İstanbul – Beyoğlu – Galata Mevelevihanesi
………
Evliya, Sahabe, Peygamber Kabirleri
Evliya ve Sahabe
İstanbul – Beyoğlu – Galata Mevelevihanesi
………
İstanbul – Beyoğlu – Galata Mevlevihanesi
Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, İsmâil bin Ahmed’dir. Lakabı Rusûhî’dir. Ankaravî diye meşhûr olmuştur. Ankara’da doğmuştur. Doğum târihi kesin olarak belli olmamakla beraber, onuncu asrın ikinci yarısında doğduğu bilinmektedir. 1040 (m. 1630) senesinde İstanbul’da vefât etti. Kabri, Galata Mevlevîhânesi bahçesindedir.
İlk tahsilini doğum yeri olan Ankara’da yaptı. Aklî ve naklî ilimleri, zamanının âlimlerinden okudu. Arabça ve Farsça dillerini öğrendi. Zâhirî ilimlerde yükseldikten sonra tasavvufa yöneldi. Bayrâmiyye yoluna girip feyz aldı. Tasavvuf derecelerinde de yükseldi. Hocası tarafından insanlara Allahü teâlânın dînini ve sevgili Peygamberimizin güzel ahlâkını anlatmakla vazîfelendirildi. Halvetiyye yolundan da icâzet alıp, irşâd vazîfesine devam ettiği sırada gözlerinden rahatsızlandı. Rahatsızlığından dolayı okuyamaz, yazamaz oldu. Gözleri açıldığı takdîrde dâima Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve evliyâullahın sözleriyle meşgûl olacağını nezr etti. Nihâyet bir velînin teveccühüyle gözlerindeki rahatsızlık geçti. Bu hâline şükür ifâdesi olarak “Fütûhât-ı Ayniyye” adlı Fâtiha-i şerîfe tefsîrini yazdı. Konya’ya gidip, Mevlevi yolu büyüklerinden Bostan Çelebi’nin sohbetlerinde bulundu. Mevleviyye yolunda da ilerleyip yüksek derecelere kavuştu. 1019 (m. 1610) senesinde İstanbul’a gelerek, İstanbul Galata Mevlevîhânesi’nde irşâd vazîfesiyle vazîfelendirildi. Vefâtına kadar bu vazîfede kalıp insanlara iyiliği emr edip, kötülüklerden sakındırmaya çalıştı. Bu arada zâhirî ilimlerde de gayret gösterip daha yüksek derecelere ulaştı.
İsmâil Ankaravî, zâhirî ve bâtınî ilimlerde, tasavvufda yüksek derece sahibi idi. İlmiyle âmil, fazilet sahibi bir zât idi. Allahü teâlânın emirlerine uyar ve yasaklarından titizlikle kaçınırdı. Allahü teâlâya çok ibâdet eder, dünyâya önem vermezdi. Zamanındaki devlet adamları kendisini sever, ilmini takdîr eder, hürmette kusur etmezlerdi, ilim ehli ile ilmî sohbetlerde bulunur, sohbeti, yalnızlığa tercih ederdi. İnsanlar arasına karışıp, Allahü teâlânın dînini anlatmayı, bir köşeye çekilip ibâdet ve tâatle meşgûl olmaktan üstün tutardı. Birçok ilimlerdeki yüksek derecesi yanında şairliği de olan İsmâil Ankaravî, şiirlerinde Rusûhî mahlasını kullanırdı. Birçok eserleri vardır.
Bu eserlerinin başlıcaları şunlardır:
1- Şerh-i Mesnevî: Mevcûd Mesnevî şerhlerinin en meşhûrlarından olup, altı cild hâlinde yazılmış ve basılmıştır. “Mecmû’ât-ül-Letâif ve ma’mûrât-ül-meârif’ adıyla da bilinen Mesnevî şerhi, İsmâil Ankaravî’nin en meşhûr eseridir. Bu şerhi sebebiyle Mesnevî Şarihi diye meşhûr olmuştur. Eserinde Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin söz ve hâllerini açıklarken, tasavvufun temel ve umûmî kaidelerini de anlatmıştır. Daha sonraki zamanlarda, Mesnevî üzerinde eser yazanlar, Ankaravî şerhinden çok istifâde etmişlerdir. Bu eseri, Cengî Yûsuf Dede kısaltarak “Menhec-ül-Kavî” adıyla Arabçaya, ismet Tasar-zâde, “Şerh-i kebîr-i Ankaravî ber Mesnevî-i ma’nevî-i Mevlevi” adıyla Farsçaya tercüme etmişlerdir.
2- Minhâc-ül-fukarâ: Tasavvuf konularından ve evliyânın hâllerinden bahs eden bu eseri Türkçedir. Mühyiddîn İbni Arabî’nin “Fütûhât-ı Mekkiyye” ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin “Mesnevî”sinden birçok nakillerin yapıldığı bu eserinin sonuna, “Semâ” ile ilgili “Huccet-üs-semâ” adlı bir risale de eklemiştir.
3- Zübdet-ül-füsûs: Muhyiddîn İbni Arabî’nin “Füsûs-ül-hikem” adlı eserinin yine kendisi tarafından yazılmış “Nakd-ün-nüsûs” adlı hülâsasının Türkçe tercümesidir. Bu eser Molla Câmî tarafından “Nakd-ün-nüsûs” adıyla Farsça, tasavvuf büyüklerinden Seyyid Koca Muhammed Nûr-ül-Melâmî tarafından “Mürûc-ün-nüsûs” adıyla Arabça olarak şerh edilmiştir.
4- î’zâh-ül-hikem: Şihâbüddîn Sühreverdî’nin, “Heyâkil-ün-Nûr” adlı eserinin Türkçe tercümesi ve şerhidir. Allâme Celâlüddîn Devânî ve şâir Nev’i Efendi tarafından da haşiye yazılmıştır.
5- Miftâh-ül-belâga ve Misbâh-ül-fesâha: Hâce-i Cihân’ın “Menâzîr-ül-inşâ”sı ile Hatîb-i Dımeşkî’nin “Telhis” adlı eserleri kaynak alınarak yazılmıştır. Edebiyat ve Osmanlıca belagat kaidelerine dâir dilimizde yazılan eserlerin öncüsü olduğundan, edebiyatla uğraşanlar için faydalıdır.
6- Fütûhât-ı ayniyye fî tefsîr-i sûret-il-Fâtiha: Fâtiha sûresinin tefsîriyle ilgili bir eserdir. 7- Misbâh-ül-esrâr Nûr sûresinin tefsîriyle ilgili eseridir. Son iki eser tasavvufî mâhiyettedir. 8-Nisâb-ı Mevlevi, 9- Şerhu kasîde-i Tâiyye el-müsemmâ bil-mekâsıd-il-Âliyye, 10- Şerhu hadîs-i erba’în, 11-Şerhu Füsûs-il-hikem, 12- Cenâh-ul-ervâh, 13- Şerhu kasîdet-il-münferice el-müsemmâ bi hükm-il-münderice: Ebü’l-Fazl Yûsuf bin Muhammed’in “El-Münferice” kasidesi diye bilinen manzûmesinin tercüme ve şerhidir. 14-Hall-i müşkilât-ı Mesnevî, 15-Simât-ül-mûkınîn, 16- Er-Risâlet-üt-tenzîhiyye fî şân-ü-Mevleviyye, 17-Dîvân, 18-Câmi-ül-Âyât: Mesnevî’deki âyet-i kerîme, hadîs-i şerîflerin tefsîri ve Arapça beyitlerin açıklamasıdır, 19-Fâtih-ül-ebyât: Farsça beyitlerin açıklamasıdır. 20- Mecmû’ât-ül-letâif: Arapça ve Farsça beyitlerin açıklamasıdır. 21- Şerhu kasîdet-ül-mîmiyye vel-Hamriyye, 22- Risâle-i uyûn-i isnâ aşere: Oniki “tasavvufî manzûmeden ibâret bir eseridir.
İsmâil Ankaravî, Minhâc-ül-fukarâ adlı eserinde, iyiliği emr edip kötülükten sakındırma husûsunda diyor ki: Hazreti Ali buyurdu ki: “Doğru bildiğini söylemek, susmaktan daha hayırlıdır. Günahkâr insanlara günah ve haramların kötülüğünü anlatmamak, iyilik değildir.” Kötü bir işi yapanı o işten sakındırmak, ibâdetlerin en fazîletlisidir. Bir kimse bilmeyen birine yol gösterse, o da onun irşâdıyla hidâyete erse, yol gösteren kişi de, hidâyete kavuşan kimsenin sevâbı ve fazileti kadar sevâb kazanır. Zîrâ Peygamber efendimiz (s.a.v); “Başkalarını doğruluğa çağıran kimseye, kendisine uyanların sevâbı gibi sevâb verilir. Bununla beraber onların sevâbından da hiç birşey eksilmez. Sapıklığa çağıran kimseye de ona uyanların günahı gibi günah verilir. Bununla beraber ona uyanların günahlarından hiçbir şey eksilmez.” buyurdu. Dînin direği nasihattir. Bu sebeple Allahü teâlânın kullarına nasihat etmeli ve yumuşak davranmalıdır. Eğer söz tutmazlarsa onlara yumuşaklıkla hakîkati anlatmaya devam etmelidir. Zîrâ Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ); “ümmetimden bir taife, hak üzerine mücâdele etmekte, kıyâmete kadar galip olarak devam edecektir” buyurmuştur. Ba’zı âlimler bu taifeden maksad, iyiliği emr eden, kötülükten sakındıran âlimlerdir demişlerdir. Çünkü onların mücâdeleleri ma’nevî olur. Onlar Allahü teâlânın kullarını kurtuluşa sevk ederler. Allahü teâlânın âyetlerini ve Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) hadîs-i şerîflerini yanlış te’vîl edip, kendi sapık görüşlerine göre açıklayanlara mâni olurlar. Söz tutmazlarsa mücâdele ve münâzaraya kalkışırlar.
İsmâil Ankaravî, hak ve hakîkat yolunda bulunmak gerektiğini anlatırken diyor ki: “Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimizden Abdullah bin Mes’ûd ( radıyallahü anh ) şöyle naklediyor: “Resûlullah (s.a.v) doğru bir çizgi çizdi ve: “Bu, Allahü teâlânın yoludur” buyurdu. Sonra bu çizginin sağından ve solundan çıkan çizgiler çizip; “Bu yolların her birinde şeytan vardır ve kendine çağırır” buyurdu ve; “Doğru yol budur. Bu yolda olunuz. Fırkalara bölünmeyiniz” meâlindeki (En’âm-53) âyet-i kerîmeyi okudular.”
Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) yolu tevhîd (birlik) ve muhabbet yoludur. Onun için birçok âlimler ve evliyâullah; “İnsanı doğru yoldan ayıran, sapıklığa götüren yollardan, orta yol daha hayırlıdır” demişlerdir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de bu konuda; “Herkes gücü, yettiği kadar, hak yoldan ayrılmadan çok sakınıp, sırât-ı müstekim üzere olmalıdır” buyurmuştur. Fahreddîn-i Râzî de sırât-ı müstekimi tefsîr ederken buyuruyor ki: “Allahü teâlâ niçin sırât-ı müstekim buyurdu da sebîl-i müstekim buyurmadı. Çünkü sırat lafzı, Cehennemdeki sıratla ilgilidir. Öyle ki, insan bu dünyâda olan sıratta, korku ve ümit üzere bulunmalıdır.” Bir kısım müfessirler de “Sırat ikidir; biri dünyevî (dünyâ ile ilgili) biri uhrevî (âhıretle ilgili)’dir. Dünyâda olan sırat; Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîminden ve Peygamber efendimizin hadîs-i şerîflerinden tefsîr ederek, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği doğru yoldur. Uhrevî (âhıretle ilgili) sırat ise, hadîs-i şerîflerde bildirildiği gibi Cehennem üzerine kurulan kıldan ince, kılıçtan keskin olan, bütün insanların üzerine sevk edildiği, köprüdür. Abdullah bin Mes’ûd’dan rivâyet edilen hadîs-i şerîfte Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Cehennem üzerine kıldan ince kılıçtan keskin olan sırat köprüsü kurulur. Bu köprüden, bir kısım insanlar şimşek gibi, ba’zısı fırtına gibi geçer. Bir grup insan da kuş uçar gibi, bir fırka atlı gibi, bir zümre piyade gibi geçer. Bir cemâat de ateş onların yüzlerini yalar.”
