Ana Sayfa>evliya(Sayfa 15)

Turgut Alp

Turgut Alp

Bilecik – Söğüt – Ertuğrul Gazi Türbesinde

Osman Gazi’nin kumandanlarından olup aynı zamanda O’nun istişare meclisinde de bulunmaktadır. Pek çok savaşta bulunmuş ve faydalı olmuştur. Osman Gazi , İnegöl’ün fethi için Turgut Alp’i görevlendirmişti. (1299) Osman Gazi , Bilecik ve Yarhisar’ı kolaylıkla fethinin doğurduğu şaşkınlık ve düşmanın maneviyatının sarsılmasından faydalanmak için derhal Turgut Alp’i bir miktar süvari kuvveti ile İnegöl üzerine yolladı. Turgut Alp bu kaleyi savaşla zaptetmeyi başardı , kalenin tekfurunu ve aldığı ganimeti ise Osman Gazi’ye getirdi.

Hasan Alp

Hasan Alp

Bilecik – Söğüt – Ertuğrul Gazi Türbesinde

Ertuğrul Gazi’nin babası ile Anadolu’ya göç eden ilk kafilelerden olduğu bilinmektedir. Ertuğrul Gazi döneminin kumandanlarından olup aynı zamanda Ertuğrul Bey’in silah arkadaşlarından ve de istişare meclisinin üyelerindendir. Osman Gazi zamanında da kendisine gerekli saygı ve itibar gösterilmiş ve her zaman fikirlerinden faydalanılmıştır. Beyliğin genişlemesi ve beş idari bölüme ayrılması ile Yarhisar nahiyesinin idaresi de Hasan Alp’e verilmiştir. Tevarihi Ali Osman adlı eserde kendisinden şöylece bahsedilmektedir : “ Hasan Alp derlerdi , hizmetinde yararlı bir dilaver dahi var idi : Süleyman Şah ile doğu ülkelerinden gelmişti. Saygı gösterilen bir komutandı. Yar Hisar şehri ona tımarlığa verip rağbet eyledi. Bu anılan serdarların mezarları dahi zikrolunan diyarlarda meşhurdur. Kendileri dünyadan iki yüzyıl var. Halen eserleri il dilinde anılır. ”

Merkez Efendi (k.s.)

İstanbul – Zeytinburnu Merkez Efendi camii yanında

Osmanlılar zamanında İstanbul’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, Mûsâ olup, Merkez Muslihuddîn lakabıyla meşhur oldu. 1463 (H. 868) yılında Denizli’nin Buldan ilçesine bağlı Sarımahmûdlu köyünde doğdu. Uşak’ta doğduğunu iddia edenler de vardır. Hatvetiyye yoluna mensûb, Sünbül Sinân hazretlerinin yanında yetişti. 1552 (H. 959) yılında İstanbul’da vefât etti. Cenaze namazını “Dünyâda bu kimseyi riyasız olarak görmüştük” buyuran şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi kıldırdı. Nâşı büyük bir kalabalık tarafından uzun bir süre omuzlarda taşınıp, Topkapı surlarının dışında kendi yaptırdığı câminin türbesine defnedildi.

Merkez Efendi küçük yaşta memleketinde yaptığı ilk medrese tahsilinden sonra, Bursa ve İstanbul’daki medreselerde okudu. Ahmed Paşanın derslerinde bulundu. Tefsir, hadîs, fıkıh ve tıb ilminde yetişti. Kâdı Beydâvî tefsirinin büyük bir kısmını ezberledi. Medrese tahsîli esnasında tekkelere gidip, oradaki âlimlerin sohbetlerine de katılarak feyz ve bereketlere kavuştu. Otuz yaşına geldiğinde medrese tahsilini tamamlayıp çevresinde sayılan büyük bir âlim oldu. Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi’nin hürmet ve muhabbetini kazandı. 1512 (H. 911-912) târihinde Bursa’ya, sonra Karaman veya Amasyaya gitti. Tekrar İstanbul’a döndüğünde Etyemez Şeyhi’nin kızı ile evlendi.

Bu arada, Koca Mustafa Paşa’daki bir tekkede şeyhlik yapan Sünbül Sinân hazretlerinin, şöhretini işiten Merkez Efendi, bâzı kimselerin onun hakkında yaptıkları dedikodular sebebiyle, bir türlü gidip, onun sohbetine katılamamıştı. Bir gün rüyasında Sünbül Efendi’nin, kendi evine geldiğini gördü. Sünbül Efendi’yi içeri almamak için hanımı ile kapının arkasına pek çok eşya dayadılar ve üzerine oturdular. Fakat Sünbül Efendi kapıyı zorlayınca, kapı arkasına kadar açıldı ve onlar da yere yuvarlandılar. Bu sırada uyanan Merkez Efendi, yaptığı hatâyı anladı ve sabahleyin Sünbül Sinân hazretlerinin huzuruna gitmeye karar verdi. Sünbül Sinân’ın câmisine gidip, vâz ettiği kürsînin arkasına, o görmeden oturdu. Sünbül Sinân hazretleri, vâz esnasında Tâhâ sûresinin bâzı âyet-i kerîmelerini tefsire başladı. Tefsirden sonra; “Ey cemâat! Bu tefsirimi siz anladınız. Hattâ, Merkez Efendi de anladı” buyurdu. Sonra aynı âyet-i kerîmeleri daha yüksek mânâlar vererek tefsîr ettikten sonra tekrar; “Ey cemâat; Bu tefsirimi siz anlamadınız, Merkez efendi de anlamadı” buyurdu. Merkez Efendi, hakîkaten ikinci defa anlatılanlardan bir şey anlamamıştı. Sünbül Sinân hazretleri, o gün Tâhâ sûresini yedi türlü tefsîr etti. Merkez Efendi’nin kürsî arkasında olduğunu, zahiren görmediği hâlde anlamıştı.

Vâz bitti, namaz kılındı, herkes câmiden çıktı. Sâdece Sünbül Efendi kalınca; Merkez Efendi huzura varıp elini öptükten sonra af diledi. Sünbül Efendi de: “Ey Muslihuddîn Mûsâ Efendi! Biz seni genç ve kuvvetli biri sanırdık. Meğer sen ve hanımın çok yaşlanmışsınız. Akşam bizi kapıdan içeri sokmamak için gösterdiğiniz gayrete ne dersiniz? Fakat, neticede kapı açıldı ve ikiniz de yere yuvarlandınız!” diye buyurunca, Merkez efendi iyice şaşırdı. Pek çok özürler dileyerek ağlamaya başladı, affına sığınıp talebeliğe kabul edilmesi isteğinde bulundu. Sünbül Efendi de kendisini kabul ettiğini, dergâhta hizmete başlamasını söyledi.

Bundan sonra Merkez Efendi, her gün Sünbül Sinân’ın dergâhına gelip ondan ders almaya ve hizmete başladı. Sünbül Efendi’nin sohbetleri ile yetişip evliyâlık makamlarına yükseldi. İcazet (diploma) aldı. Daha sonra İstanbuI-Aksaray’da Kovacı Dede dergâhında talebe yetiştirmeye başladı. Çok kerâmetleri görüldü.

Merkez Efendi, hocası Sünbül Sinân’ın kızı Rahîme Hâtûn ile evlenmek isteği olduğunu bildirince, Sünbül Efendi; “Bir deve yükü altın getirebilirseniz kızımızı veririz” dedi. Merkez Efendi, bir devenin üzerine iki çuval toprak doldurdu. Devenin yularını çekerek Sünbül Efendi’nin kapısına getirdi. Çuvalları kapıda boşalttığında, çuvaldan toprak yerine çil çil altınlar döküldü. Sünbül Efendi ve çocukları, altınlara dönüp bakmadılar bile. Fakat hocası, Merkez Efendi’ye; “Ey Mûsâ Efendi! Maksadımız altın değildi. Evdekilerin de derecenizin yüksekliğini anlamalarıydı. İmtihanı kazandın” buyurdu. Sünbül Efendi, çok sevdiği kızı Rahîme Hâtun’u, yine çok sevdiği talebesi Merkez Efendi’ye nikâh etti ve evlendirdi.

Yavuz Sultan Selîm Han’ın kızı Şâh Sultan, zevci sadrâzam Lütfî Paşa ile Yanya’dan İstanbul’a gelirken, yolda eşkıyanın baskınına uğradılar. Bu kötü durumdan nasıl kurtulacaklarını düşünürlerken, o anda Allahü teâlânın izni ile, zamanın evliyâsından Merkez Efendi orada görünüverdi. Önceden orada olmadığı hâlde, bir anda karşılarında Merkez Efendi’yi gören şakîler, şaşkına döndüler. Haydutların reîsi, Merkez Efendi’nin heybeti karşısında selâmeti kaçmakta bulunca, diğerleri de kaçarak orayı terketti. Eşkıyanın orayı terk etmesiyle, Merkez Efendi de bir anda oradan kayboldu. Bu hâli hayretle seyreden Lütfî Paşa ve zevcesi Şâh Sultan, Merkez Efendi’yi tanımışlardı. Şâh Sultan, Merkez Efendi’nin bu kerâmetinden dolayı, İstanbul’da Eyyûb Bahariye’de onun adına bir câmi ve yanına medrese yaptırdı. Merkez Efendi buraya tâyin edildi. Bir müddet orada talebe yetiştiren Merkez Efendi’ye Kanunî Sultan Süleymân Han, Topkapı surlarının dışında yaptırdığı tekkede vazîfe verdi. Orada da talebe yetiştiren Merkez Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın annesinin isteği ve Sünbül Efendi’nin tenbîhi üzerine Manisa’ya gitti. Vâlide Sultan’ın Manisa’da yaptırdığı imâretin yanındaki dergâhta hocalık yaptı. Tıb bilgisi kuvvetli olan Merkez Efendi, Manisa’da bulunduğu sırada kırk bir çeşit baharattan meydana gelen bir mâcûn yaptı. Hastalar, bu mâcûnu yiyerek şifâ bulurdu. İlkbaharda yetişen çiçeklerden de istifâde edilerek yapılan bu mâcûnu almak için, çevre kasabalardan gelirlerdi. Mesîr mâcûnu diye şöhret bulan bu mâcûn, şimdi dahî yapılmaktadır.

Merkez Efendi, talebelerini iyi yetiştirmek için çok gayret gösterirdi. Talebelerine zahirî ilimleri öğrettiği gibi, nefslerini terbiye etmek için riyazet ve mücâhedeler yaptırırdı. Çocuklara karşı çok şefkatli idi. Cebinde şeker, yemiş gibi şeyler bulundurur, çocukları gördüğü yerde dağıtarak onları sevindirirdi. Çocuklara buyururdu ki; “Benim için hayır duâ ediniz. Siz günahsız masumsunuz. Sizin duâlarınızı cenâb-ı Hak kabul eder. Bu yüzü kara, sakalı ak ihtiyar için duâ ediniz ki, kıyamette yüzü ak olsun.” Çocuklar duâ edince de; “Yâ Rabbî! Bu masumların duâlarını redeyleme” diye Allahü teâlâya yalvarırdı. Bütün hayvanlara karşı da çok merhametli idi. Merkebe suyunu verir, tavuklara yem atardı.

Merkez Efendi, bulûğ çağına geldiği günden, ömrünün sonuna kadar, hiç cemâatsiz namaz kılmamıştır. Eğer öğle ve yatsı namazlarında cemâate yetişememiş ise, namazını kılmış olanlardan bir kaç kimseye; “Hayâtımda hiç cemâatsiz farz namaz kılmadım. İmâm olayım da sizlerle namaz kılalım. Aynı namazı tekrar kılmanın zararı olmaz. Sonra kıldığınız nafile olur” buyururdu.

Bir tarafa giderken, yolda bir çiftçiyi tarlasında çalışırken görse, yanına varır ve; “îmânı bilir misin? Namazın farzları hakkında malûmatın var mı?” der, bilmiyorsa anlatır. “Mü’min ile kâfiri ayıran fark, namazdır” hadîs-i şerîfini naklederdi. Hayvanlara merhamet etmesini, götürebilecekleri kadar yük yüklemesini, onları aç bırakmamasını da tenbih ederdi. İşe başlarken; “Yâ Rabbî! Bütün müslümanlara faydalı olmak, çocuklarıma helâlinden rızk kazanmak için çalışıyorum” diye niyet etmesini, böyle niyet ederse, her adımına sevâb verileceğini ve günâhlarının affolunacağını, yetiştirdiği mahsûlün her bir tanesinin boşa gitmeyeceğini, hepsinin fayda sağlayacağını ve mahsûlün uşrunu vermenin farz olduğunu anlatırdı. Bu şekilde, gördüğü insanlara mesleğiyle ilgili nasihatler verirdi.

