyle der: “Veliyi tanımak Allah’ı tanımaktan daha zordur. Çünkü Allah Teâlâ, kemali ve cemali ile tanınır. Ama bir mahluk kendisi gibi yiyen, kendisi gibi içen birisini nasıl tanıyabilir? Allah dostlarının zahiri şeriat hükümleriyle müzeyyen, bâtını ise fakr nurlarıyla meşguldür.”

Ruhul beyan Tefsiri – İsmail Hakkı Burevi hz.

Mencek Baba (k.s.)

Tarsus’da Ulucamii’nin 2 dk uzaklığında Türkistan cad no 35′de. Sayman caddesi ile Türkistan caddesinin kesiştiği noktada

14. yy’da Türk- İslam ahlakını yaymak için gelen alperenlerdendir. Ramazanoğullarının bu havalide egemen olmalarından önce bölgeye gelen, Üçok koluna mensup Varsak Türkmenlerindendir. Mencek Baba kurduğu tekkesiyle ilim, irfan yayarken yolcu, fakir ve kimsesizlere de kol kanat germiştir.

Nakşibendi Tarikatı Şeyhlerindendir. Türbesinin kapısındaki tamir kitabesinden anlaşıldığına göre Hacı Mustafa efendi adında bir oğlu vardır.

Vakfiye sendinden yola çıkılarak bulunan tarihe göre 1379 yılında Tarsus’da vefat etmiştir. Kayıtlara göre Mencek Baba Türbesinin yanında bir de Zaviye* binası vardır. Mencek Baba zaviyesi yüzyıllar boyunca Orta Asya’dan ( Türkmenistan – Semerkand – Duşenbe – Buhara – Hive – Belh vb.) Anadolu’ya göçen dervişlerin iskan edilmeleri, ticaret erbabı , gazi ve seyyahların barınmalarını temin etmiştir. Türkistandan göç edip gelenler ilkin zaviyeye komşu olmak maksadıyla zaviyenin yakın çevresine yerleşmiş ve zaman içerisinde bir mahalle teşekkül etmiştir , şimdiki Mencek Baba Türbesinin bulunduğu Tekke mahallesi ismini buradan almaktadır.

Mencek Baba zaviyesi vakıf olarak hükmi şahsiyetini 1909 yılına kadar sürdürmüştür.Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasından sonra vakıflar idaresince mülkiyeti özel kişilere satılmış, zamanla zaviye binası ortadan kaybolmuştur. Türbesinin bulunduğu yerin ortaya çıkması ise 1996 yılında Tarsus Belediyesi tarafından gerçekleşmiştir.

*Zaviye : Herhangi bir tarikata mensup dervişlerin, bir şeyhin idaresinde topluca yaşadıkları ve geçen yolculara bedava yiyecek ve yatacak yer sağlayan şehir merkezinde veya yol güzergahı üzerindeki bina veya binalar topluluğu
Kaynak ; Çukurovanın Manevi sultanları ; Kazım Temir

Muhammed Nurettin (k.s.)

Tarsus’da . Şehir merkezinden , Adana’ya doğru çıkarken Adan Bulvarı ile Ayhan Bozpınar caddesinin kesiştiği noktada. Tarsus’daki tek alış veriş merkezi olan Tarsu’nun hemen arkasında

Tarsus ilçesi Demirkapı’da kubbeli bir türbe içinde medfun olup, H. 761 yılında Tarsus’un fethinde şehit düşmüştür.

Kaynak ; Çukurovanın Manevi sultanları ; Kazım Temir

 

Hz. Bilal-i Habeşi (r.a.) – Makam

Mersin – Tarsus’da Ulu cami’nin hemen arka sokağında 3409 sokak ile 3416 sokağın birleştiği noktada Bilal-i Habeşi mescidi..