Hayayı anlatırken diyor ki: Birgün Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) Eshâbına buyurdu ki: “Eshâbım! Allahü teâlâdan tam bir şekilde haya ediniz.” Eshâb-ı Kirâm dediler ki: “Yâ Resûlallah bizim hepimiz Allahü teâlâdan utanırız.” Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Haya bu değildir. O kimse ki Allahü teâlâdan tam bir şekilde haya eder. Gözünü, kulaklarını ve diğer uzuvlarını haramlardan, bâtınını ve fercini haram ve zinâdan korur, ölümü hatırlar, âhıreti diler, dünyânın süs ve zînetlerini terk eder ise, hakîkatte bu kimse Allahü teâlâdan haya etmiştir.” Haya güzel bir huydur ki dinimizce iyi olduğu bildirilmektedir. Hakdan ve insanlardan haya etmelidir. Haya edilmeyen işte hayır yoktur.
1) Hülâsat-ül-eser cild-1, sh. 418
2) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 259
3) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 25
4) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 765
5) Keşf-üz-zünûn sh. 630, 856, 1114, 1872,
6) Brockelmann Sup-2, sh. 662
7) Sefînet-ül-evliyâ cild-5, sh. 161
İstanbul Beyoğlunda ; Galata mevlevihanesinde
On yedinci asır Anadolu velilerindendir. İsmi Ahmed , mahlası Gavsi’dir. Gavsi Ahmet Dede diye meşhur olmuştur. Büyük veli Ahmed-i Bican hazretlerinin torunlarındandır. İstanbul’da doğmuştur. Doğum tarihi belli değildir. Mevleviyye’ye mensuptur.
Küçük yaştan itibaren ilim tahsiline başlamış icazet ve diploma almıştır. Selanik kadısının yanında naiblik yaparken kalbine aşk ateşi düşmüş tasavvufa büyük alaka duymuştur. Selanik’ten ayrılarak Bursa’ya geldi. Bursa Mevlevihanesi Şeyhi olan Salih Dede’ye talebe oldu. Dört sene süren talebelikten sonra hocasının emir ve tavsiyesi üzerine Konya’ya gitti. Uzun müddet Konya’da kalıp Mevlevi tarikatının usulüne göre hırka giydi. On atlı sene müddetle seyahat edip insanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlattı.
Hocası Salih Dede Efendi’nin vefatından sonra İstanbul’a geldi. Mesnevihan okuyucusu oldu. Yazdığı şiirlerden dolayı Gavsi mahlasını aldı. Aldığı manevi bir işaret üzerine evinde inzivaya çekildi. İbadet ve zikir ile meşgul oldu. Daha sonra yirmi bir yıl Galata Mevlevihanesi şeyhliğinde bulundu.
Bir gün Halvetiyye yolu büyüklerinden Muhammed Nasuhi Üsküdari Hazretlerinin Üsküdar’da yaptırdığı dergah açılışına davet edildi. Gavsi Ahmed Dede , Üsküdar’a gitmek için sahile vardıklarında havanın rüzgarlı ve denizin dalgalı olduklarını gördüler. Yanında bulunan bazı kimseler bu durumda yola çıkılamayacağını söylediler. Halbuki Gavsi Dede , verdiğimiz sözü tutmalıyız ve Üsküdar’a gitmeliyiz diyordu. O sırada deniz üzerinde bir gemi peyda oldu. Gavsi Dede ve onun büyüklüğünü bilen talebeleri hemen gemiye bindiler. Deniz bir müddet durgunlaştı. Allahü Teala’ya tevekkül edip gemiye binen Gavsi Dede yanındakilerle beraber sağ salim karşı kıyıya ulaştı.
Gavsi Ahmed Dede , Galata Mevlevihanesi şeyhi olarak görev yaptığı sırada 1697 ( H.1109 ) yılında vefat etti. Kabri Galata Mevlevihanesi bahçesindedir. ¹
Gazel
Kure-i aşk-ı Huda’dır Hankah-ı Mevlevi
Pute-i İksır-i Hikmettir kulah-ı Mevlevi
Ceşm-i zahir-bin kullanmaz meani seyr eden
Dide-i dilden zuhur eyler nigah-ı Mevlevi
( Mevlevi dergahı , Hak aşkının madenidir. Mevlevi külahı da hikmet iksirinin hazırlandığı bir potadır. Mana alemini seyreden zahiri gören gözü kullanamaz. Mevlevinin bakışı gönül gözünden ortaya çıkar. ) ²
___________________________________________________
¹ Türkiye Gazetesi Yayınları , “ İstanbul Evliyaları ”
² Hocazade Ahmet Hilmi , “ Ziyaret-i Evliya ”
İstanbul – Edirnekapı’da Sakızağacı şehitliğinde
1942 yılında Rize’de Yakup (ö.1972) ile Hamdiye (ö.1999) çiftinden dünyaya gelen Hızır Ali Muratoğlu, ilk ve orta tahsilini Rize’de tamamladı. O yıllarda insanlar şiddetli geçim sıkıntısı çektiği için Ramazan ayı yaklaşınca aileside aynı zorlukları iyice hissetmeye başladılar. Rize’nin zengin ve hayırsever eşrafından birisi Ramazan ayının ilk gecesi kendilerine yetecek kadar erzak yardımında bulununca epeyce rahatlarlar. Bundan birkaç gün sonra dünyaya gelen bebeğe bu sebepden dolayı annesi Hızır ismini koyar. Küçük yaşlardan itibaren arkadaşları ve kardeşleri arasında dini hassasiyeti ile temeyyüz etmiş ve daha o günlerden itibaren molla lakabını alır.
Balıkçılıkla uğraşan babası mert ve cömert bi insandı. Namazını aksatmaz ve çocuklarınıda yaz aylarında Kur’an kursuna yollardı. Mahalle camisinin imamı Mahmut Hoca Efendi onda farklı bir hal olduğunu söyler ve küçük Hızır’la yakından ilgilenirdi. Annesinin küçük Hızır’ı yıkamak için hazırladığı suyu görünce ”Anneciğim cehennemde böyle sıcak mı olacak?” diyerek düşünce iklimindeki kıvamı izhar ederdi. Temizlik, düzen ve tertipli olmak hususunda çevresinin dikkatini çekecek derecede ileri seviyedeydi. Üç erkek iki kız toplam beş kardeş arasında en sevilen çocuktu.
Liseyi başarıyla tamamladıktan sonra Tıp Fakültesinde okuyup doktor olması için ailesi kendini İstanbul’a gönderir. O yıllarda her üniversite kendi yaptığı imtihanla talebe alırdı. Bindiği otobüs arızalanıp Tıp Fakültesine kayıt yaptıramayınca Edebiyat Eakültesi’nin Arapça-Farsça Bölümü’ne başlar. Kocamustafapaşa’da Sarıgüzel Korkutata sokak’ta ikamet ederken İmam-ı Azam Nuri Efendi’nin görev yaptığı Gül camisine gider gelirdi.
Birgün Nuri Efendi’ye gelerek kendisinden Arapça dersi almak istediğini söyler. Nuri Efendi de kendisine, ”sen bana okul derslerinde yardımcı olursan bende sana arapça okuturum” diye cevap verir. Bu sayede Nuri Efendi vasıtasıyla İsmailağa Camisi İmam hatibi müstakbel şeyhi ve kayın pederi Mahmut Efendi Hazretleri (k.s.) ile tanışır. Bu arada ”kırk gün sabah namazını Fatih Camisi’nde kılan Hızır’ı görür” sözüne binaen sabah namazlarını Fatih camisi’nde kılmaya başlar. Kırkıncı gün sünneti kılıp farzı beklerken birisi omzuna dokunup ”Aradığın Hızır İsmailağa camisi’nde” diyerek kaybolur.
Bu tanışmadan sonra aradığı güneşi yanı başında bulmanın sevinci ile üniversiteyi ihmal ederek Hoca efendinin sohbetlerine devam eder. ”Üniversitede en çok hoşuma giden koridorda cübbemi yere serip şalvar ve sarığımla namaza durduğumda, insanların bana gülüp geçmeleriydi.” dediği günleri geride bırakıp kendini tamamen Tekke’ye verince, ilmen ve manen tekamülü çok kısa sürede herkesin dikkatini çeker. Bu terakkisi bazılarını gıptaya, bazılarını şaşkınlığa, bazılarınıda kıskançlığa sevk eder.
Hızır Efendi’nin seyr-u sülük yolundaki mahareti teslimiyetinin bir meyvesi idi. Efendi Hazretleri’nin Müritlerinden biri şöyle anlatıyor: ”Hızır Efendi’nin çok kısa sürede hepimizi geçmesi ve Efendi Hazreleri’ne bizden yakın oluşu beni rahatsız etmişti. Bir gece rüyamda Efendi Hazretleri’ni elinde bir bıçak olduğu halde bize şöyle derken gördüm. ”Hazırlanın! ikinizi de (Hızır Hoca ve ben) biraz sonra keseceğim.” Kesmek için bıçağı bilerken ilk olarak bana işaret etti. Ben ona doğru giderken; ”Yahu insan kesmek İslamın neresinde var? tarikatta böyle şey olurmu? Bu da nereden çıktı?” diyerek yanına vardım başımı uzattım. Tam bıçağı uzatınca hemen kaçıp bir duvarın arkasına gizlendim. Daha sonra Hızır Efendi’ye işaret buyurdular. Hızır Efendi tebessümle gelek başını Şeyh’inin önüne koydu. Bıçak boynunu kestiği halde tebessümü devam ediyordu. Bu rüyayı gördüğüm gecenin sabahı Hızır Efendi’nin camisine gittim; elini öpüp helallik istedim.
EFENDİ HAZRELERİ’NİN DAMADI OLUŞU
”yürü kim meydan senindir bu gece” saday-ı lahutisinin muhatabı olmuşçasına günlerini tekkede ilim ve ibadetle geçirirdi. İsmailağa camii şerifinde rahlenin başında ders müteala ederken Şeyhi Mahmut Efendi Hazretleri gelip kendisine; ”Hızır Hoca kızımı sana veriyorum der ve ayrılır. Beklenmeyen bu büyük nimet karşısında secdeye kapanarak sevinç gözyaşları döker. Yıllar sonra bu hadiseyi hatırladıkça duygulanır ve ilk günün heyecanıyla; ”Ben kainatın en şanslı insanıyım” derdi. ”Niye hocam?” denildiğinde, ”Allah beni müslüman yaptı, en büyük peygamberin ümmetiyim, en büyük mezhep olan İmam-ı Azamın mezhebindeyim ve Nakşi tarikatını en tavizsiz yaşıyan zatın damadıyım.” buyururdu.
26 yaşında 1968’de Fatma hanımla gerçekleşen evliliğinden Ali Haydar(d.1981) ve Aişe(d.1988) isminde iki evladı dünyaya geldi. İlk çocuğu dünyaya geldiği sene bazı hoca efendilerle (Selahattin Hoca, Abdulmetin Hoca vs..) hocaefendilerle emr-i b’il-maruf maksadı ile sefere çıktılar. yolda her gördüğü sevimli çocuğa hatta kediye, kuzuya Ali Haydar diye seslenmesi Selahattin Hoca’nın dikkatini çeker ve ona ”Hocam Ali Haydar’da fani oldunuz galiba. Her gördüğünüze Ali Haydar diye sesleniyorsunuz” deyince, Hızır Efendi; ”Yakup (A.S) Yusufum! diyerek gözlerini yitirdi!” cevabıyla evlat sevgisinin şer’i mesnedine dikkat işaret buyurdular.
BENİ KABİRDE BİZZAT ALLAH KARŞILADI
Cemaatin her türlü irşat ve tedris hizmeti ile meşgul olurken 1991 yılında Çukurbostan Cami’sinde imamlık vazifesine başlar. Şeyhinin bulunmadığı yada hasta olduğu zamanlarda onun yerine sohbet ederek cemaati teselli ederdi. Bu çalışmalar yoğun bir şekilde devam ederken ”şeyhimin emaneti” dediği hanımı ağır bir rahatsızlığa yakalanır. Ömrünün sonuna kadar farklı yoğunlukta devam eden bu hastalık hali, evin hanımının ve çocuklarının bütün hizmetlerini de Hızır Hocanın omuzlarına yıkar. ”Allah’ımın bana bir imtihanıdır, biz bu hizmeti seve seve yapıyoruz” dediği bu mesuliyeti, iki yıl gibi uzun bir zaman onu camii hizmetinden uzak bırakır. Hasta eşinin hizmetine giderken hiçbir olumsuzluk belirtisi göstermeden; ”Nereye hocam?” diyenlere ”Efendimin parçasının yanına gidiyorum” diyerek cevap verirdi. Vefakar ve fedakar oluşunun karşılığını fazlasıyla alan Hızır Efendi’yi şehadetinden sonra bir dostu mana aleminde görür. Ay gibi parlayan yüzü ile gayet mutlu görünen Hızır Efendi’ye sorar.
”Nasılsın hocam? Allah sana nasıl muamele etti?”