Merkez Efendi’nin ömrü; hep ibâdet etmekle, insanlara hakkı, doğruyu anlatmakla, Ehl-i sünnet itikadını yaymakla, hayr ve hasenat yapmakta halka önayak olmakla, fakir ve zayıfları himaye etmekle geçti.

Merkez Efendi, senelerce dergâhta talebelere ders vererek, onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. Zaman zaman İstanbul’un çeşitli câmilerinden halka vâz ve nasîhatlerde bulundu. Vâzında câmiler dolar taşar, boş yer kalmazdı.

NİYET KUYUSU

Merkez Efendi bir gün dergâhın bahçesinde namaz kılarken, secdeye vardığı bir sırada, yerden bir ses işitti; “Ey Merkez Efendi! Yedi senedir yer yüzüne çıkmak için emrini bekliyorum. Beni bu hapishaneden kurtar. Zîrâ Allahü teâlâ, beni, sıtma hastalığına şifâ olarak, yarattı” diyordu. Merkez Efendi namazdan sonra talebelerine; “Burayı kazınız. Sıtmalılara şifâ olacak bir su çıkacak” buyurdu. Kazdılar, kırmızımtırak bir su çıktı. Kuyu hâline getirttiler. “Niyet kuyusu” ismi verilen bu kuyudan, sıtma hastaları su alır içerlerdi. Bu suyu içen hastalar, Allahü teâlânın izniyle şifâ bulurlardı.

Kaynaklar
1) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-14, sh. 197

2) Merkez Efendi Sempozyumu (Manisa-1989)

3) Tıbyânu Vesâil-ü-Hakâik (Harîrizâde, Süleymâniye Kütüphânesi, İbrâhim Efendi Kısmı No: 430); vr. 11, 144

4) Hadîkat-ül-Cevâmî’; cild-1, sh. 257

5) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 160

6) Seyahatnâme (Evliya Çelebi); cild-1, sh. 372

7) Şakâyık-ı nu’mâniyye Tercümesi; sh. 522

8) Sefînet-ül-evliyâ; cild- 3, sh. 268

9) Tezkire-i Halvetiyye (Yûsuf Sinân, Es’ad Efendi Kısmı No: 1372) vr. 24 b

10) Lemezât (Hulvi M.C. Üniversite Kütüphânesi T.Y. No: 1894) vr. 165 v.d.

Şeyh Muhammed Medeni (k.s.)

Yalova – Güneyköy Kabrisatnında

Ebu Muhammed el-Medeni bin Osman Dağıstanî, Dağıstan’ın Temirhan-şura vilâyeti
Gunib kazasının Kikuni köyünde Hicrî 1251 Milâdî 1830 yılında dünyaya geldi. Dağıstan’dan 1814 Hicrî, 1896 Milâdî yılında Türkiye’ye göçeder. Hicrî 1332 Milâdî 1913 senesinde 3 Rebiülahiri Pazar günü 81 yaşında iken irtihal etti. Kabr-i şerifleri Yalova’nın kendileri tarafından kurulmuş bulunan Güney (Reşadiye) köyünde olup damadı ve halefi Şeyh Şerafeddin Dağıstanî ile birlikte medfun bulundukları türbe günümüzde ziyaretgâhdır.

Celâli mizaçta olan babalan Osman Efendi, rençberlikle iştigal ederdi. Kikuni köyü öteden beri sağlam mizâc ve karakterli bir köydü. Dine bağlılıkları ile meşhurdu. Medeni Hazretleri dünyaya geldikleri esnada, bu köy yakınlarından geçen, sonra üstazı olacak Ebu Ahmed Suguri Hazretleri: “Bu köyden iki nur yükseliyor” demekle büyük velilerden Ebu Muhammed Medenî ile Şerafeddin Zeynel Âbidin Hazretlerinin istikbalin tebşir etmişlerdir.

Şeyh Muhammed Medeni (k.s.)  Silsile-i Şerifi

Ebu Muhammed Medeni Hazretleri zamanında Ebu Ahmed Suguri ve Cemaleddin Gazikumuki hazretleri gibi iki büyük veli mevcuddu. Bu zâtların ikisinden de tefeyyüz etmişlerdir. Hatta ilk intisabı, Abdülkadir el Geylânî Hazretlerinin Kadiriyye tarikatıdır. İrşada memur olduğu zaman, kendisi altı tarikattan, Kadirîyye Şazelîyye, Şâranîyye, Halvetiyye ve Nakşbendiyye’den ders vermeye mezun iken ömrünün son yıllarında yalnızca Nakşbendiyye tarikatından ders vermiştir.

Ebu Muhammed Medenî Hazretleri gençliğinde Ruslarla mücadele etmiştir. Bu mücadelesi ta Sibirya’ya kadar sürülmesine ve idamdan kaçıp kurtularak Türkiye’ye hicretine kadar sürmüştür. Yüksek dirayet ve cesaretinden Ruslar çok çekinmişlerdir. İnsanlık kahramanlık numunesi, Ebu Muhammed Medenî hazretlerinin yüksek seciye ve karakteri, İslâm dinine sonsuz bağlılığı, bütün Dağıstan müslüman halkı tarafından bilinir ve sevilirdi. Onun bu halini Ruslar da bildiklerinden kendisine oldukça mültefit davranırlardı. Bu arada pek çok kerametleri zahir olur.

Ruslarla yaptığı mücadeleler esnasında, Ruslardan kaçarken bir köye sığınır. Orada ikamet ederken köy kadınlarından biri evinin damına çıkarak Ruslara Ebu Muhammed Medenî Hazretlerinin bulunduğu yeri ihbar eder. Bu hadiseden sonra, ortasından geçen bir dere ile ikiye ayrılan köyün, kadının evinin bulunduğu tarafı, kıraçlaşır; Derenin diğer yakası eskisi gibi verimli ve yeşillik içinde kalır. Ayrıca Rusların madalya ile taltif ettikleri ihbarı yapan kadının vücudundan madalyanın değdiği yerlerde kapanmak bilmeyen yaralar çıkar ve bunlar kadının ölümüne sebep olur.

Ebu Muhammed Medenî Hazretlerini Ruslar yakaladıkları zaman O’nu ilk götürdükleri şehirde zorla ikâmete tabi tutarlar. Kendisinin ikameti için otel ve yemek yemesi için de bir lokanta gösterirler ve emrine bir de araba tahsis ederler. Fakat Ebu Muhammed Medenî Hazretleri ne arabaya biner ne de gösterdikleri lokantadan yemeklerini yer. Bunun üzerine arabacı belediye reisine, bu durumu şikâyet eder. Belediye reisi Ebu Muhammed Medenî Hazretleri ne gelerek, arabaya binmemesi ve yemek yememesinin sebebini sorunca cevaben Ebu Muhammed Medenî Hazretleri: “Sizin paranız olduğu için bize haramdır” der. Bunun üzerine belediye reisi: “O halde sana, Kafkasya’dan aldığımız vergiden bir pay verelim… deyince, Ebu Muhammed Medenî Hazretleri : “Sizin elinize geçtikten sonra o, yine size ait olmuş olur ve bize haramdır” cevabını verir. Bu sırada Seratar köyünde Tatar Müslümanlardan bir esnaf, Ebu Muhammed Medenî Hazretlerinin kendi köylerinde ikamete tabi kılınmasını belediye reisinden talep eder. Reis de :” Hayhay, kendisi razı olursa pekâlâ.” der. Bunun üzerine Ebu Muhammed Medenî Hazretleri bir müddet için bu köye gidip orada ikâmet eder.

Bu Seratar köyünden bir delikanlı Medine-i Münevvere’de din ilimleri tahsili yapmakta iken orada bir kızla nişanlanır. Fakat nişanlısına bir Arab’ın göz koyduğunu ve O’nu kaçıracağını öğrenir. Bunun üzerine Seratarlı genç bundan intikam almak ve biraz da korkutmak için bıçağını bilemeye başlar. Tam bu sırada Ebu Muhammed Medenî Hazretleri gence: ” Sen o işi bırak Kafkasya’ya geri dön” der. Genç bu sesi işitir. Bir müddet sonra aynı sesi tekrar, tekrar işitince köye dönmeye yönelir. Fakat sonra tekrar tereddüd eder. “Seratar’a, köyüne gel” diye bu defa daha kuvvetli ve itminanlı bir ses işitince, her şeyi olduğu gibi bırakarak Kafkasya’nın ve köyünün yolunu tutar. Bu genç köye geledursun, her zamanki gibi o gün de civar köylerden bir heyet ellerinde et yemekleri Seratar’a gelerek Hazret Ebu Muhammed’i hem ziyaret ederler ve hem de kendisinin müridlerinden köydeki çocuklara okuma öğretecek birinin verilmesini rica ederler. Köylüler bu ricalarını yaparlarken, üstazın yanında bulunan birinin kalbinden de: “Şeyh Efendi bana müsaade etse de şu köye ben gitsem” diye geçirir. Tam bu sırada kapı açılıp içeriye Medine-i Münevvere’den gelen genç girer. Genç, Medine-i Münevvere’den oraya gelinceye kadar iki defa işittiği sesin sahibini merak etmektedir. Odaya girer girmez Ebu Muhammed Medenî Hazretleri eli ile genci göstererek köylülere: -“Ben sizin köy için istenilen muallimi Medine-i Münevvere’den getirttim” der. Hem köylüler sevinir hem de genç, Medine-i Münevvere’de işittiği sesin, kimin sesi olduğunu anlamış olmakla kalbi mutmain olur.

Seratar köyünde Hazret Ebu Muhammed’in etrafında müridleri çoğalmaya başlayınca, Ruslar kendilerini buradan alarak Sibirya’ya götürürler ve orada hapsederler. Medenî Hazretleri bu hapishanede iken pek çok olağanüstü haller zuhur etmiş; Ruslar şaşkına dönmüştür. Bir seferinde, hazret hapishanede olduğu sırada, hapishane nöbetçileri birkaç yüz metre ötelerinde kendisini görürler. Hapishaneden nasıl çıktığını merak eden nöbetçiler, gidip Hazreti tekrar yakalayıp içeri koyarlar ve bu sefer kendisine pranga vururlar. Ertesi günü hazret bu sefer hapishanenin duvarları dışında biri ile [ Hızır (A.S.) ] görüşür iken nöbetçiler tarafından görülür. Akşam olunca yine hazret hücresinde pranga vurulmuş vaziyette bulunur. Rus nöbetçileri ve subayları O’nun hâline şaştıklarından kendisine dokunmazlar ve prangayı çözerler serbest bırakırlar.

Nihayet Ebu Muhammed Medenî Hazretleri Sibirya’dan Türkiye’ye kaçmayı plânlar. Bu kaçış esnasında Ruslara ait bir istasyonda, Plevne mücâhidi Gazi Osman Paşa ile karşılaşmış ve elini sıkarak “Gazan mübarek olsun. İstanbul’da buluşacağız” diyerek tebşir etmiştir. Hakikaten İstanbul’da buluşmuşlardır.