Bilal-i Habeşi (r.a.) Mekke’de Cumah oğulları ailesi içinde doğmuştur. Babasının adı Rebah, annesinin adı ise Hamame’dir. Bilal (r.a.), Beni Cumah’a ait bir köle idi. Uzun boylu, simsiyah tenli, zayıf bedenli , gövdesi öne eğik,(kamburca) çok gür saçlı idi. Ömrünün sonlarına doğru saçlarının çoğu beyazlamıştı.Peygamber (s.a.v.)’ın halkı İslamiyet’e gizlice davete başladığı ilk zamanlarda müslüman oldu. Müslümanlığa çok bağlı, temiz kalpli bir zat idi. Müslüman olduğunu ilk açıklayan yedi müslümandan birisiydi. Allahü Teala’nın dini için en çok işkençe çekenlerdendir. Hatta denir ki, işkenceye tabi tutlanlar arasında sadece Bilal-i Habeşi müşriklerin istedikleri şeyleri söylemedi. O, siyahi bir köle değil, ashabın ileri gelenlerinden ve İslam devletinin yönetiminde söz sahibi olan müminlerden biriydi. Hz. Bilal-i Habeşi’ye kızgın çöller üzerinde dininden döndürmek için taşlarla işkence yapan kafir Ümeyye Bin Halef’ti. Bedir savaşında sahabeler tarafından öldürüldü. Müezzinlerin piri olan Hz. Bilal-i Habeşi peygamberimizin vefatından sonra Medine’yi terk etmiştir. Ancak Hz. Ebubekir (r.a.) ‘ın ricası üzerine orada kalmış; onun vefatından sonra Hz. Ömer(r.a.) ‘den izin alarak Şam’a gitmiştir. Suriye’nin fethi sırasında Ebu Ubeyde (r.a.) ‘nın yanında bulunmuştur.

Hz. Bilal-i Habeşi (r.a.), vefatı yaklaşınca, ölümün ızdırabını, sevgililerine kavuşmasındaki zevk ile mezcetmiş; ömrünün son anlarında onun hastalığını gören zevcesi, teessüründen ” ah ne acı ” dedikçe, Bilal : ” Oh! ne tatlı!” diyor ve ekliyordu; ” Yarın sevgililerle, Muhammed ve arkdaşlarıyla buluşacağım ” diyordu. Hz. Bilal (r.a.) , Hicretin 27. yılında altmış yaşlarında iken vefat etti. Dimaşk’ın Babü’s-Sağir tarafına defn olundu.

Tarsus’da makamının bulunması ise şöyle rivayet edilmektedir;

Hz. Ömer(r.a.) zamanında feth edilen yerleri ziyaret eden Hz. Bial-i Habeşi (r.a.) Tarsus’a gelmiş ve burada ” Kırk Kaşık” denilen yere yakın yani şimdiki makamının bulunduğu yerdeki misafirhanede 18 ( Bir rivayete göre 21) gün kalmıştır. Daha sonra bu misafirhane mescide çevrilmiştir ve yanına kuyu yapılmıştır. Halk arasında bu kuyunun şifalı olduğu söylenmektedir. Gerçekten Tarsus, tam olarak Müslümanların eline Abbasiler döneminde geçse bile ondan önce Hicretin 15. yulında Hz. Ömer (r.a.) zamanında İslam orduları Tarsus yakınlarına kadar gelmiş, hatta buraları feth etmiştir. Şam tarafına fetihle görevlendirilen Ebu Ubeyde Bin Cerrah ve Halid İbn-i Velid (r.a.)’in kumandanlıklarındaki İslam Ordusu , CEyhan Nehri’nin membaı tarafından bu havaliye gelmişler ve Misis Kalesini almışlardır. Ayrıca Habib bin Mesleme ile Muaviye b. Ebu Süfyan kumandanlıklarındaki diğer İslam ordusu, İskenderun ve Payas’ı fethederek Anvarıza kalesini ve Anavarıza’yı daİslam topraklarına katmışlardır.(Adana Salnamesi) Bu endenle Hz. Bilal’in Tarsus’a kadar geldiğine şüphe yoktur. Hz. Bilal-i Habeşi’nin bu mukaddes yeri ziyaretten dolayı o dönemdeki misafirhanenin mescide dönüştürülmesi ve buraya temsili kabir yapılması makam olduğunun göstergesidir.

Kaynak ; İbn Sa’d , Tabakat , III , 238-239

İbnü’l- Esir , Üsdü’l- Gabe , I, 209