Hızır Efendi:
”Hasta olan hanımıma hizmet ettiğim için kabre konulduğum zaman beni bizzat Allah karşıladı” buyurur.
İmamlığı esnasında halkın seviyesine inerek sevecen, güler yüzlü, şakacı ve etkileyici üslubuyla kısa zamanda çevresinde bulunanların hayranlığına sebap olur. Sevenlerine hem dünya hem ahiret hususunda yaptığı konuşmalarıyla Çukurbostan camisi cemaati hızla artar. Cemaat camiye sığmamaya başlayınca caminin genişletilmesi kararı alınır. Kendi elleriyle çizdiği cami projesini kendi elleriyle inşa ederken arkadaşlarından birisi ilave bölümün dikdörtgen olmasında ısrar etmesine rağmen Hızır Efendi camiyi girintili çıkıntılı yaptırır. Buna gerekçe olarak da ‘Tarikat ehli dervişler camide kuytu köşeler ararlar.’ buyurur.
Cami inşaatı tamamlanınca örülen duvarların uzunluğunu bizzat kendisi ölçer. Yevmiyesini almak için gelen ustaya kaç metre duvar ördüğünü sorunca; kırk metre kare cevabını alır. Hızır Efendi, tekrar ölçmesi için gönderdiği ustadan tekrar aynı cevabı alır. Hocanın ölçümüne göre 47 metre kare çıkan hesap usta tarafındanda doğrulanınca işçinin hakkı eksiksiz verilmiş olur. Bursa Ulu Camii’sinde olduğu gibi, kendisinin görev yaptığı camiidede su sesinin olmasını arzuladığı için iç kısma bir havuz yaptırır, hatta içine balıkta koyar. Bahçesini kendi elleriyle diktiği güllerle süsler ve her gün bakımınıda ihmal etmeden yerine getirir.
Bir gün yeğenlerinden birisi güllerden birini eliyle tutup kendine çekerek koklamak isteyince; ”Dur gül öyle koklanmaz.”diyerek, Peygamber Efendimizin rumuzu olan gülü iki avucunun içine aldılar ve eğilip koklayarak güle yakışan ince edebe işaret buyurdular. Yakınlarından bir hafıza; ”Hafızlık icazetini bana ver bende sana diplomamı vereyim.” diyerek Kur’an hıfzına olan özlemini ifade eden Hızır Efendi, günde bir ayet ezberleyerek hafızlığını tamamlamaya çalışırdı. Eline tespihini alıp zikretmeye başladığında görenleri özendirecek şekilde zevkle zikrederdi. Şeyhinin ”Bu yolda kendini gizle.”tenbihine sadık kalarak manevi hallerini bir sır gibi saklar etrafındakilere kendini sıradan bir hoca olarak tanıtmasını iyi becerirdi. Bu sebeple üstadı bir gün şöyle buyurdu; ”Bu kapıda bazı hocalar manevi hallerini gizlemeyip aşikar ettikleri için müritlerimizle bizim aramızda perde olmuş ve bir çok ihvanın kaybedilmesine sebep olmuştur. Hızır Efendi ise ihvan ile aramızda köprü olup bir çoklarının kazanılmasına vesile olmuştur.”
Bazılarının Efendi Hazretlerinden sonra kendisini şeyhliğe namzet görmelerinden çok rahatsızlık duyar ve her vakit şeyhinden önce ve onun elleriyle kabre konulma arzusunu ifade ederdi. Cuma hutbelerinde ve son yaptığı hacda cemaatin huzurunda ”tavizsiz yaşayan zaatın(Mahmut Efendi Hazretleri) sohbetinden sonra ruhumu al ya Rab” diyerek dua ederdi.
İrşat maksadı ile zaman zaman yurt dışına da (Azarbaycan, Almanya, İran)giden Hoca Efendi, Almanya’ya gittiğinde büyük bir coşku ile karşılanır.Gür sakalı , beyaz sarığı ve temiz giyinişi ile temsil ettiği İslam’a Almanlar’da hayran olur. Sohbet ilanı için gazeteye yazılan ”Efendi Hazretleri’nin damadı ve vekili” cümlesindeki ”vekil” sözüne razı olmayıp silinmesini tenbih eder. Misafir kaldığı evde yatağının hiç bozulmaması hane sahibine ”Ya hiç uyumuyor yahut yatağını kendi elleri ile düzeltiyor” dedirtirdi. Ayrılacağı gün ev sahibinden iki zarf ister ve gizlice üçyüzmarkı zarfın içine koyarak ”Efendi Hazretlerinin kerimesinin hediyesi” yazarak bir kenara bırakır. Hocaları hep alan ve isteyen olarak tanıyan ev sahipleri hiç beklemediği bu davranış karşısında şaşırır.
Şaka ve latifeyi şeriatın sevilmesi ve öğrenilmesi için ustalıkla kullanan Hızır Efendi, etrafındakileri söz ve hareketleri ile sık sık güldürürdü. Zengin birinin kendini çok cömert olarak anlattığı bir mecliste, Hızır efendi gizlice kalkıp bir çarşaf giyerek geri döner ve o zenginden yardım ister. Zengin, dilenci kılığındaki şahsı yanından kovup ona bir ekmek parası bile vermeyince Hızır Efendi üzerindeki çarşafı çıkarıp ”sen bir dilenciye ekmek parası bile vermiyorsun, nasıl cömert olabilirsin?” der. Cami cemaatinden Berber Orhan Abi diye bilinen birisi bayram yaklaşınca cemaate gelmeyi bırakmıştı. Camide asılı duran gri bi cübbesi vardı, namaz kılarken onu giyerdi. hızır efendi çok hisli bir insandı. Hemen şu şiiri yazıp Orhan Abi’nin cübbesinin cebine koydu:
Ey sahipsiz garip cübbe,
Terkedildin yalnız ipte.
Sahibin on gündür traş ediyor,
Sayılı günler gelip geçiyor.
Unultuldun bayram parası için,
Asılı kaldın bu dostluk ne biçim.
Bu manada daha devamıda olan bu şiiri Orhan Abi cüzdanında saklar ne zaman okusa ağlardı.
ÇİĞ KÖFTE CEMAATİ
Cematten 5-6 kişi onu bir gece çiğ köfte yemeye davet etti. Onlar evde hazırlık yaparken yatsı ezanı okundu, ancak onlar hazırlıkları bitirelim diye cemaate gitmediler. Hızır Efendi camide namazı bitirip geldiğinde bu arkadaşlar namaza durmuşlardı. Hızır Hoca sessizce çiğköfte tepsisini alarak sokağa çıktı ve camiden çıkan cemaate dağıtmaya başladı. ”Cemaatimden altı kişi çiğ köfte cemaatidir, onların ikramıdır”diyerek herkese dağıttıktan sonra eve döndüler. Çoğu dağıtıldığı halde geri kalanlara da yetecek kadar bereketli olmuştu. Şehadetinden iki ay önce hutbede üç hafta üstüste şunu anlatmıştı. Rasul (s.av) buyurdular:
” Bir hanımın efendisi vefat edip arkasında iki veya üç yetim kalırsa, o hanım yetimlerini yetiştirmek için saçlarını beyazlatırsa cennette benimle beraberdir.”
Bunu anlatır sonrada hüngür hüngür ağlardı.
EY BALIKLAR! REİSİNİZ KİM?
Zuhurat ve keramete hiç kıymet vermediği halde lüzumunda salahiyetini ortaya koyardı. Malatya’nın Darende ilçesinde emr-i bil-maruf için gittiklerinde, bir havuz kenarında istirahat ediyorlardı. Abdulmetin hoca şakayla karışık Hızır Efendi’ye havuzdaki balıkları göstererek;
__ Hocam sen bizim kafile reisimizsin! Şu balıkların da bir reisi olmalı. Ona seslensenizde yanımıza gelse! dedi.
Hızır Efendi ısrara dayanamayıp balıklara;
__ Ey balıklar! Ben Mahmut Efendi Hazretleri’nin damadı Hızır Şu anda ben bu cemaatin reisiyim. Sizinde reisiniz kimse çıksın şuracıkta önümüze gelsin, diye seslendi.
O anda arkalardan büyükçe bir balık çıkıp öne doğru gelip başını sudan çıkarıp Hızır Efendi’ye bakmaya bakmaya başladı. Bu manzara karşısında cemaat hayrete düşmüş, Hızır efendi ise mahcup duruşu ile tebessüm ediyordu.
Dinin temizlik olduğunu kendine has bir uslüpla ihsas ettiren Hızır Efendi sabunla elini yıkadığında sabunu da yıkar yerine koyardı. Cemaatine de, ”lavaboda ağzınızı çalkaladığınızda çalkaldığınız suyu yutun ki yemek kırıntıları lavaboya dökülmesin” buyururdu.
VEFATI (şehadeti)
Birçokların cefasına katlanmayı, terk etmekten daha hafif gördüğü dünya, onun gözünde bir bedenin sığacağı mezardan ibaretti. Şehitlik mezarlığında bir mezarı olmadığı için üzüldüğünden bu dünyada gam çektiği başka birşeyi yoktu. Sonunda çok istediği şehitliği de, mezarıda genç yaşında elde etmiş, giderken geride bıraktığı sevdiklerine, bağlı bulunduğu asil yolun mensubuna neler bahşaettiğini öğreten temiz bir hayat hediye etmiştir.
Şeriatı tavizsiz yaşayan zatın Pazar sohbetini dalgın dalgın dinledikten sonra kendisine vaad edilen şehadet rütbesini almak için İsmailağa Camii Şerifine gelir. İhvanın ders ve dertlerini dinledikten sonra Duha namazını kılmak için kıbleye döner ve müminin miracı olan son namazına durur. Kulun Mevla’ya en yakın olduğu o esnada, insanlığın en uzağında olan hain eller vucüduna yedi el ateş eder. Kanlar içinde vücudu yere yığılırken bütün şanlar ve şerefler huzurunda selam duracak şekilde başı göğe erer.
Sema ehli, sofralarında onada yer ayırırken Muhammed ümmeti bir hüzün yılını daha yaşar. Ertesi gün Fatih Camisi yüz binlerin gözyaşlarına şahit olur. Sessizliğin en büyük ses, yalnızlığın en büyük dost olduğu hicran gününde eller onu diri diri toprağa gömmeyip başlarına taç edinirler. Vefat ettiğinde Sakızağacı Şehitlik Mezarlığı’na defnedilme arzusu, sevenlerinden birinin (Fevzi Başak’ın) kendi yerini bu şehide bağışlamasıyla yerine gelir. Takvimler 17 mayıs 1998’den itibaren yeni bir not düşerler sayfalarına: 36. Nakşi Şeyhi Mahmut Efendi’nin damadı 55 yaşında İsmailağa Cami-i Şerifinde şehit edilmiştir. Rasul (s.a.v.)e her yönüyle benzeyen Efendi Hazretleri(k.s) damadı da Hazret-i Ali (r.a) benzer şekilde terki diyar eylemiştir. Şehitler kendileri için yaşamazlar ve hiç ağlamazlar kendi acılarına. Bir damla rahmet için gözyaşlarına boğulan, tavaf ile mamur olan gönül kabelerini handan etmek için gelirler. Ve ”yaklaşıyor yaklaşmakta olan” diye haykırarak gam ordusuna katılıp giderler aşk otağına.
SİLSİLEDE İSMİ OKUNSUN
Şehadetinden birkaç ay sonra Şeyhi Mahmut Efendi Hazretleri Buhara’da Şah-ı Nakşibend Hazretlerini ziyaret eder. Manada zuhur eden şah-ı nakşibend hazretleri, ”Hızır Efendi’nin ismi silsile-i şerifde okunsun” tenbihinde bulunurlar. Kısacık bir ömrü bu meydan-ı hakikatte ebediyyet kesbine muvaffak kılan Hızır Efendi’ye Cenabı Hak’tan sonsuzluğun en büyük ikramlarına nail olmasını temenni ederiz.
Kaynak ;http://www.ismailaga.com.tr/hizir-ali-muratoglu-hoca-efendinin-hayati.html
Kabr-i Şerifi Edirnekapı Sakızağacı Şehitliğindedir.Şehitliğin kapısından girince 200 m dosdoğru yürüyoruz sol tarafta tabelada ismini göreceğiz.
Abdülaziz Efendi hazretleri 1313/1895 senesinde İstanbul Mercan’daki evlerinde dünyaya geldi. Tasavvufta ilerlemiş ve mânevî dereceler kesbetmiş bir derviş olan babası, zengin ve itibarlı bir zât olan Kazanlı tüccar Halis Efendi’dir.