Ebu Muhammed Medenî Hazretleri Sibirya’dan kaçarken Kafkasya’ya anne, baba ve ablasının birlikte oturdukları evine uğrar. Evine geleceği akşam ablası “Anne bu akşam yemeği fazla yapın. Akşama kardeşim Ebu Muhammed Medeni gelecek” der. Annesi, babası akıl erdiremeyip “Ta Sibirya’dan buraya nasıl gelecek? Deli olma” derler. Akşamleyin sofra kurulduğu zaman Ebu Muhammed Medenî Hazretleri kapıya vurup içeri girer. Ev halkı buna çok hayret eder. O gece yemeği yer yemez; “Benim acele gitmem lâzım. Karadeniz’de bir limandan gemi kalkmak üzeredir. Benim oraya yetişmem lâzımdır.” diyerek tekrar yola düşer. Doğruca limana varır. Mısır yüklü bir gemi hareket etmek üzeredir.
Ebu Muhammed Medenî Hazretleri kaptana : “Al şu altını, beni de bindir” der. Kaptan bindirmek istemez. Fakat Hazret Ebu Muhammed’in yüzüne bakınca heybetinden korkar ve ambara girmesini söyler. Hazret Ebu Muhammed mısır dolu ambara girer ve gemi hareket eder. O gece kaptan rüyasında, motorun kendiliğinden bir el vasıtasıyla Trabzon limanına çekilerek götürüldüğünü görür. Elin sahibine bakınca, istemeyerek ambarda sakladığı Zat olduğunu anlar.
Uyandığı zaman geminin iki günlük yolu bir günde alarak Trabzon limanına vardıklarını hayretle fark eder. Koşarak Ebu Muhammed Medenî’nin yanına gider ellerinden öper, hayır duasını diler. Sonra birlikte karaya çıkar ve bir kahveye girerler. Kahvehanede, Ebu Muhammed Medenî Hazretleri esir düşerken beraberinde olup Rusların elinden kaçmayı başaran ve Trabzon’a yerleşen Uzun Mehmed adında mücahid ile karşılaşırlar ve sarmaş-dolaş olurlar. İşte bu Zat’ın yanında, kaptan Ebu Muhammed Medenî Hazretlerine 50 altın vermek ister. Ebu Muhammed Medeni Hazretleri bunu kabul etmediği gibi, aksine o kaptana 50 altın vermek ister. Bu durumda her ikisi de birbirine vermek istedikleri altından vazgeçerek orada helâlleşirler.

Bundan sonra Uzun Mehmed, Hazret Ebu Muhammed’i evinde bir müddet misafir eder. Sultan Abdülhamid, Ebu Muhammed Medenî Hazretlerinin Trabzon’da bulunduğunu öğrenince O’nu İstanbul’a getirmek için Trabzon’a vapur yollar. Vapur gelinceye kadar hazret Ebu Muhammed, Uzun Mehmed’in evinde misafir olarak kalır. Bu müddet zarfında Uzun Mehmed her sabah yatağının altında iki altın bulur. Bir kaç gün böyle devam edince, bu garipliği misafirine açar. O da “Kimseye söyleme. Bu, ben gidinceye kadar ve ben ayrıldıktan sonra da bir müddet devam edecek” der. Hakikaten bu hal uzun müddet devam eder. Fakat bir gün hanımının bunu öğrenmesi ve komşulara söylemesi üzerine bu fevkalâde hal sona erer. (1308 yılında geçen bu olayı Ebu Muhammed Medenî Hazretlerinin oğlu Ali Asgar bey, Uzun Mehmed’in ağzından bizzat dinlediğini nakletmiştir.)

Ebu Muhammed Medenî Hazretleri İstanbul’a geldiğinde Padişah kendisine, istediği yerde yerleşebileceğini bildirmiştir. Üstaz, bunun üzerine Yeni Cami’ye giderek şükür namazını edadan sonra çok sevdiği İstanbul’da bir süre kalmayı düşünmüşse de Hızır (A.S.) gelerek, derhal yerleşeceği yere gitmesinin ve esaret sebebi ile üzerinde borç kalan manevî vazifelerini kaza etmesinin gerektiğini söylediğinden vakit geçirmeden Yalova’ya hareket eder. Manevî işaret üzerine, Padişah tarafından İstanbul’da kendisine tahsis edilen yerleri kabul etmeyip daha Sibirya’da iken Hızır (A.S.) tarafından kendisine gösterilen yeri aramış ve Yalova-Orhangazi arasında şimdiki Güney köyünün bulunduğu yeri tesbit etmiştir.
Bu yer, hayvandan başka hiç bir canlının bulunmadığı ormanlık bir mahal olduğundan çalı çırpıdan küçücük bir kulübe yaparak buraya yerleşmiştir. Bidayette bir kaç kulübeden ibaret bu köy, sonraları Kafkasya’dan, Sibirya’dan kaçan muhacirlerle büyümüştür. Köyün kurulması esnasında oraya gelen muhacirler; “Biz burada ne yiyip içeceğiz?” diye sorduklarında. Ebu Muhammed Medenî Hazretleri ayağı ile yerdeki odun, dal ve taş parçalarına vurarak “İşte yiyeceğiniz budur” demekle geçimlerinin odun ve kireç satmakla olacağına işaret etmişlerdir.

Kısa zamanda 750 haneye yükselen köyde 3 cami, 2 resmi mekteb, 16 odalı medrese bulunmakta idi. Bilâhare Kurtuluş Savaşı’nda Rum ve Ermeni çeteleri tarafından defalarca baskına maruz kalan köyün her tarafı yakılıp yıkılmış; köy halkı civar yerlere dağılmış ve köy 220 haneye düşmüştür. Huzurlu ve müslümanca bir hayat yaşanan köyde gerek Ebu Muhammed Medenî ve gerekse halifesi Şeyh Şerafeddin Hazretleri zamanında ahlak yüksek bir seviyede idi. Orman köyü olduğundan oduna giden, odun kesen, odundan dönen gençler daima zikir ile meşgul olur, evlerde anneler çocuklarını zikirle sallar, zikirle büyütür ve şehidlik-gazilik kıssaları anlatır; her bir çocuk bir mücahid olarak yetiştirilirdi.

İşte bu mücahidlerden ve Ebu Muhammed Medenî Hazretlerinin seçkin evlâtlarından; ille cihada iştirak edip “ölürsem şehit, kalırsam gazi olurum” arzusuyla Balkan harbine gönüllü gitmek isteyenlerden Hacı Hasan Mehmed’e Ebu Muhammed Medenî Hazretleri: “Sen merak etme! O rütbe senin ayağına gelecek” diyerek ve Kurtuluş Savaşı’na ve savaşın getireceklerine işaret etmiştir. Nitekim Kurtuluş Savaşı sebebiyle Yunanlılar, Rum ve Ermeni çeteleri, köye girince çıkan çatışma esnasında Hacı Hasan Mehmed Efendi de şehadet muradına ermiştir.

Ebu Muhammed Medenî , irşad vazifesini uzun yıllar yurdun her tarafına şamil olmak üzere devam ettirmiş ve ömrünün sonlarına doğru ilâhî bir işaret gereği, -bilinen ve bilinmeyen yüzlerce hikmete binaen- damadı Şeyh Şerafeddin Hazretlerine tasarrufunda olan altı tarikatın tamamından irşad izni vererek bütün bağlılarını kendisine devretmiştir. Kendileri de bir mürid imiş gibi Şeyh Şerafeddin Hazretlerine itaat ederek, emir ve tavsiyelerine riayet etmiştir. Bilhassa ömrünün son demlerinde celâdet ve celal hali kendilerinde galib olduğundan yüzünü bir nikâb ile kapatarak gezerlermiş. Zira o celâdet hali ile bir kimseye baksa o kimse başı kesilmiş de salıverilmiş tavuk gibi dakikalarca çarpıntıdan kendini alamazmış. Ebu Muhammed Medenî Hazretleri bu şekilde uzlete çekilerek vaktini ömrünün sonuna kadar ümmet-i Muhammede hayır duâ ile geçirmiştir.

Uzun boylu, bedeni cüsseli, gözleri kahverengi, beyaz tenli olup sesi gür ve güzel idi. Tam bir vâris-i Muhammedi olup bütün ahlâkı, Rasûlullah Efendimize mutabık idi. Turuk-u Âliyye’nin incelikleri hakkında “Ya Veledi” isimli bir eseri vardır.

Şeyh Şerafeddin Dağıstani (k.s.)

Yalova – Güneyköy kabristanında

Şerâfeddin Zeynel Abidin Dağıstanî, Hicrî 1292 – Miladî 1875 yılı, Zilka­de ayının üçüncü Pazartesi gecesi Dağıstan’ın Temirhan-şura vilayeti, Gunip kazasının Kikuni köyünde, dünyaya geldi. Babası Abdurraşid Efendi, annesi Emine Sara Hatundur. Anne ve babasının her ikisinin de kabirleri, Yalova Güneyköy’deki kabristandadır. Yalova ilinin Reşadiye (bugünkü Güneyköy ) köyünde Hicrî 1355 – Miladî 1936 yılı Cemaziyel evvel ayının yirmiyedinci pazar günü, köyünde (hicri takvime göre) altmış üç yaşında iken vefat etmiştir. Son yüzyılın en seçkin tasavvuf büyüklerinden olan Şerâfeddin Zeynel Abidin Dağıstanî, “Ebu’l-Fukara” lakabı ile de anılır.

Hayatından Kesitler:

Atayurdu olan Dağıstan, tamamıyle Rus işgali altında olduğundan doğduğu günler, dinin yasaklamalarla engellendiği ve maneviyatın neredeyse yok edildiği çok zor bir zamandı. Bir çok velinin menakıbında olduğu gibi Şeyh Şerâfeddin’in de doğumundan itibaren çeşitli kerametler gösterdiği çocukluğundan itibaren mahlukatın kendilerine has zikirlerini işitebildiği rivayet edilmiştir..

Bu rivayetlerin dışında kesin olarak gerçek olan husus, altı-yedi yaşlarında iken Dağıstan’ın o dönem Nakşbendiyye yolunun önderi Ebu Ahmed es-Suğuri’nin manevi eğitimine girdiği ve zikir meclislerine katılmağa başlamış olduğudur. Çok zeki bir çocuk olduğundan Ebu Ahmed es-Suğuri’nin ilahi sırlara ışık tutan sûfî öğretilerini hemen kavrama yeteneğine sahipti.

Dağıstan’daki gençlik yıllarında, elinden biat alarak Nakşbendi tarikatına intisab ettiği Şeyh Ebu Ahmed es-Suğuri’nin gözetiminde seyr ü sülukunu tamamlamıştı. Ebu Ahmed es-Suğuri’nin, İmam Şamîl ile birlikte Ruslara karşı savaştığı için Rus’lar tarafından vatanı Dağıstan’dan ayırılıp sürgün edildiği bilinmektedir.

Şeyh Şerafeddin Dağıstani (k.s.)  Silsile-i Şerifi

Şeyh Şerâfeddin Zeynel Abidin, orta boylu bir insandı, hitab ettiği her insanı derinden etkileyen sesi berrak ve tok idi. Nurani, buğday renkli bir cildi vardı ve yüzü berrak; ışıltılı bir sima arz ederdi. İlk irşad yıllarındaki siyah sakalı yaşı ilerlediğinde pamuk gibi bembeyaz bir hal almıştı. alimdi. Gözleri koyu gri-lacivert renkte idi. Belki de en önemlisi her atışında ilahi rahmete dalıp çıkan bir kalb ve kendisine başvuran kişinin ruhani haline de nazar edebilen gözler ile dünyaya gelmişti. Zaman içinde hem kalbi, hem de gözleri nitelik olarak çok daha hassas bir nitelik kazandı.

Şeyh Şerâfeddin Zeynel Abidin, ilk medrese tahsiline de Dağıstan’da başlamış ve ancak savaş şartları yüzünden ikmal edememişti.; eğitimini Türkiye’ye daha önce hicret etmiş olan ve biatını tazeleyeceği amcası Şeyh Muhammed-ül Medeni’de tamamlayacaktı. Böylece Türkiye’de Ebu Ahmed es-Suğuri’nin halifesi olan Muhammed-ül Medenî’nin terbiyesi altına girdi. Şeyh Ebu Muhammed el-Medeni , Şeyh Şerâfeddin’in öz amcası idi ve daha sonra kızı ile evlendirip kayınpederi de olacaktır.

Türkiye’ye Göçleri ve Yalova’da Yerleşim:

İmam Şamîl’in destani direnişinin kırılmasından sonra Kafkasya’ya ve Dağıstan’a olanca gücüyle yüklenen Rusların zulmünden kurtulmak için, köylerinin neredeyse tüm halkından oluşan kalabalık bir cemaat halinde, Dağıstan’ı terk ederek Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldılar. Köyleri sürekli olarak Rus askerlerinin baskınlarına uğruyor ve bütün ahalisi hakaretlere maruz kalıyordu. Bir kış mevsiminin ortasında 5 ay boyunca sürecek, karadan zorlu bir yaya yolculuğuna çıktılar. Kendi ailesi ve kızkardeşinin ailesi ile birlikte hicret ettikleri Türkiye’ye yöneldikleri, zahmetli ve tehlikeli yolculukları boyunca gündüzleri saklanıp geceleri yürüyorlardı. Kafilede çocuk, kadın ve yaşlıların da bulunduğu düşünülürse hangi zor şartlarda gerçekleştirildiği biraz tahmin edilebilir.