Abdülaziz Efendi, çok küçük yaşlarda Kaptanpaşa Camii İmamı Halil Efendi’den Arapça ve İslâmî ilimler dersleri alarak ilim tahsiline başlar. Daha sonra Dârüttedrîs mektebini bitirir. Çocukluğunun bir bölümünü İstanbul’da geçirdikten sonra 1910’larda ailesiyle beraber ev ve arazilerinin bulunduğu memleketleri Kazan’a giderler. Burada bir müddet kaldıktan sonra Buhara’ya geçerek orada beş sene kadar ilim tahsili ile meşgul olur ve buradan tekrar Kazan’a döner. Oradaki günlerinden şöyle bahsederlermiş: “Beş altı yaşımdan itibaren seherden sonra hiç uyumadım. Yedi sekiz yaşlarımda iken her sabah namazından sonra bahçeye çıkardım. Büyük ağaçlıklı olan bahçemizde, saatlerce, kuşların öterek “HÛ” deyip Allah’ı zikrettiğini dinlerdim. Babam bana hiç iş vermezdi. ‘Sağlığımda dinlen evliya, benden sonra çalışırsın.’ derdi.”
İlim tahsiliyle meşgul talebelere ve sohbet meclislerine ayrılmış otuz odalı geniş evlerindeki saadetleri babalarının vefatıyla gölgelenir. Bu sıralarda Rus İhtilali de olmuştur. Abdülaziz Efendi, kardeşlerini de alarak 1921’lerde tekrar İstanbul’a döner. İki anneden olma on ikisi kız üçü erkek onbeş kardeşi vardır. Erkek kardeşleriyle beraber Asmaaltı’nda bir dükkan açmışlarsa da bu ticaret meşgalesi çok kısa sürmüştür. Ardından bir süre Çarşıkapı’daki Bayezid Medresesi’ne devam etmişlerdir.
İmamlıkta ilk vazifeleri Beykoz’da, daha sonra ise Aksaray’da bir camide olmuştur. Bundan sonra sırası ile Yazıcı Baba, Kefeli ve Zeyrek Çivizade Ümmü Gülsüm Camii’nde İmam-Hatiplik hizmetinde bulunmuştur. Zeyrek Camii’ndeki vazifesi on üç sene kadar devam etmiştir.
Kazan’dan İstanbul’a döndükten sonra İstanbul’da mevcut pek çok tekkeyi ve şeyh efendiyi ziyaret etmiştir. Bunlar arasında Nakşî şeyhi Hacı Feyzullah Efendi’nin halifesi Küçük Hüseyin Efendi de vardır. Mülayim, zarif bir zât olan ve zamanında çok sevilen Küçük Hüseyin Efendi bir duvar saatinin altına oturmuş, başını eğmiş murakabe yapmaktadır. Aziz Efendi de başını eğer, karşısına oturur, bekler, bir müddet sonra saatin Allah’ı zikrettiğini duymaya başlar. Saat her vurduğunda İsm-i Celâl söylemektedir. Devamını kendileri şöyle anlatıyorlar:
“O zaman ben gözümü açtım. Şeyh Efendi de gözünü açtı. Bana dedi ki: ‘Bizim derviş, saatin zikrine âgâh oldunuz galiba?’ Onun üzerine ben, ‘Tamam, bu Hocaefendi’den ders alınır.’ dedim. Kendisine, ‘Efendim, ben müsaadenizle sizden ders alacağım.’ dediğim zaman, “Nasibin bizde değil oğul, ara bulacaksın. Ama dervişliğe talip ol, derviş ol, sakın mürşidliğe talip olma. Mürşidlik çok zor.’ diye nasihat etti. Şimdi anladım ki çok zormuş.” Nihayet medrese arkadaşı Mehmed Zahid Kotku rahmetullahi aleyh vasıtasıyla Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi (ks.) ile tanışarak aradığını bulmuştur. Böylece küçük yaşlarından beri içinde yanan ilâhî aşkı mürşidinin himmeti ile kemâle erdirmişti. Hemen aynı yıl henüz yirmi yedi yaşlarında iken mânevî ilimlerde irşad selahiyeti ile Râmûzü’l-Ehâdîs’i okutma icâzeti almışlardır.
Abdülaziz Efendi (ks.) şeyhinin mânevî murakabesindeki bir halvetini şöyle anlatır:
“Şeyh Efendi, ‘halvet var’, dedi. Herkes postunu aldı. Ben de zayıf, narin bir insandım, ben de postumu aldım, geldim. Şeyh Efendi, kapıda herkesi tek-tek içeri alıyordu. Sıra bana geldi. ‘Git yatağını al’ dedi, çok üzüldüm, şaşırdım ve ağladım. Gittim yatağı aldım, içimden ‘bu nasıl dervişlik, herkes postla girerken ben halvete yatakla giriyorum’ dedim. Böylece kapıya geldim. İçeri girerken şeyhim kulağıma eğilerek; ‘verecek olan Allah (cc.) postta da yatakta da verir’ dedi. Halvete yatakta girdim. Hayatımda manzum olacak hiçbir şey söylemedim, yazmadım. Müsaade de etmediler. Çünkü bir gün halvette o kadar çok şey söylemek geldi ki içimden, geleni yazmaya başladım. Herhalde kasîde olarak kitaplar dolacak kadar. Elimi ağzıma koydum, kapattım ve bekledim. O anda bir kaç söz ağzımdan döküldü. Hayatımda bütün halvetlerim içerisinde bir tek bir cümle ağzımdan çıktı. ‘Cemâlullah nurudur, nûr-ı cemâlin Yâ Resûlallah’ dedim. Tam o sırada Şeyh Efendi kapıdan içeriye girdi, yanıma gelerek ‘yut, yut, yut’ dedi. Ondan sonra artık ağzımdan bir şey çıkmadı.”
Abdülaziz Efendi büyücek başlı, sivrice çeneli, mavi gözlü, yüzleri sarıya çalar buğday renkli idi. Tenleri beyazdı. Sakalları sarı, uzunca ve seyrekçe idi. Kendisi Hz. Ali Efendimiz’i hatırlatan bir vücut yapısına sahipti. Orta boylu, güçlü, kuvvetli, göğsü geniş ve görüntüsü heybetliydi. Öne doğru eğik olarak, elleri arkasında bağlı, kendilerine has bir yürüyüşü vardı. Genellikle arabaya binmezler ve gidecekleri yere yürüyerek giderlerdi. Kendisinden evvel postnişîn olan otuz yaş kadar büyüğü Hasib Efendi hazretlerinin “Evi tekkedir, işi Allah iledir.” dediği Abdülaziz Efendi, gece-gündüz demeden sabahlara kadar oturup anlatır, karşısındakini ikna edip hidayetine vesile olmak için uğraşır, bu yola gönül verenlerin de mânevî terakkilerine öncülük ederdi. Binlerce talebe yetiştirmiş, Râmûzü’l-ehâdîs’i de defalarca okutmuştur. Abdülaziz Efendi hazretlerinin ilk haccı mânevî bir esrar perdesi altında gerçekleşiyor. 1942’de “Ben hacca gidiyorum.” diyerek çıkıyor. Ne pasaport ne başka bir hazırlık… Sınırı geçiyor, nasıl geçtiğini bilen yok. Suriye’de bir köyde beş gün kalıyor. Köy halkı sohbetlerinden mest oluyor. Uğurlamaya geldiklerinde köy halkının hepsi ağlayarak şöyle diyorlar: “Hocam, keşke sizi hiç tanımasaydık.” Hakikaten de Aziz Efendi’nin sohbetleri tadına doyulmaz, hususî bir güzelliğe sahipmiş.
Her seviyeden, her yaştan insana ayrı ayrı hitabedebilme gücü, umumiyetle sorulu cevaplı olan ilgi çekici vecîz üslubu ile sohbetini bir dinleyen bir daha vazgeçemezmiş. Doktorasını Sorbon’da Felsefe dalında yapmış bir kişi olan Nureddin Topçu, bir arkadaşının vasıtasıyla onun sohbetine katılır, gece yarısı oradan ayrılırlarken daha dış kapıdan çıkmadan Topçu duraksar ve arkadaşına “Yahu, tekrar içeri girsek ayıp olur mu?” deyiverir.
Nureddin Topçu’nun Aziz Efendi hazretlerine muhabbeti ve bağlılığı bu görüşmeden sonra artarak devam eder. Merhum Topçu, birgün, “Hocam çok gafiliz.” der. Aziz Efendi; “Tabi gafil olacağız, gafil olmazsak hiçbir şey yapamayız.” diye cevap verir. Aziz Efendi’nin hastalığı sırasında bir gün Nureddin Topçu yelpaze ile serinletmektedir. Hocaefendi “Senin işin yok mu?” der. Topçu da, “Yok, Efendim.” deyince bu sefer Aziz Efendi; “ Bundan daha iyi iş mi olur?” diyerek mürşide hizmetin takdire şayan bir iş olduğunu ifade eder. Hocaefendi, hutbelerinde ellerine herhangi bir kitap alır, fakat irticâlî konuşurlarmış. Zeyrek Camii’nin arka tarafında genişçe bir bahçe vardır. Orada, bir köşede bir setin üzerinde yetişmiş bir incir ağacı altında, yaz günleri tatlı bir serinlik içinde küçük cemaat gruplarıyla sohbet ederlermiş. Yahut da evinin alt katındaki büyükçe odada. Her iki yer de geniş bir perspektiften Süleymaniye’yi görüyor.
Aziz Efendi zamanını, ilmini, malını ve ailesini Allah (cc.) yolunda feda etmeyi cana minnet sayacak kadar fedakardır. Canına çok cömerttir. Öyle ki irtihalinden dört gün öncesine kadar, hastalığı dolayısıyla konuşamayacak derecede sesi iyice kısılmış haliyle, sevdiklerine gece yarısına kadar nasihatte bulunmuştur. Bir insanda bir arada bulunması zor olan üç haslet onda mevcuttur: Feragat, sadâkat ve kanaat. Kapısına gelenlere vakit ayırmadaki cömertliğinde eşsiz! Gece vakti hangi saatte olursa olsun “Sohbet olan odada ışık varsa kapıyı çalıp girebilirsiniz!” dermiş.
1949 senesinde Hasib Efendi’nin Hakk’a yürümesinden sonra postnişîn olan Abdülaziz Efendi gece gündüz kapısını sevenlerine ve ziyaretçilerine açık tutmuş, oldukça sınırlı bir zamanı olduğunu bilircesine irşad vazifesini yerine getirmede olanca gayretini göstermiştir. Kendisine gelenlere bir seçim yapmalarını tavsiye eder, “Bir kapı her kapı, her kapı hiç kapı!” dermiş. Gerçekten seçmesini bilmeyenler, her zaman, seçilmişlerin değerini anlamada ve yerlerini belirlemede güçlük çekerler. Abdülaziz Efendi, o zamanın entellektüeli, üniversite mensupları ve talebe gençlerle çok yakından ilgilenmiş, namaz kılsın kılmasın hatta itikadî meselelerde zayıf da görse herkesle görüşmüş evinde uzun sohbetlerde bulunmuştur. Üniversite gençliğine bilhassa, evinde hizmetten zevk duymuş, onlara himmetini esirgememiştir. Sorularını cevaplayıp sorunlarını çözmeye çalışmıştır. O devrede Hocaefendi’nin sohbetlerine devam eden biri şunları söylüyor: “O zamanlar biz gençler olarak Aziz Efendi’ye giderdik, alnımızı secdeye getirdi. Üniversitede bize her yönden destek olan, bize istikamet veren, bizi müsbet hamlelere iten çok önemli, çok değerli, çok muhterem bir zâttı. ‘Halka hizmet, Hakk’a hizmettir.’ sözü onundur.”
Aziz Efendi’nin imamlık yaptığı Zeyrek Camii, sadece bir cami olarak değil aynı zamanda bir ilim ve fikir müessesesi olarak da ikinci bir işlev üstlenmiş, hizmet aşkıyla yananların istişare ve istifade merkezi olmuştu. Gümüşhânevî Mektebi her zaman olduğu gibi o devrede de ilim adamlarına, fikir adamlarına ve her seviyeden öğrenciye rehberlik etmiştir. -Bugün elli yaşın üzerindeki nesilden, İslâm’ın ölçü ve değerlerine bağlı olanlar; O’nun engin bilgi ve sevgisinin çevresinde, belirli bir ruh zenginliği kazanmış ilk üniversite kuşağındandırlar.
Sevenlerinden biri bir defa, şifa ümidiyle alkolik bir adamı kendisine getirmek için izin isteyince şöyle demiştir: “Buraya her çeşit insanı getirebilirsiniz, yalnız kibirli olmasın. Çünkü kibirli insan şeytana satılmış demektir.” Aziz Efendi maddî mânadaki cömertliğin de zirvesindedir. Zira o, yoklukta cömert olanlardandır. Kendisi zengin bir aile çocuğu olduğu halde babasından kalanların hemen hepsini dul kardeşlerine bağışlamış, yalnızca imamlık maaşı ile ailesini, dört çocuğunu geçindirmiştir. Aziz Efendi o zamanlar Zeyrek Camii’nde imamdır. Maaşı 19 lira. Bu nedenle çocuklarının iaşesi için keçi almış, keçilerin sütü ile çocuklarını beslemiş. Keçiler üremiş, her gün hale gider, pazar dağıldıktan sonra atılmış sebze artıklarını bir çuvala doldurur, eve getirir, keçilerini beslermiş. Dünyaya ve dünyalıklara kıymet vermez, elinde ve evinde fazla olanı sabaha bırakmazmış. Bazen maaşına hiç elini sürmeden ihtiyaç sahibi bir ihvanına gönderdiği vaki imiş.
Abdülaziz Efendi hazretleri otuz dokuz yaşlarında iken evlenmiş ikisi kız, ikisi erkek olmak üzere dört çocukları dünyaya gelmiştir. Vefakâr zevcesi Şazimet Hanım, zevci hakkında, “On sekiz senelik evlilik hayatımızda hiç bir geceyi tamamen uyuyarak geçirdiğini görmedim. Daima ibadetle meşgul olurlardı.” demiştir. Öğleden önce vakit bulurlarsa kaylûle uykusu uyurlarmış. Buna rağmen esnedikleri veya uyukladıkları vaki değilmiş. Güzel ahlâkın bütün inceliklerine sahiptir Aziz Efendi (ks.). O sünnet-i Seniyye’den hiç ayrılmamıştır. Düşünceli olduklarında sakalını sağ elle tutar ve ucuna bakarlarmış ki Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünneti de böyledir. Aziz Efendi’nin sofrasında muhakkak misafir bulunurmuş. Yemekte çok latîfe eder, çekingen davrananların ağızlarına kaşığı ile yemek verirmiş.
Bir gün kendisine, “Efendim, bu tekke âdâbında sorular dilden mi, yoksa gönülden mi sorulur?” diye sual edilince, “İkisi de olur, ama biz gönül yolunu tercih etmişiz.” demiştir. Abdülaziz Efendi, muhib ve müridleri üzerinde kuvvetli bir tasarrufa sahipti. Bunun içindir ki çeşitli seviyeden pek çok insanı etrafında toplayıp muhafaza edebilmişti. Her insanda Allah’ın sıfatlarının tecellileri vardır. Aziz Efendi’yi tanıyanlar onda “Celâl” sıfatının daha çok tecellî ettiğini söylüyorlar. Fakat bu celâlin altında cemâlin tebessümü gizlidir. Çünkü o, gayet hoşgörülü, mütebessim, kusur aramayan, mütevazi bir kimsedir.
Abdülaziz Bekkîne hazretleri, 1952 Ağustosu’nda îfâ ettiği ilk haccını müteakip rahatsızlanır. 2 Kasım 1952’de Pazartesi öğle vakti civarı genç denecek bir yaşta, 57 yaşlarında iken dâr-ı bekâya irtihal eder. Kabirleri Edirnekapı Sakızağacı Şehidliği’nde medrese arkadaşı Hasib Efendi hazretleri ile yanyanadır. Celal Hoca diye mâruf rahmetli Celaleddin Ökten’in Mehmed Zahid Kotku rahmetullahi aleyh ile devam eden sıkı bağı ve gönül dostluğu Abdülaziz Efendi hazretleri ile başlamıştır.
Aynı ailenin ikiz evladı gibi birbirini çok seven Abdülaziz Efendi ve Mehmed Zahid Efendi dînî ilimlerdeki tahsillerini, bunun yanında öz gayelerine hizmet verebilme yolundaki gerekli çalışmayı, yani halveti yapmışlar, füyûzât ummanı Resûlullah Efendimiz’den gelen has ve saf kaynaktan talip ve layık oldukları nasibi de aynı zamanda beraber almışlardır. Mehmed Zahid Kotku hazretleri Nefsin Terbiyesi adlı eserinde şunları söyler: “Vaktiyle Beykoz’daki Yûşâ aleyhisselâm’ın ziyaretine sık sık giderdik. Rahmetli kardeşimiz Hacı Aziz Efendi de Kuddûsî hazretlerinin menâkıbını yanından hiç eksik etmezdi. Vapurda giderken biz de bir kamaraya girer onları tatlı tatlı okurduk. Okudukça da zevkimiz o kadar artardı ki…”
İnsan şahsiyetinin mükemmelliği, davranışlarında kendisini gösterir. Aziz Efendi, şahsiyetinin vakar ve izzetini korumuş bir kimse olarak, oturup kalkmasına, konuşmasına, başkasını dinlemesine ve her konuda âdâba çok dikkat etmiş etrafındakilere nümûne-i imtisâl (model) olmuştur. Abdülaziz Efendi hazretleri, zekâsı, hitabeti, takvası, cömertliği, talebelerine karşı olan sevgi ve muhabbeti ve fedâkârlıkları ile eşine az rastlanır mübarek bir zât idiler. Onun müdavimlerinden biri olan merhum Nureddin Topçu’nun Mürşidi Abdülaziz Bekkine hazretlerinin vefatı üzerine kaleme aldığı yazısının ilk paragrafı hayli duygu yüklüdür: “Ruhlarımızın önünde yürüyen o büyük varlığı kaybettim. Acılarım zamanın ve kaderin kollarıyla kucaklanmayacak kadar engindi. Onun bende şimdi muamma olan son bakışında melek masumluğu ile ilâhî bir emir birleşmiş gibiydi. Hicap ile ihtarın bir bakışta böyle birleştiğini ömrümde görmemiştim. Peygamberâne sakalının üstünde nâmütenâhiye kolayca dalan mavi gözler de kapandıktan sonra, sahipsiz kalmıştım. Sanki hakikat ve aşk âleminden atılmış da gölgeler ve yoksul mücrimler dünyasına sığınmıştım.”
Aziz Bekkine hazretlerinin Sözleri
“Bu işin (âhiret yolculuğunun) mihveri Allah’ın muhabbetidir.”
“Hüsn-i niyetin ardı arkası yoktur.”
“Bir kimse tam mütevekkil oldu mu kendisinden istikbal endişesi alınır.”
“Mü’minin nazarı dünyaya takılmaz. Dünyadaki zevk u sefaya bakar, arkasında cehennemi; meşakkate, hizmete bakar, arkasında cenneti görür.”
“İnsanlarda riyanın karışamayacağı, anlaşılabilir hakiki tek vasıf sabırdır. Sabır, musibet geldiği an, hiç şikayet edilmeden sineye çekebilme halidir. Şayet ilk anda feveran eder de sonra sineye çekerse ona sabırlı değil, mütehammil denilir.”
“Bu dünyaya kiracı gibi yerleş, ev sahibi gibi yerleşirsen gitmesi zor olur.”
“Ümit, Allahu Teâlâ’nın kullarına bir ikramıdır. Kulun hayatı ile alakalı değildir. Her kulun Allah’tan ümitlenmek hakkı vardır. Çok ibadet eden bir kulun bundan ümitlenmeye, ibadetini aksatan birinin de bundan dolayı ümitsizliğe düşme hakkı yoktur.”
“Dünyada herşeyin bir ölçüsü, tartısı vardır. Sevginin tartısı da fedâkârlıktır. Fedâkârlık yapmayanların sevgisine inanılmaz.”
“Talip, başkasının yükünü yüklenip kimseye yük olmayan kişidir.”
“Seni Mevlan’dan alıkoydu ise dünya bir çöp de olsa dünyadır.”
“Cenâb-ı Hakk’a ihtiyacımız olmayan an ve cephe yoktur. Gafletten hissedemiyoruz.”
“Nefsin izzeti olmaz, vasfın izzeti olur. Kim ki vasıflıdır. O izzetlidir.”
“Müslüman kadının kıyafeti, görüldüğünde dikkati çekmeyen ama saygı uyandıran bir kıyafettir. Bu da yüz hatlarının büyük bir kısmını örten bol bir baş örtüsü, vücut hatlarını göstermeyen bol ve uzun bir manto, kalın çorap, düz ayakkabı pekala olabilir.”
“İnsanlara giriş yolu gönül yoludur. Sevmeyen, insanlara kendini sevdirmeyen bir insan, insanlara bir şey anlatamaz. O zaman ilk vazifeniz, kendinizi sevdirmenizdir. İkinci vazifeniz, halinizle nümûne olmanızdır. İslâm yaşanan bir nizamdır. Yaşanırken konuşulur.”
“Bir gün danışacak hocalarınız da bulunmaz, öyle bir günde seçeceğiniz insanda arayacağınız vasıf sabırdır. O kimsenin sabrını kontrol edersiniz.”
1951 senesinde îrâd ettiği hutbelerinden biri şöyledir:
“Ey Cemaat!
“Hz. Musa, ümmetinden kendisine çok zenginlik vermiş Kârun’a ve ümmetine nasihat ediyor. ‘Fazla ferahlanma, Allahu zülcelâl hazretleri neşeleneni sevmez.’ Bu âyet-i kerîme umumdan dolayı söylenmiştir. Çünkü umumiyetle insanlar, fazla bir dünyalıkları olunca, dünyaları rahatlayınca, ferahlarlar ve sevinirler. Halbuki Allahu Teâlâ, âyet-i kerîmelerinde şöyle buyuruyorlar: ‘Siz Allah’ın fazlı ve ihsanıyla ferahlanın, bu sizin dünyalıklarınızdan çok hayırlıdır.’ Sonra âyet-i kerîmenin devamında, ‘Sen bu dünyalıklarla âhireti kazan’ yani bu dünyalıklarını Allah yolunda, Allah için harca. Bunu tekit ederek de âyet-i kerîmenin sonunda şöyle buyuruyor: ‘Allah sana nasıl ihsan ettiyse, sen de öyle ihsan et.’ Bu ihsanın iki mânada kullanılışı vardır:
“Biri ubûdiyette ihsan: Allahu Teâlâ seni nasıl kayırdı, seni nasıl gözetti ise sen de O’na karşı öyle kulluğunu yapıp öylece haddini bil.
“İkincisi umûmiyette ihsan; Allahu Teâlâ sana nasıl varlık verdiyse sen de onu öyle dağıt, demektir.”
“Dünyayı unutup âhirete çalışanlar sizin hayırlılarınız değildir, âhireti unutup dünyaya çalışanlar da değildir. Ya, her ikisini de birden yürütenlerdir.
“Hakikatte dünya ile âhiret birbirinden ayrılmaz ve âhiret de ancak dünyada ve dünyalıklarla kazanılır. Nasıl ki niyeti halis olan bir kimse, dünya işini yapmakla âhireti kazanırsa, gâfil ibadet edenler de kaybetmiş olur. Demek ki bütün iş kulun uyanık bulunmasıdır.
“Allahu Teâlâ yük olanları sevmez. Yani İslâm’da ben Rabbim’e ibadet ediyorum, diye kimseye yük olmak yoktur. Çalışmak ve vazife almak vardır.
“Allahu zülcelâl hazretleri cümlemizi gafletten uyandırsın!..”
Şeyh Ebul Vefa hazretlerinin Kabri şerifi ; İstanbul -Vefa semtindedir. Aksaray tarafından gelirken taksime doğru surları geçtikten sonra hemen ilk sola dönülür.(Şehir tiyatrosunun arası) 200 m kadar yürüdükten sola sapılır. Biraz İleride sol tarafta Şeyh Efendi nin camii ve kabri şerifi görülecektir.(Buraya gelmişken bir arka sokaktaki Ünlü Vefa bozasınıda içmeyi ihmal etmeyelim.)
Zeyniyye tarikine mensup büyük arif. İsmi Muslihuddin Mustafa Vefa olup, babası seyyidlerden Ahmed es-Sadrî’dir. Konyalıdır. Ebul Vefa diye meşhur olmuştur. Doğum târihi bilinmemektedir. 1490 (H.896) târihinde İstanbul’da vefât etti.
Tasavvuftan başka fıkıh, musiki, şiir, ilm-i havas, ilm-i nücüm gibi ilimlerde mahir, büyük bir alimdi. Fatih Sultan Mehmed ve II. Bayezid döneminde yaşadı. Tasavvuf yoluna ilk girdiği zaman Edirne’de Debbağlar imamı denilen Muslihuddin Halife’ye intisap etti, daha sonra bu zatın emriyle, Bursa’da medfun Zeynî şeyhlerinden Abdüllatif Kudsî’ye bağlandı.
Şeyh Vefa Fatih zamanında İstanbul’a geldi. Zühd ve takvası, vaaz ve irşadlan ile şöhret buldu. Fatih defalarca kendisiyle görüşmüş ve hayır dualarım almıştır.