Türkiye’ye vasıl olunca Osmanlı devletinin organizasyonu ile önce Bursa’ya geldiler; bir süre Bursa’da misafir edildikten sonra , Marmara denizinin güney kıyılarındaki Yalova’ya giderek devrin sultanının özel fermanıyle denize oldukça yakın, dağlık bir yörede yerleştiler. Yerleşmek için bu mahalli seçmelerinde Osmanlı Devleti’nin iskan politikası yanında bölgenin Kafkasya iklimine kısmen uygun, dağlık bir arazi olması da etkili olmuştur. Yerleştikleri beldeye önceleri Elma-Alan veya Elmalı adı verilmiş; daha sonra köye Sultan Reşad tarafından yapılan yardım ve imar  çalışmalarının nişanesi olarak Reşadiye ve nihayet Cumhuriyet sonrasında Güneyköy adı verilmiştir.

Şeyh Şerâfeddin Hz, bölgeye yıllarca önce yerleşmiş olan amcası Şeyh Muhammed-ül Medeni ile birlikte büyük bir azimle imar ettikleri Reşadiye köyünü ailesi ve akrabaları ile beraber, elbirliği ile yurt haline getirdiler. Küçük köy sürekli devam eden göçmenlerin ve özellikle Dağıstanlıların katılımıyla günden güne kalabalıklaştı; yeni evler inşa edildi; hatta o hale geldi ki arazi gelen göçmenlere yetmez hale geldi. Köyde ilk kurulan binalar arasında bir medrese ve köyün ilk mescidi ile ilk dergahının da bulunduğu külliye yer alıyordu. Böylece amcası Şeyh Muhammed-ül Medeni ile birlikte Nakşbendi Tarikatı’nın sağlam bir kolunu Dağıstan’dan Türkiye’ye taşımış oldular.

Amcası Şeyh Muhammed-ül Medeni’nin şefkat kucağını açtığı Rus istilacıların acımasız ve sömürücü zorbalığından kaçan bütün Kafkas göçmenlerine ilave olarak Türkiye’nin hemen her yerinden pek çok talebe Reşadiye medresesine tahsil maksadıyla geliyordu. Bu şekilde birkaç yıl önce balta girmemiş bir ormanın eteklerinde kurulan birkaç evden ibaret olan Reşadiye köyü, rivayetlere göre 1000 öğrencinin ders gördüğü bir ilim ve irfan ocağına dönüştü.

Şeyh Şerâfeddin Hz ’nin, sonradan kayınpederi olan mürşidi Muhammed Medenî, o zamanda, Dağıstanlılar tarafından çok takdir edilen; hali, ilmi, kemal ve kerametleri gayet açık olan, maneviyat ikliminin zirvesinde olan büyük bir zat idi. Yalova’nın Reşadiye köyünde, ikinci mürşidi olan Muhammed el-Medeni tarafından tasavvufi alanda daha ileri düzeyde eğitildi. Ebu Ahmed es-Suğuri’nin Dağıstan’daki dergahında maneviyatın ilk soluklarını soluyan Şeyh Şerâfeddin’i zahirde ve batında evladlığa kabul edip yetiştiren, Muhammed Medenî olmuştur.

Tasavvuftaki Eğitimi ve Manevi Kemali:

Özellikle amcası Şeyh Muhammed el-Medeni’nin kızı ile evlendikten sonra genç Şerâfeddin, Reşadiye köyünde büyük bir saygının odağı oldu. Reşadiye köyünde kurulan ve kısa sürede Bursa’dan, İstanbul’dan öğrencileri dahi cezbeden medreselerine gelip ders vermeğe başlayan alimlerden İslam’ın tüm zahiri bilimlerini de okuyup icazet aldı. Ancak O’na zahiri ilimin çok ötelerine uzanan “İlm-i Ledün” bilgileri verilmiş; Allah tarafından, “ilm-i ledünnî” vadilerinde , “sır bilgileri” alanında büyük bir derecelere garkolmuştu. Nakşbendi öğretisinin gereği olarak her an Rabb’inin huzurunda toplum içinde halvet, kalabalık ile inziva halinde idi.

Hızla ilerlediği maneviyat yolunda mertebeleri bir-bir aşarak Nakşbendiyye tarikatına ilaveten , amcası Ebu Muhammed Medeni’nin yetkin olduğu ve irşada izin yetkisi bulunan diğer beş İslam sûfî yolunun [ Kadiriyye, Rufa`iyye, Şazeliyye, Çiştiyye ve Halvetiyye ] daha irşad yetkisini aldı. Bütün bu altı tasavvuf yolunda yetkin olduğuna işaret eden icazetini aldığında henüz 27 yaşındaydı

Şeyh Şerâfeddin Zeynel Abidin, Muhammed Medenî’nin terbiyesi altında, seyr-i sülükunu tamamlarken, altı ay kadar bir cezbe devresinden geçmiştir. Bu devrede, ilahi varlık aşkı ile, vücudunu ateş içinde hissederdi, vücudunun yükselen hararetini azaltmak için kış günlerinde bile evinden çıkıp elbiselerini çıkararak köy yakınındaki derenin buzlu sularına girdiğine halen de bazıları çok yaşlı olarak hayatta olan kişi tanık olmuştur.

Bu cezbe devresinin sonunda, 25 yıl süre ile hizmet edeceği kutb-ül irşad makamı ile taltif edilerek görevlendirilmiştir.

Tasavvuf yolunda şahsi ibadetler kadar nefs terbiyesi ve Allah’ın kullarına da hizmetin önemini sürekli vurgulamış ve kendisi de buna uygun olarak yaşamıştır. “Gün boyu kendi nefsini terbiye ile riyazete alıştırmaya çaba sarfetmeyen ve her gece tesbihat vazifesini yapmak için uyanmayan ve kardeşlerine hizmet etmeyen hiçbir talib bu yolda hiçbir dereceye erişemez.” sözlerinin bizzat uygulayıcısı olarak örnek olmuştur.

Dağıstan göçmenlerinin yerleştiği ve günden güne yeni göçlerle kalabalıklaşan köyün ihtiyaçlarının karşılanmasında öncülük rolünü üstlenmiş; o zamanın fiziki şartlarının zorluklarına aldırmadan köy yollarının genişletilmesi, su kanalları ile köye temiz içme suyu getirilmesi çalışmalarına fiilen katıldı.

Tarikatın hilafetini ve köyün liderliğini üstlendikten sonra daha çok göçmenin yerleşebilmesi için köyün yerleşim alanını büyütmeye çalıştı; hatta bir rivayete göre köyün yakınlarında bulunan şahıs mülkiyetindeki iki çiftliği de satın alarak göçmenlerin iskanına tahsis etmiştir. Kafkasya ve Dağıstan’dan gelen tüm göçmenlere karşı gayet candan davranır; beslenme ve barınma konularındaki her türlü ihtiyaçla ilgilenirdi ve böylece rehabilitasyonlarını kolaylaştırır, ortaya çıkabilecek geri dönüş arzularını da izale ederdi. Bunun sonucunda Dağıstanlı göçmenler Kafkasya’da bıraktıkları yurtlarına karşılık yeni bir vatan bulmuş oldular ve Kurtuluş savaşı öncesindeki acılı işgal günlerine kadar sürecek bir barış , mutluluk ve refah ortamına kavuştular.

Yalova’dan başlayarak Balıkesir’den Kastamonu’ya Sakarya’dan Konya’ya tüm bölgedeki halk arasında dalga dalga “manevi güçlere sahib bir zat” olarak tanındı ve kerametlerine ilişkin rivayetler bütün Türkiye’ye yayılmağa başladı. Ayrıca Güneyköy’de öncülük ettiği imar faaliyetleri, din dışı alanlardaki uzak görüşlülüğü geniş ile de ünlendi.

Şeyh Şerâfeddin hakkında bugüne ulaşan ve yakın tarihimizin siyasi ve dini gerçeklerinin anlaşılmasına katkısı olan pek çok rivayet en eski bağlılarından olan Ali Usta tarafından aktarılarak kayda alınmış ve kitab haline de getirilerek günümüze kadar ulaşabilmiştir. ( Ali Usta’nın hatıratını sitemizin Tasavvufi Literatür alt sayfalarından okuyabilirsiniz) Şeyh Şerâfeddin’in , bu duruma sağlığında işaret ederek Ali Usta’ya “Benden sonra sen çok yaşayacaksın. Maneviyat yolunda başından geçmiş olan canlı olayları anlatacaksın” diyerek kendisi hakkındaki bilgileri gizlememesi yolunda bir nevi talimat verdiği de bilinmektedir. Ali Usta 1304 rumi yılında Kafkasya’nın Hocamakili köyünde dünyaya gelmiş , diğer Dağıstanlı göçmenler ile birlikte 15 yaşında iken Türkiye’ye hicret etmiştir. Önce Güneyköy’de daha sonra da Bursa’ya yerleşmiş, ve Bursa’da uzun yıllar ayakkabı tamirciliği yaparak elinin emeği ile geçinmiştir. Ali Usta (Seskır) 1980 yılında Bursa’nın Hıdırlık semtindeki evinde vefat edince, vasiyeti üzerine mürşidinin medfun bulunduğu Yalova’nın Güney köyündeki Cebel-i Hafakan adı ile bilinen tepecikteki kabristanda, mürşidinin yolu üzerinde defnedilmiştir.

Şeyh Şerâfeddin’in ününün yayılması kendisine yönelik kıskançlık ve hased duygularının da körüklenmesine yol açıyordu. Reşadiye’deki medrese eğitimini yürüten zahiri ilimlerdeki bazı alimler, Şeyh Şerâfeddin’i dinin kurallarını ihlal etmekle, şeriata aykırı sözler söylemekle itham etmeğe başladılar. Bu durum tarih boyunca tasavvuf alimleri ile zahir alimleri arasında görülmüş bir durumdur. Hallac-ı Mansur’dan Mevlâna Celâleddin’e, Ahmed Yesevî’den Necmeddin Kübra’ya, Bayezid-i Bistami’den İbn Arabi’ye tasavvufun tüm zirve isimleri kendilerini Kur’an’a aykırı sözler söylemek, şeriata aykırı işler işlemek suçlamalarından kurtaramamışlardır. (En iyi bilinen örneği olarak Hallac-ı Mansur, bu suçlamalar sonucu darağacında feci bir şekilde can verirken, bütün batın ehlinin “Şeyhü’l Ekber” olarak tazim ettiği Muhyiddin Arabi’ye muarızları tarafından “Şeyhü’l Ekfer”adı verilerek küfür ile itham edilmiştir.) Güneyköy’de tesis edilen medresede eğitim veren zahir uleması ile Şeyh Şerâfeddin arasında irşad ile görevlendirilmesinin ilk zamanlarında bazı ihtilaflar ortaya çıkmış ve ancak kısa sürede zahir ehlinin tüm itirazları izale edilerek Şeyh Şerâfeddin’in zahiri ve batıni kemali tüm ulema tarafından teslim edilmiştir.

Şeyh Şerâfeddin ile medrese uleması arasında yaşanan soğukluğu gösteren ve bizzat şahidi olduğu bir örneği Ali Usta anılarında şöyle dile getirmektedir: “Bir gün Reşadiye köyündeki büyük camide Şeyh Şerâfeddin, tasavvuf sohbeti yapıp tarikatı anlatıyordu. Köydeki medrese alimleri bu sohbetlere katılmadıkları gibi dışarıda aleyhinde konuşuyorlardı. Benim de mürşidime intisabım yok daha; gencim, evli değilim… Birgün muarızı olan kişilerin de bulunduğu bir sırada namazdan sonra Şeyh Şerâfeddin Efendi: “Camiin kapılarını kapayın. Kimse dışarı çıkmasın.” dedi. Sonra kendisi aleyhinde gıybet yapan hocalara dönerek: “-Bana bakın hocalar, orada-burada benim için “Bu adam, şeriatın hilafındadır. Yaptığı işlerin hepsi yanlıştır.” diye konuşuyorsunuz. Hazreti İmam-ı Ali (K.V.) “Bana bir harf öğretene köle olurum” demiştir. Ben iddia ettiğiniz gibiysem, yanlış yoldaysam ve beni yanlıştan çevirecek adam içinizde varsa, ben onun kölesiyim. Şimdi benim yanlış yaptığım ne ise o şeyi söyleyin…” dedi. Kimsede ses yok. Şeyh Şerâfeddin ikinci sefer: “Bana bakın! Ya bu sarıkları çözün atın; ‘biz hoca değiliz’ deyin ya da beni burada ikaz edin; bana cevap verin…” diye tekrarladı. Yine ses çıkmayınca bu defa ben ayağa kalktım, dedim ki: “- Bana bakın. Bu konuda kadınlar gibi orada-burada söyleninceye kadar çıkın karşısına… Biz de öğrenelim hak nerede, batıl nerede !..” dedim. Fakat kimse ortaya çıkmadı.” Bu hesaplaşma sonrasında Şeyh Şerâfeddin aleyhindeki alimlerin sesleri giderek azalır ve bir süre sonra da muhaliflerinin neredeyse tamamı, O’nun manevi derecesini kabul ederek kendisine intisab ederler.