Vefa Hz. duası makbul velilerdendi. Bir müddet Mısır’da kalmış, o sene Mısır da kuraklık olmuş, ahali kendisine başvurunca dua etmiş ve bereket kendisini göstermiştir. Bu olay üzerine Mısır’ın hükümdarı onun ayağına kadar giderek kendisine hürmetlerin belirtmişti.
Ebul Vefa hazretleri, haccı eda etmek niyetiyle Konya’dan Antalya’ya inmiş, oradan bindiği gemi Rodos korsanları tarafından kaçırılıp içindekiler esir edilmiş, bu meyanda Şeyh Ebul Vefa da kızkardeşiyle birlikte esir düşmüş, diğer esirlerle beraber Rodos’a götürülmüş, Karaman emiri İbrahim Bey onu korsanlardan saıin alarak kurtarmıştı. Bu hadiseden sonra İstanbul’a gelip insanları irşad etmeye devam etti.
Vefa Efendi, tatlı sohbetli, ruhaniyetli, dünyaya itibar etmeyen, kemal ehli bir mürşid idi. Sultan II. Bayezid Han kendisine çok hürmet ve itibar ederdi. Kızını evlendirirken nikahı teberrüken Vefa Hazretleri’nin kıymasını istemiş, kendisine kırk bin akçe göndererek durumu arzetmişti. Vefa Hazretleri bu hediyeyi kabul etmedi ve şöyle buyurdu: “Muhyiddîn Konevî Efendi vardır. Fakirdir, bu parayı ona verirsiniz. Bereketli bir zâttır. Onu getiriniz, bu işi o yapsın.” buyurdu. Bunun üzerine o zâtı getirip, nikâhı kıydırdılar.
Ahir ömründe inzivaya çekilmiş, sokağa pek çıkmaz olmuştu. Önemli adamlarla, rical ve kübera ile görüşmekten ziyade, fukara ve dervişlerle olmayı tercih ederdi. Türkçe, Arapça ve Farsça şiirleri vardı.
Sözleri gâyet beliğ ve açık olup, dinleyenlerin kolaylıkla anlayabileceği şekildeydi. Çok ibâdet ettiğinden, sohbetine gelenleri, ancak belli vakitlerde kabûl ederdi. Sohbetleri pek tatlı olup herkesin onu dinlemek ve yüzünü görmek için âşık olduğu bir zâttı. Sözleri hikmetli ve nükteli idi. Din husûsunda hiç tâviz vermezdi. Bu hususta titiz ve celâlli idi. Dünyâya düşkün olanlara iltifât etmez, dervişlerle, dünyâya düşkün olmayanlar ile sohbet etmeyi severdi. Zamânının meşhûr kimseleri kapısına gelir, sohbetine kavuşmak için kabûl etmesini beklerdi.
Bir defâsında, Fâtih Sultan MehmedHan kapısına kadar geldiği hâlde onunla görüşmemiştir. O da üzülerek, geri dönüp gitmiştir. Onunla görüşmemesinden dolayı kendisi de üzülmüş, hattâ gözlerinden iki damla gözyaşı yanaklarına inmiştir. Yanında bulunanlar; “Efendim neden pâdişâhı kabûl etmediniz? Hem siz buna üzüldünüz, hem de o üzüldü.” dediler. Ebü’l-Vefâ hazretleri, gözünden akan iki damla gözyaşını eliyle silerek; “Doğru söylersiniz. Ama inanıyorum ki, benim ona olan sevgim ve onun bana olan ihtiyâcı, bize asıl vazifemizi unutturacak kadar fazladır. Dostluğumuz, sohbetimiz, birçok vatandaşın işinin yarım kalmasına sebeb olacak. Sonunda dayanamayıp pâdişâhlığı bırakmak isteyecek. Şimdi anladınız mı? Sultânı niçin kabûl etmediğimi?” buyurdu.
İstanbul’da, ismini taşıyan Vefa semtinde, eskiden Ayateodori ismini taşıyan kilisenin bulunduğu yere bir cami ve derviş hücreleri inşa edilmiş, Hz. Vefa vefatına kadar burada ikamet etmiştir. Hz. Şeyh 8 Temmuz 1491 tarihinde, pazartesi günü fena aleminden beka alemine göçmüş, camii yakınındaki türbesinde defnolunmuştur.
Şeyh Vefa Hazretleri’nin sağlığında, Hıristiyanlarca Paskalya gününün belirlenmesi hususunda bir görüş ayrılığı olmuş, Hazret’in nücüm ilmindeki vukufu sebebiyle Hıristiyanlar kendisine başvurmuş, bunun üzerine o da “Mart [Rumî Mart ayı] içinde giren arabî ayın on beşinden sonra gelen Çarşamba’nın pazarı, Paskalya günüdür” diyerek ihtilafı halletmiştir. Denildiğine göre bu hesap hiç şaşmamaktadır.
Ebü’l-Vefâ hazretleri adına Konya’da bir câmi, İstanbul’da ise câmi, medrese, hamam, dergâh, halvethâne ve türbe inşâ edilmiştir.
Şeyh Vefâ hazretlerinin eserleri şunlardır:
1) Makâm-ı Sülûk: Tasavvuf ile ilgili olup, Türkçe ve üç yüz doksan altı beyitlik manzûm bir eserdir. Tasavvufî, ahlâkî mevzûları şiir yoluyla anlatmıştır. Bu eseri, edebiyât ve şiir bakımından da kıymetlidir.
2) Şâz-ı İrfân: Türkçe ve manzûm bir eserdir.
3) Evrâd-ı Vefâ: Beş yüz elli altı sahife civarında olup, nesir bir eserdir.
4) Rûznâme-i Vefâ: Bu eseri,Defterdar Ali Çelebi tarafından Miftâh-ı Rûznâme adıyla şerhedilmiştir. Bunlardan başka eserleri de olduğu kaydedilmiştir.
Şeyh Vefa Türbesi ve Haziresi
Türbe etrafında gelişen hazire, külliyenin güneyinde camiyi “U” şeklinde üç yönde sarmıştır. Külliyeyi, Vefa Caddesi boyunca sınırlandıran ihata duvarı, bir dizi açıklık ve muvacehe penceresiyle donatılmıştır. İhata duvarında külliyenin cümle kapısı ile birlikte irili ufaklı 12 açıklık bulunmaktadır. Bu duvarın 1757 tamiri sırasında şekillendiği anlaşılmaktadır. Cümle kapısının doğusundaki pencerelerden birisi 1181/1767 tarihli, Hacı Feyzullah Efendice ait bir kitabe taşımaktadır.
Hazirede yaklaşık 450 kabir sayılmaktadır. Bunlardan ancak birinde Zeyniyye tarikatına mensup mezar taşı şekline rastlanmaktadır. Şeyh Vefa’nın Zeyniyye tarikatına mensup olduğu bilindiği halde hazirede bu kadar az Zeyni mezar taşına rastlanmış olmasının sebebi henüz anlaşılabilmiş değildir.
Birçok meslekten ünlü insanların yattığı hazirede üç adet ketebeli (hattat imzası taşıyan) mezar taşı bulunmaktadır. Hazirede ayrıca sahibinin ölüm sebebi belirtilen on yedi kabir taşı tespit edilmiştir. Ölüm sebebi olarak taun, veba, çiçek ve kızamık hastalıklarının yanısıra düşük ve doğum hali gösterilmiştir. Bir kısım kabirlerde ise ölüm sebebi yazılı olarak belirtilmiş olmasa da burada yatan kişilerin veba ve taun gibi salgın hastalıklardan öldüklerini gösteren bir işaret taşıdıkları tespit edilmiştir. Mezarların baş veya ayak şahidelerinde görülen, serpuş yerine işlenmiş balkabağına benzeyen bir şeklin, birçok mezarlıkta mezar taşları üzerinde yapmış olduğumuz araştırmaya dayanarak, veba ve taun hastalığından ölenlere işaret ettiğini söyleyebiliriz. Bilhassa XVII. asrın sonundan itibaren gelişen mezar taşlarındaki serpuş ve semboller, etraflıca incelenmesi gereken başlı basma geniş bir konudur. Şunu da belirtmek gerekir ki, kadın mezar taşlarında çoğu kez serpuş kullanılmayıp, şahideler, açılmış mantar şeklinde ya da mihrabiyeli veya levha şeklinde düzenlenmiştir. Bir kısım kadın mezar taşları ise çiçek ve yapraklarla bezenmiş olup üzerlerinde bir çok remiz bulunmaktadır. Buna mukabil hemen hemen bütün erkek mezar taşlarına, hayatta iken giydikleri serpuş veya bağlı bulundukları tarikatın işareti sayılan bir taç veya sikke işlenmiştir. Ancak Melamilerin “bî ser ü pa” denilen kaidesiz ve başlıksız mezar taşlan istisna teşkil etmektedir.
Şeyh Vefanın türbesi, caminin güneyınde, Vefa Caddesi’ne açılan kapının yanında yer almaktadır. Kitabesine göre bu türbenin, 896/1491 senesinde inşa edildiği anlaşılmaktadır. Yay kemerli kapı üzerindeki dikdörtgen çerçeveli kitabe, Farsça olarak celi sülüs hatla, iki satır halinde dört tarih içerisine yazılmıştır. Eski fotoğraflarında, bu dört tarihin ortasına yaldızla 896 tarihinin yazıldığı görülürken bu yazı son tamirde yeşil renkte boya ile örtülmüştür. Kitabenin asıl tarih rakamı, sol satırın altına kabartma olarak işlenmistir. Parçalı mermer levha üzerine yazılmış olan kitabede şu ifadeler yer almaktadır :
An şem’-i fürüz-i harem-i Kabe-i esrar.
Be-güzaşt ez-an pul ki guzer kerd kih mih
Hahi bedani sefer-i Şeyh Vefara
Der yab zi tarîh-i ila rahmet-i Rabbihi Sene 896.
Türkçesi:
O sırlar Kabesi’nin parlak kandili
Küçük ve büyük (herkesin) geçtiği köprüden geçip gitti.
Şeyh Vefa’nın seferini bilmek istersen
İla rahmet-i Rabbihi tarihinden anla. Sene 896/1501
Bir sıra kesme taş, üç sıra tuğla münavebesiyle bina edilen kare planlı türbe, Bursa üslubu inşa geleneğim sürdürmektedir. Kenar ölçüleri 8.30 x 8.35-40 cm.dir. Ufki düzlemde uzanan kesme taş ve tuğla dizileri, iki sıra kirpi saçaktan sonra kiremit örtülü dört meyilli , basık bir çatıyla son bulmaktadır. Giriş cephesi dışında bütün cephelerde, kefeki taşından söveli ve düz atkılı, yan yana ikişer pencere açıklığı yer almaktadır. Pencereler sivri tahfif kemerli, ahnlıklar tuğla örgülüdür. Kemer kamalarım oluşturan tuğlalar yatık dizilmis bir tuğla sırasıyla sınırlandırılmıştır. Pencere kemer ve alınlıklan duvar sathından hafifçe içeri çekilerek, ufki düzlemde uzanan taş ve tuğla sıraları kesilmek suretiyle cepheye dik eksende hareketlilik kazandırılmıştır.
Giriş cephesi diğerlerinden farklı olarak üç açıklığa sahiptir, iki pencerenin arası açılarak ortaya, yay kemerli bir kapı yerleştirilmiştir. Mermer söveli ve kemerli kapının üstünde iki satırlık Farsça kitabe yer almaktadır. Kitabe yekpare bir taştan olmayıp beş parçadan meydana gelmektedir. Kitabe tarhları köşeleri dendanlı cetvellerle çerçevelenmiş olup, celi sülüs yazıdan başka herhangi bir tezyini unsur ihtiva etmemektedir. Eski kitabenin altına, yeni harflerle, üzerinde (Şeyh Ebu’l-Vefa Hazretleri Türbesi) yazılı yeni bir mermer kitabe daha konulmuştur. Girişin üstünde, pencere üzerlerindekinden biraz daha yüksekçe tutulan, kesme taştan sivri tahfif kemeri yer almaktadır. Giriş cephesinin önünde sağ ve solda seki halinde mezarlar vardır. Bugün türbe kapısının önüne etrafı kapalı bir sakif ilave edilmiştir.
Türbenin güney cephesi pencere seviyesine kadar toprağa gömülmüş vaziyettedir. Pencereler kapaksız olup lokma demir şebekelidir. İçte de kare plan şemasını muhafaza eden türbenin üstü ahşaptan, ters tavanla örtülüdür. Herhangi bir bezeme ihtiva etmeyen tavan, türbenin yapıldığı tarihe ait değildir. Türbenin ortasında, birisi İbnü’L-Vefa hazretlerine ait, beş sanduka yer almaktadır. Sandukalardan ikisinin Şeyh Vefa’nın halifelerinden Şeyh Ali Efendi ve Şeyh Davud Efendice ait olduğu bilinmektedir. Diğer iki sandukada kimlerin medfun olduğu meçhuldür. Şeyh Vefa hakkında bilgi veren kaynaklarda, İbnü’I-Vefa’nın bir erkek evladının varlığından söz edilmemektedir. Ancak Evliya Çelebi seyahatnamesinde “Hazret-i sultan-ı fukara Muslihuddin Şeyh Vefa Oğlu: Aşıkpaşa Türbesi’nde gömülüdür” şeklinde bir ifade yer almaktadır. Şeyh Vefa’nın oğlunun, niçin babasının türbesinde değil de Aşıkpaşa türbesinde medfun olduğu konusu araştırmaya muhtaçtır. Türbede bulunan sandukaların üstü yeşil örtülerle tefriş edilmiş olup, şahide başlarına yeşil destarlı kavuklar konulmuştur. Sandukalar ve etrafındaki parmaklıklar sonradan yapılmış ve sıradandır.
Bursa üslubu yapı geleneğini İstanbul’da devam ettiren ender yapılardan birisi olan Şeyh Vefa Türbesi tuğla hatıllı duvar örgüsü ve kare planıyla sade bir görünüm arz etmektedir. Hanedan ve rical türbelerinde rastlamadığımız muvacehe penceresi geleneğinin uygulandığı, günümüze ulaşabilmiş ilk yapılardan birisi olmalıdır.
Hazire de kabri bulunan Meşayih-i Kiram
Abdullatif efendi
Ataullah Efendi
Abu Bekir Çelebi
Abu Said Bin Sunullah
Hakim çelebi
Köle kasım efendi
Mahruk efendi
Mevlana Şeyh Mehmet Efendi
Muhyiddin Niksari
Şaban ı Nakşibendi
Şemseddin ahmedül Ensari
Şeyh Ali Efendi
Şeyh Davud efendi
Yalvaçlı Mehmet Efendi
Hakim Çelebi
Merhum ve Mağfur
|
Hoca Ataullah Efendi
Merhum ve mağfur muallim-i Allah’ın rahmet ve bağışına kavuşan , İkinci Sultan Selim Han’ın muallimi Hoca Ataullah Efendi’nin ruhuna alemlerin Rabbinin rızası için Fatiha 1572/72
|
Mevlana Ebubekir Çelebi
Ey kabrime bakan
|
![]() |
![]() |
![]() |
Kaynaklar ; Vefanın Cennet Bahçeleri , Aziz Doğanay , İBB Yayınları
İstanbul – Fatih Çarşamba da İsmet efendi dergahındadır. Eminönü-beyazıt çivarından gelecekler draman otobüsüne binebilir ve çarşamba durağında inebilirler.Arabayla gelenler park sorunu yaşamak istemiyorlarsa yavuz selim camii yanındaki çukur bostana arabalarını bırakabilirler. İsmail ağa camii nin sokağına girdikten sonra 200 m sonra sağda Tekkeyi görebilirsiniz.(Buraya Gelmişken Çarşamba nın manevi havasında İsmailağa camini de ziyaret etmeli ve Hacı Mahmut efendinin ruhaniyetine bir fatiha da okursak oldukça karlı bir iş yapmış oluruz
İsmet Efendi bugün Yunanistan sınırları içinde bulunan Yanya’da alem-i dünyayı teşrif edip gençlik yıllarında Yanya Mahkeme-i Şer’iyye’si katipliğinde bulunmuşlardır. Risale-i Kudsiyye’lerinde bu konuda şöyle buyururlar:
İlahi Mustafa İsmet ki ismim
Zuhuru Yanya’da oldu bu cismim
Aman garket visal-i bahre resmim
Bu resmim mahvolup Hakk’a gidelim
Cemal-i bakemale seyredelim
Cenab-ı Hakk’ın gönüllerine yerleştirdiği muhabbet ateşi hararetini hissettirmeye başladığında Yanya’dan ayrılarak Mekke-i Mükerreme’ye gitmişler; Mevlana Halid-i Bağdadi Hz.leri hulefasından Abdullah-ı Mekki’ye intisab ile Nakşibendi yoluna kudum kılmışlardır. Abdullah-ı Mekki Hz.leri aslen Erzincan’lı olup; Mekke-i Mükerereme’de mücavir kalarak, Ebu Kubeys Dağındaki tekkelerinde irşad ile meşgul olurlarmış. İsmet Efendi, yedi sene içerisinde seyr-ü süluklarını ikmal ve Hilafet-i Nakşibendiyye’yi hak etmişlerdir.
Daha sonra şeyhlerinden izin alarak Süleyman Efendi isminde bir zatın refakatınde Taif cihetine doğru yola çıkarlar. Çölde giderlerken devesinin çöküp yürümemesi üzerine Süleyman Efendi önde ilerlemekte olan İsmet Efendi’ye hitaben:
– İsmet, İsmet! Şeyhimiz vefat etti. Vazifesi de bu fakire verildi. Geri dönelim, buyururlar ve dönerler.
Gerçekten de Mekke-i Mükerreme’ye vasıl olduklarında Abdullah-ı Mücavir fi Beledillah Hz.lerinin alemlerini değiştirdiği haberiyle karşılaşırlar. Bunun üzerine Şeyh Süleyman Efendi Mekke-i Mükerreme’deki dergahta irşad postuna cülus eder. Risale-i Kudsiyye’de bu zatın ismi şerifi şöyle geçer:
Hususa Mekke’de Eş-Şeyh Süleyman
Oluptur naib-i menab-ı gavs-ı İrfan
Bu gavsın tut elin Hakk’a gidelim
Cemal-i bakemale seyredelim
Risale-i Kudsiyye isimli eserlerini burada iken ilham ile kaleme almışlardır. Bu eseri ne niyetle ve nasıl yazdıkları eserin baş ve son kısımlarında gayet açık ifade olunmuştur.
İsmet Efendi Edirne’de iken sevgili ihvanlardan ve halifelerinden Hüseyin Kudsi Efendi’nin kerimesi ile izdivaç buyurmuşlardır. Bu evlilikten Nimetullah, Hafız, Ferdi, Behaeddin isimlerinde dört oğlu; Nakşiye ve Sıddika isimlerinde iki kızı dünyaya gelmiştir.
Cennetmekan Abdülmecid Han devrinde İstanbul’a göçerek bir müddet kayınpederlerinin Koca Mustafa Paşa civarında satın aldıkları evde irşad ile meşgul olmuştur. Daha sonra şimdi dergahlarının bulunduğu yeri almak için sahibiyle anlaşmıştır. Bu arada Fener Patrikhanesi’nden “Kırmızı Kilise” denilen Rum okulunu buraya yaptırmak için çok yüksek paralar teklif edilmişse de yer sahibi:
“Ben malımı kiliseye vereceğime bedava olarak tekkeye veririm. Kıyamete kadar Cenab-ı Hakk’ın şerefli ismi zikredilir” diyerek
ehven fiyatla İsmet Efendi’ye satmıştır. Tekkenin inşasından sonra Hz. İsmet Yanyavi kaddesallahü sırrahü’l ali:
“Tekkeyi buldunuz galiba şeyhi kaybedeceksiniz” buyurmuşlar.
Hakikaten de altı ay geçmeden arkalarında birçok ihvan ve altmış kadar halife bırakarak H. 16 Zilhicce 1289 M tarihinde alem-i cemale intikal etmişlerdir. Bari Teala Hz.leri yüksek himmetlerini üzerimize sayeban eylesin. Nisbet-i Kudsiyyeleri ile mensub olduğumuz halde ömrümüzü ikmal edip civarlarına kavuşmayı nasib eylesin. Amin.
Mustafa İsmet Efendi (K.S.) yüksek yolları gereği enbiyaların imamı, evliyaların serdarı Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’i kendisine yegane rehber bilmiş, her işte ona uymayı en büyük saadet, onun izinde idrak edilen her anı en büyük kar telakki etmiştir. Şeriatsız tarikatın mümkün olamayacağını üzerine basa basa anlatmıştır. İlme, irfana büyük ehemmiyyet vermiştir. Eserlerinden kendisinin de dini ilimlere ve Arap diline mükemmelen vakıf olduğu anlaşılmaktadır. Yegane gayesi kendisini yoktan var eden Allah’ını tanımak, bilmek, layıkı vechile ona kulluk yapabilmek olmuştur. Zamanın devlet erkanının, hatta devrin padişahının dahi ihvanları arasında bulunmasına rağmen dünya malı ve mevkiine zerrece itibar etmemiş, baki olan Allah’ının imanıyla doldurduğu gönlünde fani zevklere yer vermemiştir. Bu konu ile alakalı şöyle bir hikaye naklederler:
Sultan Mecid Han şeyhini ne zaman saraya yemeğe çağırsa İsmet Efendi yer gibi yaparak ekmekleri koynuna doldururmuş. Bunu farkeden müzevvirlerden birinin padişaha tezvir etmesi üzerine sofradan bir ekmek alarak elliyle sıkmış. Ekmekten damlayan kanları sultana göstermiş. Bununla dünya malının hakikatini, bu alemde yüksek derecelerde bulunanların tehlikelerden uzak kalmayacaklarını, mevki, makam büyüdükçe yüklenilen sorumluluğun da büyüdüğünü anlatmak istemiştir. Yoksa Abdülmecid Han’a karşı olan samimi hislerine, derin muhabbetine Risale-i Kudsiyye’leri şehadet etmektedir..
Bu gibi zatlar “Yeryüzünde halife yaratacağım” sırrına mazhar oldukları için kendileri daima saltanattan kaçınmışlar, fakat saltanat sahipleri bunların gölgelerinde hareket etmişlerdir. Böyle veliler pek tabii olarak zahirde el ayak takımından görünseler bile hakikatte bütün beylerin, paşaların üstünde yer almışlardır.
Yine nakledilir ki İsmet Efendi (K.S.) bir gün berberde traş oluyormuş. O esnada bir beyoğlu işlemeli koşumlar koşulmuş doru atıyla çıkagelmiş. Beyoğlunun teşrifi üzerine orada bulunanların hepsi ayağa kalkalar selamlamışlar. İsmet Efendi ise gelen gidenle alakasız bir halde gözleri kapalı oturuyorlarmış. Beyoğlu bir dervişin karşısında pervasızca oturuşundan son derece hiddetlenmiş. Yanına gelmiş. Eliyle tık tık diye kafasına vurup berabere hitaben: “Bu kabağı mı traş ediyorsun” demiş. Malum olunduğu üzre o devirlerde başta devamlı fes, sarık gibi şeyler bulundurulduğundan ustura ile tıraş olmak adet idi. Cenab-ı Şeyh’in mübarek başı da henüz tıraştan çıkmış olduğundan ve sabunları da üzerinde durduğundan, tabiri caizse hakikaten kabak gibi parlamaktaymış. Zavallı berber Şeyh Efendiyi tanıdığından kızarmış bozarmışsa da sükut etmek mecburiyetinde kalmış. İsmet Efendi ise bu yapılan hakaret kendisine değilmişcesine hiçi oralı olmamış. Beyoğlu hışımla geri dönüp atına binmek için zıplamış. Zıplamasıyla birlikte atın öbür tarafından tepesi üstü yere çakılması bir olmuş. Korkudan yuvasından fırlayacakmış gibi irileşmiş gözleriyle bakıp bağırmış:
– Aman berber. Ne oluyor?
Berber eliyle İsmet Efendi’yi işaret edip cevaplamış:
– Kabağa sor, kabağa.
Hakikat-i Muhammediyye’ye mazhar olan bu gibi zatların vücutları gerçekte aleme rahmettir. Belaya sebebiyet vermezler. Fakat beyoğlu gibi bela arayanlar onlara çarpıp kendi kendilerini yaralarlar. Yoksa onların yanına bir nebze muhabbetle varanlar, yollarında çok cüz’i gayret sarfedenler dahi tarifsiz kazançlara nail olurlar. Nitekim İsmet Baba (K.S.): “Allahım bana vadetti. Dergahımın kapısından bir defacık muhabbetle bakanı bile unutmayacak. Kıyamet gününde ona şefaat edeceğim” buyurmuş. Bunun tezahür etmiş bir örneğini de şöyle hikaye ederler:
Vaktiyle Ortaköy’de oturan bir Arnavut her gün kalkar, yaya olarak tekkeye gelir, bahçede meşgul olur, akşam üzeri gene yaya olarak geri dönermiş. Ömrü tamama erip ecel vaki olduğunda kızı bu zatı rüyasında görüp halini sormuş. “Merak etme kızım, diye cevaplamış. Arnavut “Burada şeyh efendiler beni yanlarına aldılar. Rahatım gayet iyidir.”