Bütün bunlar neticesinde, Yalova’nın küçük bir köyü olan Reşadiye, halktan her düzeyden kişiler yanında pek çok alim ve aydın için de bir cazibe merkezi haline geldi. Özellikle kandil, bayram gibi belirli gün ve gecelerde o kadar büyük bir topluluk köye geliyordu ki, bir süre sonra bu kalabalık ziyaretçi topluluğunun ihtiyaçlarına cevap verilebilmesi için Şerâfeddin Efendi’nin evinin bulunduğu mekanın avlusunda misafirhane, yemekhane, kurban kesim mahalli gibi bölümler tesis edildi. (Bugün de aynı mekan günümüzde sayıları azalmış olsa da ziyaretçileri için aynı şekilde muhafaza edilmekte ve özellikle Şeyh Şerâfeddin’in tasavvufi edeb ile terbiye edilmiş olan yaşlı gelini tarafından kapı açık tutulmaktadır.) Özellikle Şeyh Şerâfeddin’in hatm-i hacegan yaptırdığı ve hemen hemen aynen korunmuş olan kısım bugün de ziyaretçiler tarafından teberrüken ziyaret edilegelmektedir.

Dağıstanlı göçmenler, özellikle yüzyıllar önce Orta Asya’da kök saldığı gibi Dağıstan’da da güçlenerek gelişen tasavvufun Nakşbendiyye yolunu taşımakta olan, manevi doruklarda yaşayan bir şeyhin himayesinde, O’nun himmet nazarları altında olmaktan dolayı çok mutluydular. Bu kutlu insanı kuşatan ilahi bereketten nasibdar olarak adeta kutsanmış olan köylerinde, Rus istilacıların zulmü altında nesillerdir yitirmiş oldukları güven , huzur ve sevgiye kavuşmuşlardı.

Şeyh Şerâfeddin Zeynel Abidin’in hayatı boyunca yapmış olduğu sohbetlerin, sohbette bulunan “katibler” tarafından not alınarak kaydedilmiş el yazması örnekleri, önceleri elyazısı ile Latin alfabesine çevrilerek çoğaltılmış ve daha sonra Hasan Burkay’ın himmeti ile “Menakıb-ı Şerefiyye” adı altında, ayet ve hadislerin kaynağı gösterilerek aslına tamamen sadık kalınarak kitablar halinde basılmıştır. “Bizim yolumuz sohbet yoludur” buyuran önderi Şah-ı Nakşbend Muhammed Bahâeddin Buhari’nin usulünce sohbete çok önem vermiş ve bağlılarının eğitiminde en etkin vasıta olarak kullanmıştır. Bu himmeti halen de matbu hale getirilmiş olan sohbetlerinin okunduğu meclisler vasıtasıyla gerek Güneyköy’de gerekse bağlılarının dağıldığı Türkiye’nin her köşesinde sürdürülmekte ve menbaı olduğu feyz ve bereketten istifade etmek ölümünden sonra da mümkün olmaktadır.
Şeyh Şerâfeddin, kendisi asla boş konuşmadığı gibi zikir meclisleri dışında bulunduğu ortamlarda da boş-malayani konuşmalara izin vermez, hatta o kadar ki bulundukları meclisde ileri-geri konuşanları oradan uzaklaştırırdı. Her ne vakit, beraberinde oturulsa Şeyh Şerâfeddin’in sohbetine katılanların kalblerinden dünya sevgisinin kalktığı bildirilmiştir. Asla, en azından üç ayet de Kur’an-ı Hakîm tilavet edilmeden ve on kelime-i tevhid ile on salavat-ı şerifeden ibaret olsa bile zikr edilmeksizin oturulmasını istemezdi. Bir sohbetinde sohbet adabı hakkında kuralları bizzat, ince-ince sıralamıştır : “Sohbet için mutlaka dokuz şart lazımdır:

1. Bir yerde toplantı ve sohbet için davet olunulduğunda o mecliste asla şeriata aykırı bir şey olmamalıdır. Her ne kadar davete icabet sünnet ise de, eğer bir toplantıda yemek-içmekten başka bir maksat yok ise o meclisten hiçbir fayda hasıl olmayacağından o davete icabet etmemelidir

2. Yemek sırasında adâba ve sünnet-i seniyyeye riayet edilmelidir.

3. Bir mecliste konuşuluyorsa münkirattan, inkardan ve malâyâniden , boş sözlerden içtinab etmek , kaçınmak lazımdır. Eğer bir yerde yalan, gıybet vs. var ise, imanı olanları bun­dan men etmeli, uyarmak için nasihatte bulunulmalıdır.

4. Sohbetin bir yöneticisi olmalıdır. Sohbet yerinde kargaşa olmamalı, herkes sakin şekilde oturmalı, bir nizam ve intizam üzere olunmalıdır.

5. Sohbet meclisine sirayet edecek derecede gam ve kasavet sahibi olan bir kimse mecliste oturmamalıdır. Kalbinde bir dert ve sıkıntısı olanlar, sohbete git­memelidir.

6. Manevi sohbet meclisinde dünya işleri ve geçimle ilgili şeylerden bahsedilmemelidir. Zira bunun yeri, tasavvuf sohbeti değildir.

7. Davet sahibinin o davetten muradı ne ise, onu iyi anlayıp mükemmel surette ihtimama ve muradına cevap vermeye gayret sarf etmelidir. Ancak yine davet sahibinin arzusundan ziyade diğer kimselerin arzusuna bakılmamalıdır.

8. Sohbet meclisini üç ya da beş saatten ziyade uzatmamalıdır. Zira, ziyade olursa söze malayani ve takvaya muhalif unsurlar karışır.

9. Sohbet sonunda, o mecliste sâdır olan ahkâma aykırı söz ve davranışlar için, yirmi beş kez is­tiğfar edilmelidir. Sohbetten sonra birkaç ayet okunmalı ve bağışlanmalıdır.

Eğer bir sohbet meclisinde bu dokuz şarta riayet edilirse, tarikatın önderi Şah-ı Nakşbend Muhammed Bahâeddin Buhari’nin sırrına mazhar olunurken , aksi halinde bir hidayet ve fazilet hasıl olmaz.”

Günümüzdeki sohbet ortamları dikkate alınırsa bu kuralların -özellikle birkaçının- ne kadar önemli olduğu hemen görülecektir. Bu konudaki tavsiyelerinden birisi olan rızk ve maişet düşüncesi, kaygısı olan kimselerle oturulmaması ve onlarla sohbet etmenin tasavvuf yolcusuna zararlı olacağı konusundaki uyarısı, geçim kaygısının herkesi sardığı günümüz için dikkat çekicidir. Ayrıca, sohbette maddi kazanç, kâr-zarar işlerinin konuşulmaması uyarısı, sohbetin bir yöneticisinin olmasına dikkat edilmesi kuralları günümüzün neredeyse her kafadan bir ses çıkan sohbet ve toplantılarının neden feyz ve bereketten yoksun olduğu sorusunun cevaplarını içermektedir. Günümüzde binbir kaygı içinde bunalan ve stres denilen “kabz hali”ndeki kişilerin sohbet meclisinden uzak durması uyarısı “hallerin sirayet edici” olduğuna işaret etmesi yönünden üzerinde çok düşünülmesi gereken bir husustur.

Daha Dağıstan’da iken en uzunu 3 yıl sürmek üzere birkaç kez halvete girmişti. Reşadiye (bugünkü Güneyköy ) yakınındaki bir yamaçta bulunan bir mağarada Şeyh Muhammed Medeni’nin emri ile altı ay sürecek bir halvete daha girdi. Aslında kalabalık arasında da daimi bir halvet halini yaşıyordu (=halvet der encümen). Halveti sırasında , İlahi aşkın pek çok makamı O’nda zahir oldu. Halvetten çıkar çıkmaz Şeyh’i halka nasihat etmek ve yol göstermek üzere kendisine yetki verdi ve halkın yönlendirilmesi ve irşadındaki tüm sorumluluk Şeyh Şerâfeddin’e verildi. Bu dönemden itibaren tasavvuf tarihinde pek nadir olarak görülen bir şekilde, müridinin ulaştığı derecenin kendi derecesinin fevkınde olduğunu anlayan mürşidi Muhammed Medenî, irşad vazifesini, evladına devrederek, bütün müntesipleri ile birlikte kendisi de, ona biat ederek tabî olmuştur. Şeyh Ebu Muhammed O’nu bir müridi ve damadı olarak yetiştirmişti; şimdi mürşid, tarikatın bir müridi oluyordu. Şeyh’inin birlikte bulunduklarında daha yüksekçe bir yerde oturması şeklindeki ısrarına itaat etmek zorunda kaldı. Şeyh Şerâfeddin, Nakşbendiye silsilesinin tasavvufi öğretisini yaymakta mürşidinin mevcudiyetinde dahi yetkili kılındı. Bundan sonra Muhammed Medeni, her konuda Şeyh Şerâfeddin’in görüşlerini onayladığını ilan etmiş ve kendisine intisab etmek isteyen talibleri yeğenine yönlendirmeğe başlamıştır.

Şeyh Şerâfeddin manevi olarak Cemalüddin Gazikumuki ve Dağıstan’daki şeyhi Ebu Ahmed es-Suğuri‘nin himmeti ile desteklendi. Allah aşkında Fenafillah mertebesine erdi. Şeyh Şerâfeddin, Rasûlullah (s.a.v)’in manevi mirasçılarındandır. Bu manevi ilişki vasıtasıyla insan-ı kamil –mükemmellik- makamına erdi. Rasûlullah (s.a.v)’in en önde gelen sahabelerinden olan ve Peygamber (S.a.v.) Medine-i Münevvere’den ayrılırken yerine vekil olarak tayin ettiği Mikdat ibn el-Esved’in soyundan gelen birisiydi. Şeyh Şerâfeddin sırtında Rasûlullah (s.a.v)’in elinin işaretini taşırdı. Bu doğum lekesini uzak atası Mikdat ibn el-Esved’den miras olarak almıştı. Rasûlullah (s.a.v) elini Mikdat ibn el-Esved’in sırtına koymuş ve O’na soyundan geleceklere dua etmişti.

İslami bilimlerin her alanında olduğu gibi fıkhın en zor ve derin meselelerinin çözümlerinde de müçtehid düzeyinde bir otorite idi. Zamanının fetva vermeğe yetkin alimlerinin en önde geleniydi. Aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’in hıfzı ve yazımında yetenekli bir hafız ve hattattı. Rasûlullah (s.a.v)’in siretini ayrıntıları ile bilirdi ve hadis ilimlerinde, rivayet senedleri konusunda deha derecesinde yetkin bir alimdi. Bütün bunlar O’nun zahiri-batıni ilim dolu sohbetlerine yüzlerce bilgin ve ilim talibinin neden hassasiyetle devam ettiğini izah etmektedir.

Şeyh Şerâfeddin, Osmanlı sarayının İslami konularda danıştığı kişilerden birisi olarak da kaydedilmiştir. Bu konuda değişik rivayetler de özellikle yakın tarihte vefat eden yakın bağlılarından Ali Usta’nın hatıratında nakledilerek günümüze ulaşmıştır. Bugün Şeyh Şerâfeddin’in torunları nezdinde saklanan bir emanet olarak hâlâ “ziyaret edilen“ Rasûlullah’ın sakal-ı şerif köye getirilmesi konusunda Ali Usta’nın anlattıkları Osmanlı Sultanı ile Şeyh Şerâfeddin arasındaki ilişkinin de somut kanıtlarını içermektedir. Ali Usta halen Reşadiye köyünde Şeyh Şerâfeddin’in hanesinde mevcut olan sakal-ı şerif ile anısını şöyle dile getirmektedir: “-Şeyh Efendi, -bizzat davet edilmek suretiyle- Ossmanlı sarayına Sultan Reşad’a çok giderdi. Sultan Reşad dini konularda bir çok sualler sorar; Şeyh Efendi de cevaplandırırdı. Mesela, bir keresinde Sultan, “Hızır (a.s.) halen hayatta mıdır?” diye sormuş ve Şeyh Şerafedin’den ‘Evet’ cevabını almış. Bir gün de Sultan Reşad, Şeyh Efendi’ye kendisinden bir isteği olup olmadığını sorunca Şeyh Efendi de “Hırka-i Şerif’deki, Rasûlullah Efendimizin Sakal-ı Şerifinden bir tane –teberrüken- isterim”, demiş. Emir vermiş Sultan Reşad; bir sakal-ı şerif teli getirmişler; Şeyh Efendi, “Bu sahte” demiş; bir ikincisini getirmişler: “Bu da hakiki değil” demiş Şeyh Efendi. Üçüncü gelince, “Es-Salatü vesselamu aleyke ya Resulallah” diye selamlamış ve Rasûlullah’ın emanetiyle Güneyköy’e dönmüştü. „

Köyün isminin Osmanlı Sultanı’ndan ilhamla Reşadiye olarak verilmesi de Osmanlı sarayı ile Şeyh Şerâfeddin arasındaki ilişki konusunda zaten bir nebze ipucu vermektedir. Küçük bir köy sayılması gereken Güneyköy’deki medresede bin kadar talebenin eğitim gördüğü ve bu talebenin masrafının Osmanlı Sultanı tarafından vakfedilen vakfiyelerin gelirlerinden karşılandığı rivayeti, o devirde bir köydeki ilim muhitinin etkinliği hakkında oldukça önemli bir fikir kaynağıdır. Köydeki iki camiden birisi olan ve medresenin de bulunduğu külliyenin klasik bir Osmanlı eseri oluşu, köy meydanında Osmanlı Sultanı Sultan Reşad’ın tuğrasını taşıyan görkemli çeşme ve hâlâ işletilmekte olan ve talebenin ihtiyaçları için vakfedildiği bildirilen “Reşad Menba Suyu“ işletmesi, bu vakfiyenin bir mirası ve köye verilen önemin somut kanıtı olarak hâlâ ayaktadır. Osmanlı Sarayı’na bu doğal kaynak suyundan gönderildiği rivayetleri de dikkat çekicidir. Bu kanıt ve bilgiler Osmanlı Sarayı-Reşadiye (Güneyköy) ilişkisi konusunda ciddi bir araştırma yapılması gereğine işaret etmektedir. İlişkide olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nun resmi makamları nezdinde saygın bir alim düzeyinde ayrıcalıklı bir muamele görmüştür.
Şerâfeddin Zeynel Abidin Dağıstanî, Hicrî 1292 – Miladî 1875 yılı, Zilka­de ayının üçüncü Pazartesi gecesi Dağıstan’ın Temirhan-şura vilayeti, Gunip kazasının Kikuni köyünde, dünyaya geldi. Babası Abdurraşid Efendi, annesi Emine Sara Hatundur. Anne ve babasının her ikisinin de kabirleri, Yalova Güneyköy’deki kabristandadır. Yalova ilinin Reşadiye (bugünkü Güneyköy ) köyünde Hicrî 1355 – Miladî 1936 yılı Cemaziyel evvel ayının yirmiyedinci pazar günü, köyünde (hicri takvime göre) altmış üç yaşında iken vefat etmiştir. Son yüzyılın en seçkin tasavvuf büyüklerinden olan Şerâfeddin Zeynel Abidin Dağıstanî, “Ebu’l-Fukara” lakabı ile de anılır.

Aliya İzzetbegoviç

Bosna Hersek – Saraybosna’da Kovacı şehitliğinde

Aliya İzzet Begoviç 1925’te Bosna-Hersek’in kuzeybatısında bulunan Bosanski Samac kasabasında dünyaya geldi. Ailesi İslami duyarlılığa sahip bir  aileydi. Ancak İzzet Begoviç, İslam karşıtı ve Müslümanları Avrupa’ya dışarıdan girmiş kimseler olarak gören bir çevrede yetişti. Saraybosna’da bir Alman lisesinde eğitim gördü. Bilime önem veren ve disiplinle çalışan bir öğrenci olarak tanındı.

Lise çağında üstün kabiliyetleriyle ve İslami konulara ilgisiyle öne çıktı. O dönemde bazı arkadaşlarıyla birlikte dini konuları tartışmak amacıyla Mladi Müslimani (Müslüman Gençler Kulübü) adını verdikleri bir kulüp kurdu. Bu kulübü kurduğunda henüz 16 yaşındaydı fakat oldukça etkin ve üretken bir düşünce kabiliyetine sahip olduğu gözleniyordu. Bu yüzden kurduğu kulüp bir düşünce kulübü olmaktan çıkarak aktivite kulübüne dönüştü.Dolayısıyla birtakım eğitim ve hayır faaliyetlerine öncülük etmeye başladı. Ayrıca genç kızlar için de ayrı bir birim oluşturdu.İkinci Dünya Savaşı esnasında da ihtiyaç sahiplerine yardım etti.

İzzet Begoviç’in sıkıntıları 1953’te iktidara gelen Tito zamanında daha da arttı. Fakat o bütün baskılara rağmen İslami konularda kafa yormaya, fikirler üretmeye, etrafını aydınlatmaya devam ediyordu. Sistemin Müslümanların meseleleri ile ilgilenmesi üzerine görevlendirildiği Hasan Duzu ile ilişki kurarak onun irtibat halinde çalışmalar yürütmeye başladı.

Tito’nun 1974’te yeni bir anayasa hazırlamasından sonra yönetim Müslümanlar üzerindeki baskıyı kısmen hafifleterek bazı geleneksel İslami kurumların yeniden işlev kazanmasına imkân sağladı. Bu yumuşama üzerine bazı camiler ve medreseler yeniden açıldı. Küçük çaplıda olsa bu yumuşama ile bazı dini kurumların yeniden hayata geçirilmesi Müslümanlarda hızlı bir İslami uzmanlaşma zemini hazırladı.

1983’te İslami Manifesto isminde kitabı büyük yankı uyandırdı. Hâkim sistem bu gelişmeye tahammül edemeyerek Avrupa’nın ortasında İslami bir cumhuriyet kurmak için çabalamakla suçladı ve tutukladı. Ve 14 yıl hapis cezasına mahkûm edildi. Bu mahkûmiyet onun kitabının bütün Bosna’da duyulmasını ve tesirini göstermesini sağladı. Hapiste düşünmeye fikir üretmeye, daha önce üretilmiş fikirlerden istifade etmeye fırsat buldu. Bunun yanı sıra önemli bir fikri eserinden dolayı hapse girmiş olması onun fikirlerinin çevrede daha çok yankı bulmasına sebep oldu. Hapiste olduğu yıllarda doğu ve batı arasında İslam adlı meşhur kitabını yayınladı. Bu kitabı da çok kısa zamanda geniş kitlelere yayılarak büyük yankı uyandırdı. Hatta Avrupa da en çok satan kitaplar arasına girdi.

Aliya İzzet Begoviç 1988’de hapisten çıktıktan sonra Demokratik Eylem Partisi (SDA)‘ni kurdu. Bu parti 5 Aralık 1990’ da gerçekleştirilen genel seçimlerde büyük bir başarı elde etti. Ve Aliyya İzzet Begoviç cumhurbaşkanlığını kazandı. 90’lı yılların başında Yugoslavya’nın dağılmasından sonra 1 Mart 1992’de gerçekleştirilen referandum ile Bosna-Hersek bağımsızlığını ilan etti. Fakat Sırbistan hemen bu durumda Bosna-Hersek’ e karşı savaş açtı. Hırvatistan ve Sulevenya’nın bağımsızlık ilanına destek olan Avrupa Bosna-Hersek’ i yalnız bıraktı. Yugoslavya ordusu Bosna’daki Sırp etnik grupla hareket ederek Bosnalı Müslümanlara karşı katliama girişti. Bir milyon Boşnak Müslüman göç etmek zorunda kaldı. Bu savaşta 250bin Boşnak Müslüman katledildi.

Bosna-Hersek Müslümanların direnişlerine Müslüman halklar grubu sahip çıktı. İslam dünyasının muhtelif bölgelerinden gençler direnişçiler soykırıma dur demek için ülkeye gitti. Direniş ve savaş aynı zamanda Bosna-Hersek Müslümanları arasında İslami bilinçlenmenin artmasını da sağladı. Ancak ülke yönetimleri Bosna-hersek Müslümanlarını büyük ölçüde yalnız bıraktılar. Buna ek olarak Avrupa ve ABD, ezilen ve katliamlara maruz kalan Bosna-Hersek halkına hiçbir şekilde destek çıkmadı. Katliamın son raddesine vardığı sırada da Sırpların isteklerini kabul etmeleri için Müslümanlara baskı yaptılar. İşte bu siyasi baskılar ve eşit olmayan savaş şartları karşısında İzzet Begoviç, önüne konulan anlaşmayı kabul etmiştir. Çünkü savaşın devam etmediğini Bosna-Hersek Müslümanlarını tam bir soykırımla karşı karşıya gelmeleri gibi sonucun doğmasına sebep olabileceğini düşünüyordu. Neticede 1995’te ABD tarafından dayatılan Dayton Anlaşması’nın imzalanmasıyla savaş sona erdi. Anlaşma Bosna-Hersek topraklarının %51’ ini Müslümanlarına ve Hıristiyan Hırvatlara %49’ unu da Bosna-Hersek Sırplarına veriyordu. Bosna-Hersek Savaşı, ABD ve Avrupa’nın haçlı kimliğini bir kez daha gözler önüne sermiştir. Bunu bizzat Avrupalı tarihçiler ve yorumcular da itiraf etmiş ve bu savaşta Batılıların 19. Yüzyıldaki sömürgeci kimliklerine geri döndüklerine dikkat çekmişlerdir.

Dayton Anlaşması’nın imzalanmasından sonra 1996’da yapılan seçimlerde üçlü başkanlık konseyine seçildi. Devlet başkanlığı dönemi boyunca uluslararası gücün baskılarına karşı çıkan İzzetbegoviç, 2000 yılında sağlık sorunlarını gerekçe göstererek başkanlık görevinden istifa etti. Aliya İzzetbegoviç entelektüel, eylem adamı, siyasetçi, özgürlük savaşçısı ve düşünür kimliği ile halkına öncülük etmiş bir isimdir.

Cesur, inançlı, azimli mücadelesi ve bilge-zahid kişiliğiyle haklılığını her zeminde haykırarak, güçlü ve şahsiyetli bir örneklik ortaya koyan Aliya İzzetbegoviç, bu özellikleriyle İslam Dünyasında yeni bir lider prototipinin öncüsü oldu. Son derece güçlü entelektüel birikiminin yanında eylem adamı kişiliğini de gösterebilen Aliya İzzetbegoviç 2003 yılında vefat etti.

Akça Koca

Bilecik – Söğüt de Ertuğrul Gazi Türbesinde

Ertuğrul Gazi’nin kumandanlarındandır. Osman Gazi’nin beyliği döneminde de hizmetlerine devam etmiş ve Beyliğin büyümesinde çok önemli bir rol oynamıştır. Bir rivayete göre babasının isimi Abdülmelik b. Abdülfettah’dır. Anadolu Selçukluları döneminde uç bölgelere yerleştirilmiş bir Türkmen boyuna mensup olduğu ve kendisine bağlı aşiretle beraber Ertuğrul Gazi’ye tabi olduğu söylenmektedir.

Osman Bey ve oğlu Orhan Bey dönemlerinde beyliğin kuzey batı tarafından genişlemesi için gazalara katılmış ve bir çok kaleyi fethetmiştir. Özelikle sapanca, İzmit, Yalova üçgeni içinde kalan arazilerin O’nun tarafından fethedildiği söylenmektedir.

İzmit’e onun isminden mülhem ” Kocaeli” denmiştir. Yine Bolu iline bağlı Akçakoca ilçesi de yine O’nun adını taşır. Fethettiği Samandıra ve civarı Osman Gazi tarafından kendisine mülk olarak verilmiştir.

1326 yılından sonra vefat ettiği sanılmaktadır. Asıl türbesi Kandıra’da iken Söğüt’deki makamıdır.

Kaynak ;
Mehmed Hakan Alşan , Horasan Erenleri , Kurtuba Yayınları , 2012

Ertuğrul Gazi (k.s.)

Bilecik – Söğüt’de

Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gâzi’nin babası. Gündüz Alp’in oğludur. Oğuzların kayı boyundandır. Cengiz’in İslâm memleketlerini talan ettiği sırada, babası, Selçuklu topraklarında yaşamak üzere kabilesiyle beraber ülkesini terk etmiş, Amu Deryâ’yı geçip Oğuzların yoğun olduğu Aral havzasına gelmişti. 1220’lerde Horasan’ın kuzey sınırına, oradan Karakum çölünün güneyine, oradan da Merv yoluyla Ahlat’a ulaşmıştı. Moğol istilâsının buralara kadar ulaşması üzerine kabilesine daha uygun bir yer arayan Gündüz Alp, Erzincan’a doğru hareket etmiş, Pasin ovasında Sürmeli çukura geldiklerinde hastalanarak vefât etmişti.

Babalarının vefâtından sonra Ertuğrul Gâzi kabileye reis seçildi ve ağabeyleri Sungur Tekin ve Gündoğdu, kendilerine tâbi kabile mensuplarıyla beraber Ahlat’a geri döndüler. Ertuğrul Gâzi ise, kardeşi Dündâr Bey ile beraber batıya hareket etti. Sivas yakınlarına gelip konakladığında, Selçuklu ordusu ile büyük bir Moğol birliğinin kıyasıya çarpışmakta ve Moğolların Selçuklu ordusunu bozmak üzere olduğunu gördü.

Yiğitlik ve erliğin bütün vasıflarını üzerinde toplayan Ertuğrul Gâzi, İslâm’ın ve Türk’ün şânından olan zâlime karşı mağdura destek olmakta zerre kadar tereddüd etmedi. “Mağlûba yardım etmek erlik olur. Hızır gibi, bunalmış zamanlarında çaresizlere yardıma yetişerek ellerinden tutalım” diyerek, Selçuklu saflarına katılıp, Moğollara karşı saldırıya geçti. Bir kaç yüz kişilik bu kuvvetin civanmertliği üzerine savaşın seyri değişti ve kısa sürede Moğol kuvvetleri darmadağın oldu. (Bu savaşın, Haremzşahlarla yapılan Yassıçimen Savaşı olduğu da rivayet edilmektedir.)

Savaştan sonra, Selçuklu sultânı Alâeddîn Keykubâd, Ertuğrul Gâzi’ye iltifatlarda bulundu. Hil’at giydirdi ve Selçuklu ülkesinde yaşamak için göç ettiklerini öğrenince Ankara yakınındaki Karadağ mıntıkasında oturmak için toprak verdi (1230).

İznik İmparatorluğu ile Selçuk hududunda sürekli çarpışmalar üzerine sultan birinci Alâeddîn Keykubât 1231’de bir ordu ile Sultanönü civarına geldi. Bütün maiyyeti ile beraber yanında yeralan Ertuğrul Gâzi’yi öncü kuvvetlerine komutan yaptı. Ertuğrul Gâzi, Rum ordusu üzerine yürüyünce, imparator Theodor Laskaris’in Rumeli’den yardımcı çağırdığı Aktav tatarlarıyla karşılaştı. Yenişehir ovasında üç gün gece-gündüz devam eden şiddetli çarpışmalar sonunda düşmanı bozup, İnegöl’e kadar tâkib ederek pek çok ganîmet aldı. Elde ettiği bu büyük başarıdan sonra Eskişehir Söğüt mevkiinde sultan Alâeddîn’le buluşan Ertuğrul Gâzi mükâfatlandırıldı. Söğüt ve Saraycık mahalleri kışlak, Domaniç dağı da yaylak olmak üzere kendisine verildi.

Ertuğrul Gâzi Anadolu’ya geldikten kısa bir müddet sonra, Selçuklu Devleti çökmeye yüz tutmuş, Anadolu parça parça olmuştu. Türk uç beyleri, Selçuklulardan boşalan yerleri doldurmaya ve yeniden güçlü bir devlet kurmayı tasarlıyorlardı. Anadolu’da irşâd ve gazâ yapan gönül sultanları, tasavvuf ehli âlimler ile dervişler yeniden toplanmayı teşvik ediyorlar ve istikbâlde kurulacak yeni bir Türk devleti müjdeliyorlardı.

Ertuğrul Gâzi aşîreti ile beraber gelip Söğüt ve Domaniç’e yerleşti. Bu yıllarda bölgede bulunan Germiyan’ın babası Alişir ve Çavdar adlı bir tatar, el altında tuttukları kuvvetlerle halkı tedirgin edip; pazar ve hayvanlarını talan ederek geri dönerlerdi. Ertuğrul Gâzi buraya yerleşince, bunlara mâni oldu. Bizans kale ve şehirlerinin hâkimi olan hıristiyan tekfurlarla da iyi anlaştı. Adaleti, halka olan iyi muamele ve yardımları o kadar çoktu ki, hıristiyan tebea bile onu yürekten sevip sayıyordu. Bu sevgi ve bağlılık o kadar fazla idi ki, Söğüt’te bulunan hıristiyan zımmîler, Ertuğrul Gâzi vefât edince, çiftliğinin yarısı ile bir bağı onun ruhu için vakfedip kâdı emrine vermişlerdi.

Söğüt’e yerleşmesinden bir kaç sene sonra Karacahisar tekfuru, bölgedeki müslüman ahâliyi rahatsız etmeye başladı. Ertuğrul Gâzi de sultan Alâeddîn’i savaşa teşvik etti. Sultan Alâeddîn’le beraber Karacahisar kalesini kuşattılar. Uzun süre yapılan şiddetli savaşlardan sonra tekfur barış istediyse de kabul edilmedi. Bu sırada Moğolların Ereğli’yi alma haberi geldi. Sultan kaleyi fethetme işini Ertuğrul Gâzi’ye bırakarak Moğolları karşılamaya gitti. Bir müddet daha devam eden muhasaradan sonra Ertuğrul Gâzi kaleyi fethetti. Tekfuru yakaladı. Elde edilen ganimetin beşte birini Sultan’a gönderip kalanını Gâzilere dağıttı.

Selçuklu sultânı Alâeddîn Keykubâd’ın vefâtına kadar etrafın fethi ve İslâmiyet’in yayılması için bütün gayreti ile çalıştı. Sultan’ın vefâtından sonra, Söğüt uç bölgesinde Bizans’la mücâdeleye devam etti. 1281 yılında 92 veya 96 yaşında vefât ederek yine Söğüt’e defnedildi (Bkz. Osman Gâzi).

Ertuğrul Gâzi, çevresinde bulunan beyliklerin ve devletlerin durumlarını ve siyâsî şartları gayet iyi değerlendirirdi. Komşuları ile dâima iyi geçinerek aşiret ve tebeasını güçlü bir durumda, huzur ve rahat içinde yaşattı. Çıplakları giydirip donatır, dul kadınlara, fakirlere, düşkünlere dâima yardım ederdi.

Ertuğrul Gâzi’nin görevi bu kadardı. Geldi… Yarım asır adalet ve huzur içinde yaşattığı bölge halkı yanında, hıristiyanlara da İslâmiyet’i sevdirip gitti. Bundan sonra doğudan gelen Horasan erenleri Alp ve Abokul gibi adlarla anılan mürşidler, bu ve bunun gibi Türk oymaklarına yegâne gayenin cihâd ve İ’lâ-yı kelimetullah (Allahü teâlânın ism-i şerifini yüceltmek, İslâm’ı yaymak) olduğunu aşıladılar. Sonra bu gayenin gerçekleştirilmesi için lüzumlu olan bilgi ve tecrübeyi verip, yol gösterip teşkilâtlandırarak sevk ve idare ettiler. Harblerle aldıkları Bizans topraklarını tamamen Türk-İslâm toprağı hâline getirmek için muazzam bir faaliyete giriştiler. Bu faaliyetler; harcanan büyük enerji, dehâ, İslâm’ın adaleti ve en önemlisi erenlerin duâsı bereketiyle kısa zamanda müsbet neticeler verdi. Derviş Gâziler, bir memleket ve şehri fetheder etmez bâzıları derhâl oraya yerleşip, kalan kısım daha ileri yürüdü. Arkadan dâima taze kuvvet yetiştirildiği için, bu yürüyüşün ardı arkası kesilmedi. Fethedilen şehir ve beldelerde; câmiler, medreseler, tekkeler, hastaneler, kervansaraylar, imâretler, çeşmeler, yollar ve köprüler… yapıldı. İslâmî tedris, eğitim ve öğretim başladı. İçtimâi yardım müesseseleri faaliyete geçirildi. Elde edilen topraklarda âsâyiş, sulh ve sükûn te’min edildi.

Ertuğrul Gâzi’den sonra Osman Gâzi ile yeşerip sonrakilerle büyüyen, denizleri, diyarları, ülkeleri, iklimleri, kıt’aları muhteşem dalları arasına alacak çınarın gölgesi altında bütün insanlık, Asr-ı seâdetten sonra bir daha görüp hayâl edemediği bir şekilde, tam altı asır yaşadı.

Nitekim şâirin dediği gibi;

Biz ol nesl-i kerim-i dûde-i Osmâniyânız kim,
Muhammerdir serâpa mâyemiz hûn-i şehâdetten.
Biz ol âlî-himem erbâb-ı cidd-ü ictihadız kim,
Cihângirâne bir devlet çıkardık bir aşîretten.
Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmâniyânız kim.

Kaynaklar ;
1) Tâc-üt-Tevârih; cild-1. sh. 26
2) Âşıkpaşazâde Târihi; sh. 15 v.d.
3) Oruç Bey Târihi; sh. 22
4) Aşiretten Devlete; sh. 58
5) Devlet Kuran Kahramanlar (Safa Öcal, T.D.A.V); sh. 1 v.d.
6) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-2, sh. 241-250
7) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-2, sh. 25
8) Rehber Ansiklopedisi; cild-5. sh.178
9) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-3, sh. 832
10) Neşrî Târihi; cild-1, sh. 61 v.d.
11) Meşâhir-ül-islâm

Dursun Fakih (k.s.)

Bilecik – Küre köyüne 3km mesafe’de.  Bilecik – Söğüt yolu üzerinde

Tefsîr, hadîs ve fıkıh âlimi. Şeyh Edebâlî hazretlerinin dâmâdı. Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey’in bacanağıdır. Doğum tarihi bilinmemektedir. Sultan Orhan devrinde vefat etmiştir.
Aslen Karamanlı olup, hocası Edebâlî’nin hemşehrîsidir. Çeşitli ilimleri, Edebâlî’den tahsil edip, tefsîr, hadîs ve fıkıh bilgilerinde âlim, tasavvufta yüksek derecelere sahip oldu. Kalbi, kötülüklerin pisliklerinden temizlendi. Zühd ve takvâda, güzel ahlâkta, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymakta, insanlara doğru yolu göstermekte çok ileri idi. Osman Bey zamanında, gazâ ve fetihlere iştirâk eder, gazilere imamlık yapar va’z ve nasihatlerde bulunurdu. Karahisar’da ilk Cum’a namazını , Eskişehir’de ilk bayram namazını o kıldırdı.

Anadolu Selçuklu Devleti Sultanı’nın, İlhanlı Gazân Hân tarafından İran’a götürülmesi üzerine devlet parçalandı. Her önüne gelen bey, herkes, sığınacak yer arar oldu. Haber Osman Bey’in meclisine ulaştı. Mecliste hazır bulunan Osman Bey’e, hatîb ve va’izi Dursun Fakîh şu teklifi yaptı: “Beyim! Cenâb-ı Hak size, sığınacak yer arayan müslümanları bir araya toplayıp idâre etmek basiretini ve gücünü ihsân etmiştir. Allahü teâlânın inâyeti, duâ ordusunun himmet ve bereketi, gazâ ordusunun kuvvet ve kudretleriyle çevrenizdeki tekfurları dize getirip, birçoklarının topraklarını mülkünüze dâhil ettiniz. Şimdi sıra Anadolu topraklarını ehil olmayanların elinden kurtarıp, ahâlisini huzûra kavuşturmaya gelmiştir. Müsâade buyurun da, adınıza hutbe okuyup, sizi sultan ilân edelim” dedi. Sultan düşünüp, istişâre etti. Dursun Fakîh’e hak verdi. O gün Dursun Fakîh, Osman Gazi adına hutbe okuyup, beyinin sultanlığını ilân etti.  Dikkat edilirse Osman Gazi’nin aklında bir devlet fikri yoktur. Onu buna hazırlayan , inandıran, sürükleyen, gayretlendiren yine ” Veliler’‘ olmuştur.

Dursun Fakih , adı üstünde Fakih’dir. Osmanlı tarihinde bilinen ilk ” Şeyhülislam” da odur. Genç devletin bütün müesselerini Şeyhi Edebali hazretleri ile beraber kurarlar.

Dursun Fakîh okuduğu hutbelerde, va’z ve nasihatlerinde gazilerin gazâ şevkini artırıcı sözler söylerdi. Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) ve O’nun mübârek Eshâbının (radıyallahu anhüm), güzel ahlâk ve örnek yaşayışını anlattı. Hatta halkı ve oruduyu yüreklendirmek için Hz. Ali’nin kahramanlıklarını anlatan Dasitan-ı Muhammed Hanefi ve Sandık hikayesi adlı iki cenkname de kaleme almıştır. Onun kaleme aldığı bu cenknameler  ; Osman Gâzî’nin seçme yiğitlerini, Allahü teâlânın dînini yaymağa, insanlara merhametli davranıp zarar vermemeye çok gayret ettiler. Herkese iyilik edip, hayırlı amel işlediler. Nefislerini terbiye edip, ebedî saadete kavuşmak için gayret gösterdiler. Bu husûslarda Dursun Fakîh’in askerler üzerinde çok büyük te’sîrleri oldu.

Osman Gazi 1302’de memleketi beş idare bölgesine ayırıp, Bilecik’in idaresini Şeyh Edebali hazretlerine bıraktı. Dursun Fakih bundan sonra Şeyh Edebali‘nin yanında kalıp onun yerine tefsir okuttu ve fetva ilerini yürüttü. Edebali hazretlerinin vefatından (1326) sonra zaviyenin Şeyhlik makamına oturdu.1330’da İznik Orhan Gazi tarafından alındıktan sonra Bilecik Kadısı olan Çandarlı Kara Halil, İznik Kadılığına getirildi. Bu tarihten itibaren Bilecik Kadılığı vazifesi de Dursun Fakih’ e verildi. Dursun Fakih’in bu görevde iken vefat ettiği sanılmaktadır. Dursun Fakih’in kabri şerifi Bilecik2in 10 km uzağındaki Küre köyüne yakın bir tepe üzerindedir. Aynı zaman Şeyhi Edebali hazretlerinin yanında da bir makamı vardır.

Kaynaklar ;
1) Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 1
2) Mehmed Hakan Alşan , Horasan Erenleri , Kurtuba Yayınları , 2012

Şeyh Edebali (k.s.)

Bilecik – Şehir Merkezinde Orhangazi caminin yanındaki Türbesinde.

Osmanlı Devletinin kuruluşunda hizmeti geçen büyük İslâm âlimi. Osman Gâzinin kayınpederi ve hocası. Karaman civârında 1206 (H.603) yıllarında doğduğu tahmin edilmektedir. 1326 (H.726) yılında Bilecik’te vefât etti.

İlk tahsîlini memleketinde yaptıktan sonra Şam taraflarına gitti. Hadîs-i şerîf, tefsîr ve fıkıh ilimleri tahsîl etti. Tasavvuf yoluna meyletti. Zamânının büyük âlimlerinden feyz aldı. Memleketine döndü. Bir rivâyette Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin sohbetleri ile kemâle geldi. Bu esnâda Selçuklu Devleti çöküntüye doğru gidiyor, Anadolu’da bir karışıklık hüküm sürüyordu. Moğolların önünden kaçan Oğuz boyları Anadolu’ya büyük gruplar hâlinde gelerek çeşitli bölgelere yerleşiyorlardı. Bu boylardan biri de önce Karacadağ, sonra da Söğüt mıntıkasına yerleşen Kayılar idi ve başlarında Ertuğrul Bey bulunuyordu. Daha ilk zamanlardan îtibâren Ertuğrul ve oğlu Osman Gâzinin başından geçen hâdiseler ve onların velîler ile olan münâsebetleri büyük bir devletin müjdesini veriyordu.

Ertuğrul Gâzi bir gece ulemâdan bir kimseye misâfir oldu. Sohbet esnâsında Ertuğrul Gâzi, yüksekçe bir yerde duran kitabı göstererek ne olduğunu sordu. Ev sâhibi; “Bu kitap Allahü azîmüşşân hazretlerinin Resûl-i ekremine indirdikleri Kur’ân-ı kerîmdir.” cevâbını aldı. Sonra ev sâhibi uyumak için gittiğinde, Ertuğrul Gâzi mushafın bulunduğu odada sabaha kadar mushaf-ı şerîfin huzûrunda hürmet ve tâzim ile ayakta durdu. Fakat sabaha karşı bir ara dayanamayıp uykuya daldı. Bu sırada rüyâda kendisine; “Sen benim kelâmıma hürmet ve tâzimde bulundun, ben de senin evlâdına kıyâmet gününe kadar dâim olacak bir ulu devlet ihsân eyledim.” diye hitâb olunduğunu işitti.

Diğer taraftan Ertuğrul Gâzi zaman zaman Konya’ya gelir ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerini de ziyâret ederdi. Bir gelişinde henüz küçük yaşta olan Osman Gâziyi de berâberinde Mevlânâ’ya getirip hayır duâlarını ricâ etti. O sırada Selçuklu Sultanı bulunan kimsenin, Kalenderî tarîkatinden olan bir şahsa bağlandığını işiten hazret-i Mevlânâ; “Hoş şimdi hükümdâr kendine bir baba bulduysa, biz de kendimize bir oğul bulduk.” diyerek küçük Osman’ın elinden tuttu ve hayır duâlar eyledi.

Bu hususta üçüncü büyük müjde ise, Osman Gâzi ile Şeyh Edebâlî hazretleri arasında cereyân etti. Edebâlî hazretleri Konya’dan gelerek cihâd sınırının en uç bölgesi olan Eskişehir yakınlarında İtburnu denilen bir köyde yerleşmişti. Burada tâliplerine ilim öğretmek, insanlara huzur dağıtmakla meşgûl olurdu. Dînî meselelerde herkes ona mürâcaat eder, dünyâ ve devlet işlerini ona danışırdı. İslâm dünyâsında eskiden beri mevcûd olan “Fütüvvet ehli” ve Anadolu’da mühim bir yer tutan “Ahîler” ile irtibâtı vardı. Ayrıca Ertuğrul Beyin oğlu Osman Bey de bu büyük âlimi sık sık ziyârete gider, ilim ve feyzinden istifâde ederdi. Edebâlî hazretlerinin kendi parasıyla yaptırıp talebelerine ders verdiği Bilecik’teki zâviyesini ziyâretlerinden birinde, Osman Bey bir rüyâ gördü. Rüyâsını hocası Edebâlî hazretlerine anlattı. Osman Beyin rüyâsında, Edebâlî hazretlerinin koltuk altından çıkan bir nûr, gelip Osman Beyin göğsüne girdi. O nûrun girmesiyle, Osman Beyin karnından bir ağaç peydâ oldu. Birden dallanıp budaklandı. Dalları çok yükseklere ulaştı. Altındaki nice dağlar ve nehirleri gölgeledi. Onun gölgesindeki dağ ve nehirlerden birçok insan gelip istifâde etmeye başladığı sırada, Osman Bey uyandı. Edebâlî hazretleri, Osman Beyin böyle bir rüyâ görmesine çok sevindi. Onun yapacağı büyük hizmetlerde, kendisinin de nasîbi olmasına çok şükretti. Osman Beyin bu güzel rüyâsını şöyle tâbir etti: “Oğul sen, Ertuğrul Gâzi oğlu Osman, babandan sonra “Bey” olacaksın, kızım Mâl Hâtunla evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nûr budur. Sizin asîl ve temiz soyunuzdan nice pâdişâhlar gelecek. Onlar, nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar. Allahü teâlâ, nice insanın huzur ve saâdete kavuşmasına, dîn-i İslâmla şereflenmesine senin neslini vesîle edecek.” dedi. Osman Beyi tebrik etti. gözünün nûru kızını, bu mübârek insana nikâh etti.

Osman Beyin, Mâl Hâtunla izdivâcından Orhan Bey dünyâya geldi.Edebâlî hazretleri, dâmâdı tarafından kurulan Osmanlı Devletine mânevî güç verdi. Sultan Osman Gâzinin hürmet ettiği, her hususta istişâre edip danıştığı en yakın yardımcılarından oldu.

Osman Gâzi, Yenişehir’i aldıktan sonra memleketi beş idârî bölgeye ayırdı. Karacahisar’ı oğlu Orhan Beye, Subaşılığını da kardeşi Gündüz’e verdi. Yarhisar’ı Hasan Alp’a, İnegöl’ü Turgut Alp’a verdi. Kaynatası Edebâlî’ye Bilecik gelirini timar verdi. Hanımını babası ile Bilecik’te bıraktı. Kendisi Yenişehir’e giderek yanındaki gâzilere evler yaptı.

Şeyh Edebâlî, Bilecik’te fıkıh, tefsîr ve hadîs ilimleri üzerinde dersler verdi. Bu sûretle son günlerini Bilecik’te geçiren Edebâlî hazretleri 120 yaşlarında iken 1326 (H.726) yılında vefât etti. Cenâzesi, yıllarca huzur saçarak insanlara saâdet yolunu gösterdiği zâviyenin yanına defnedildi. Eskişehir’de Odunpazarı üstündeki kabristanda da bir makâmı vardır. Yerine kendi talebesi Dursun Fakih geçip, ders verdi.

Edebâlî hazretlerinin Rahmet-i Rahmâna kavuşmasından bir ay kadar sonra Mâl Hâtun, dört ay sonra da Osman Gâzi vefât ettiler. Edebâlî hazretlerinin feyz ve bereketleri, yol göstermesi ile altı asırdan fazla devâm edecek olan cihan devletinin temellerini atan Osman Gâzi, âlimlere ve evliyâya yakın olmanın ehemmiyetini de belirttiği vasiyetnâmesinde kendisinden sonra gelecek oğluna dolayısıyla evlâtlarına şunları vasiyet etti:

“Allahü teâlânın emirlerine muhâlif bir iş işlemeyesin! Bilmediğini, dînimizin ulemâsından sorup anlayasın! Sana itâat edenleri hoş tutasın! Askerine inâmı, ihsânı eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir ve Allah için cihâdı terk etmeyerek beni şâd et! Ulemâya riâyet eyle ki, şerîat işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm göster! Askerine ve malına gurur getirip, dînimizin âlimlerinden uzaklaşma! Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksadımız Allah’ın dînini yaymaktır. Yoksa, kuru kavga ve cihângirlik dâvâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâimâ herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emânet ediyorum.” Osmanlı sultanları, bu vasiyetnâmeye candan sarıldı. Bu vasiyetnâme, devletin altı yüz sene hiç değişmeyen anayasası oldu.

Altı asır, insanlara huzur ve saâdet, onların eli, onların yardımı ile dağıtıldı. Allahü teâlâ, o büyük devleti bu mübârek insanlara nasîb etti.

KERÂMET VE MENKÎBELERİ

ASIL ÖLÜM…

Edebâlî hazretlerinin vefâtlarına yakın talebelerine vasiyet mâhiyetinde söylediği sözlerden bâzıları şunlardır:

“Tevâzu; zenginlere karşı kibirli, yoksullara karşı alçak gönüllü olmaktır.”

“Toprağa bağlanınız, suyu isrâf etmeyiniz, mîrâsınızın sağlam kalmasına dikkat ediniz, veriniz, elleriniz yumuk, kapalı kalmasın, ilim sâhiplerini koruyunuz, ağaç dikiniz, ödünç aldığınızı fazlası ile iâde ediniz, Kur’ân-ı kerîmi güçlü olmak için okuyunuz, bağınızı bahçenizi viran bırakmayınız, Peygamber efendimizi çok iyi tanıyınız. Hadîs ezberleyiniz, bildiklerini öğretenler unutulmazlar.”

“Asıl ölüm, ilimden payını almayanlar içindir. Faydalı ile faydasızı bilenler bilgi sâhipleridir.”

KAYNAKLAR

1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.20
2) Kâmûs-ül-A’lâm; c.2, s.817
3) Rehber Ansiklopedisi; c.4, s.330
4) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1132
5) Tâc-üt-Tevârih; c.5, s.1-2
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.10, s.110