Mevlana İsmet Garibullah Efendimiz Peygamber-i Zişan Hz.lerinin (S.A.V.) sünnet-i seniyyelerine uyarak halifelerinden her birine hallerine uygun birer lakap vermişler. Mesela Halil Efendi’ye Nurullah, Mehmet Efendi’ye Bahrullah, Hüseyin ve Şerif Efendiler’e Kudsi demişler. Kendilerine de Garibullah (Allah’ın Garibi) ismini layık görmüşler.
Hz. Şeyh Efendi orta boylu, zayıf vücutlu, uzuna yakın yuvarlak ve gayet güzel yüzlü, siyah gözlü, nurani, buğday tenliymiş. Mübarek burunları gayet güzel olup, orta yeri bir miktar yüksekçeymiş. Vefatlarında henüz beyazlamaya başlamış olan saç ve sakalları siyah ve gür imiş. Kaş ve kirpikleri de keza siyah imiş. Azalar ve tenasüp mükemmel olup, bir hüsn-ü suretmiş.
Kabri-i şerifi Fatih Çarşamba da İsmet efendi dergahındadır. Eminönü-beyazıt çivarından gelecekler draman otobüsüne binebilir ve çarşamba durağında inebilirler.Arabayla gelenler park sorunu yaşamak istemiyorlarsa yavuz selim camii yanındaki çukur bostana arabalarını bırakabilirler. İsmail ağa camii nin sokağına girdikten sonra 200 m sonra sağda Tekkeyi görebilirsiniz.Tekkede ; kabri şerif İsmet Garibullah hz nin hemen çaprazındadır.(Buraya Gelmişken Çarşamba nın manevi havasında İsmailağa camini de ziyaret etmeli ve Hacı Mahmut efendinin ruhaniyetine bir fatiha da okursak oldukça karlı bir iş yapmış oluruz.
Kutbü’l irşad Zağravi Halil Nurullah Efendi Hz.leri İsmet Efendi Hulefasından olup Silsile-i Zeheb bu zatın ismi ile devam etmiştir. Tarikat-i Aliyye’ye intisab etmelerinden bir hafta sonra kendilerine keşf-i kubur hali ihsan olunmuştur. Yani kabirlere teveccüh edip hallerine vakıf olurlardı. Bir kısım ihvan, evliya kabri diye ziyaret edilen bazı türbelerin hakikatte ziyaretlerine gerek bulunmayan boş yerler olduklarını keşfedip haber verdiği için Halil Nurullah Efendi’yi ‘halkın itikadı ile oynuyor’ diye şeyhlerine şikayet ederler. İsmet Efendi Hz.lerinin gönderdikleri mektuptaki “Halil, bundan sonra gördüğün rüyayı bile anlatmak yok” emri üzerine mübarek ağızlarını sıkı sıkıya kapatırlar. Muslukları dindirdikten sonra gönül şadırvanlarında esrar-ı sübhani ve envar-ı rahmani öylesine kuvvetle birikmeye başlar ki İsmet Efendi tarafından Nurullah ismi ile isimlendirilip hilafet-i mutlaka ile şereflendirilir. Kutbü’l irşad makamına yükselmişlerdir. Hüseyin Kudsi Efendi’den sonra da tekkede irşad ile meşgul olmuşlardır.
Bir gün ziyaretlerine gelen iki kişi uzun müddet huzurlarında bekledikleri halde şeyh efendi başını murakabeden kaldırmayınca bir tanesi “Yahu mürşid-i kamil olduğunu işittik. Gidelim de istifade edelim dedik. Kalktık geldik. Bu ise uyuklayıp duruyor. Geldik geleli yüzümüze bakmadı. Bizi irşad edecek bir kelime bile söylemedi” diye gönlünden geçirdiğinde kalp casusu olan o veliy-yi kamil bu hale vakıf olup başını kaldırmış:
– Evlat, demiş. Bu yol gevezelik yolu değildir. Sana verilen vazifeyi yap. Git işine.
Nurullah Efendi Hz.leri bereketli ömürlerini 13 Cemaziyel ahir 1311 (M. 22 Aralık 1893) tarihinde tamamlamışlardır.
Geceleri teheccüd namazından sonra baha namazına kadar beş cüz Kuran okuyup bir hatm-i tehlil yapmaları ile meşhur olmuşlardır. Malumdur ki hatm-i tehlil yetmiş bin kelime-i tevhidden müteşekkildir. Bu halleri ile bast-ı zaman kerametinin kendisine ikram edildiğini anlıyoruz.
Sümbül Efendi hazretlerinin Türbesi ; İstanbul – Kocamustafapaşa’da Sümbül Efendi camiinde
”Aşk ile iki cihanda şah olan gelsin beri,
Rah-ı Hak’ta bende-i dergah olan gelsin beri.
Devlet-i dünya ile mağrur olanlar gelmesin,
Aşk-ı fani, fena fillah olan gelsin beri.
Sümbülî, ince durur kıldan sırat-ı müstakim
Destgiri daima Allah olan gelsin beri.”
Sümbül Efendi
Sümbül Sinan, Halvetiyye Tarikatı’nın bir kolu olan Sümbüliyye şubesinin kurucusudur. Asıl adı Yusuf, lakabı Zeynüddin, şöhreti ise Sümbül Sinan’dır. Babasinin adı Ali, dedesininki Kaya Bey’dir. 1475 – 1480 yılları arasında Merzifon Borlu/Hamideli nahiyesinde doğmuştur. İlk tahsitini doğduğu yer olan Merzifon’da yaptıktan sonra, İstanbul’a gelerek, dönemin tanınmış alimlerinden Efdalzade Hamideddin (ölm. 903/1497)’in talebesi olmuştur. Medresedeki tahsili sırasında süfîlerin aleyhinde bulunduğu halde, sonradan meydana gelen bir rastlantı; devrin tanınmis Halveti şeyhlerinden olan ve Kocamustafapaşa Külliyesi’nde tarikat faaliyetlerinde bulunan Muhammed Cemaleddin (Çelebi Halife) île tanışmasına ve O’na bîat edip, intisabına vesile olmuştur.
Bu karşılaşma şöyle olur ; Çelebi Halife’nin müridlerinden bir genç, Sümbül Sinan’la aynı tahsili görüyordu. Hatta Sümbül Sinan zaman zaman bu arkadaşına, “bu süfîlerin meclisinde ne bulursun” diye takılırdı. Birgün bu arkadaşı ile medreseden çıkmış yürüyorlardı. Yolda Çelebi Halife île karşılaştılar. Arkadaşı “işte bizim efendimiz geliyor” deyince, Sümbül Sinan arkadaşının kulağına eğilerek; “plav aşıkı bir süfîye benziyor” der. Fakat arkadaşı bu duruma aldırmaz. “İnsan, uzaktan görmekle ve kıyafetine bakmakla anlaşılmaz. Gel beraber bir kere toplantısında bulunalım. Sohbetini dinle, sonra karar ver” diyerek. Sinan’ı ikna eder. Toplantıya giderler ve sohbet esnasında Çelebi Halife, Sümbül Sinan’a dönerek; “dileyen ister, isteyeni (şeyh) vasıl eyler; bir nazarla maksudun hasıl eyler” deyip bir nazar eyler. Bu bakış Sümbül Sinan’ı kendinden geçirip bayıltır. Sohbet sonunda, Şeyh Efendi, Sümbül Sinan’ın başını dizine alarak, “getirin benim tenkitçi Sümbül’ümün feracesini, kendi elimle giydireyim” derken, Sümbül Efendi ayılır ve Şeyhin elini öperek, bugüne kadar yaptığı tenkitlerden pişmanlık duyar.
Sümbül Sinan o gece eve dönmemiş, dergahta kalmış ve bir rüya görmüştür. Rüyasında bir kuyunun başında toplanmış ve kuyudan kovalarla su çekmek isteyen insanlar görür. Su içmek arzusuyla kendisi de su çekmek ister ve bu amaçla kuyunun başına varır. Bu sırada kuyunun suyu dolarak taşmaya başlar. Herkesin büyük zorluklarla ulaşmaya çalıştığı suya kolayca kavuşur ve susuzluğunu giderir. Sabahleyin hemen Şeyhi’nin yanına koşar. Rüyasını anlattığında, Şeyhi Çelebi Halife, “Mevlana, senin gönlünde ilahi füyuzatın coşkunluğu vardır. Sana karşı geliyor.Niçin onu kuvveden fille çıkarmazsın. Rüyanın hakikat olmasını istemez misin?” deyince, hemen Şeyh Hazretlerine intisap eder ve tarikate girer.
Bu gelişmeler üzerine Çelebi Halife ile yeni müridi arasında büyük bir ünsiyet ve muhabbet doğar. Şeyhi, O’nu hemen bir hücreye alır ve halvete sokar. Burada üç yıl kadar süren riyazet ve mücahedesini tamamladıktan sonra, dördüncü yılda halifelik icazetini alır. Halifelik icazetiyle irşad yetkisini kazanan Sümbül Sinan Şeyhi’nin arzusu doğrultusunda; 1493-1494 yılları arasında Mısır’a gider ve Sümbül Sinan hazretlerinin burada 3 yıl kaldığı tahmin edilmektedir.
II Bayezd (1481-1512) devrinde ; İstanbul’da büyük bir zelzele ve arkasından da veba hastalığı zuhur eder. Bu tabiî afet karşısında Padişah; 40 muridi ile birlikte dua etmesi için Çelebi Halife’nin hacca gitmesini ister. Bunun üzerine şeyh Efendi; Mekke’ye gelmesi için Mısır’da butunan Sümbüî Sinan’a Mekke’ye gelmesi için haber gönderir. Sümbül Sinan Harem-i Şerife geldiğinde, Şeyhi’nin Şam / Tebük Korusu denilen yerde vefat ettiğini ve oraya defnedildiğini, hacdan sonra İstanbul’a dönerek, yerine posta oturmasını ve kızı Safiye Hanımla evlenmesini vasiyet ettiğini öğrenir. Vasiyet doğrultusunda İstanbul’a dönen Sümbül Sinan , Safiye Hanımla evlenir ve Kocamustafapaşa Tekkesinde şeyh olarak göreve başlar. Vefatına kadar 33 yıl bu tekkede Şeyhlik yapar.
Sümbül Sinan bir taraftan müridlerinin yetiştirilmesiyle meşgul olurken, diğer taraftan da, Fatih ve Ayasofya camilerinde halkı aydınlatıyor, Kur’an-ı Kerim’i tefsir ediyordu. Toplumu bilgilendirmeye yönelik bu çabalarının yanında; Yavuz Sultan Selim Camii inşa edildikten sonra, burada ilk vaaz verme şerefine nail olduğuna bakılırsa, Sümbül Sinan’ın mutasavvıf kimliğinin yanında iyi bir hatip olduğu tahmin edilmektedir. Tefsir, hadis ve tasavvufî ilimler sahasında oldukça geniş bir bilgiye sahip olduğu. Arapça’yı çok iyi bildiği devran ve sema zikrini savunmak maksadıyla kaleme aldığı risalelerinde başvurduğu kaynaklardan anlaşılmaktadır.
İstikamet itibariyle adil, mezheben kuvvetli, metin ve celil sahibi bir zat olan Sümbül Sinan; hücresinin perdeyle kapalı penceresinde yaşar, Peygamber (sav) ve velilerin ruhları île dolu olduğuna inanarak odanın içini boş bırakırdı. Doğum tarihi itibariyle Sümbül Efendi. 50 – 55 yaşlarında bulunduğu bir sırada hayata gözlerini yummuştur. Vefat tarihi Pazartesi gecesi Muharrem 936 / Eylül 1529’dur. Cenaze namazı Fatih camii’nde kılındıktan sonra Kocamustafa Paşa Hangahına getirilerek, hangahın bahçesine defnedildi. Sonra üzerine türbe yapıldı.
Kocamustafapaşa’daki Türbesi bugünkü şeklini ; 1834-35 yılında Sultan II. Mahmud zamanında yapılan onarım ile Serasker Rıza Paşa’nın vefatından bir müddet önce gerçekleştirdiği restorasyon sonucu almıştır. Asıl Türbenin planı sekizgendir. Bugünkü türbe binası yuvarlık planlı ve kubbeli bir yapıdır. Bunun güney yönünde, yamuk planlı bir giriş bölümü eklenmiş, gerek Sümbül Efendi , gerekse de bitişik olan Serasker Rıza Paşa Türbesi’nin kapıları giriş bölümüne açılmıştır. Sekizgenin dörtgen kenarında şadırvan avlusuna açılan demir şebekeli birer penceresi vardır. Bu pencerelerin üzerinde, oval tepe pencereleri vardır. Enlemesine yerleştirilen tepe pencereleri, alçıdan mamul sümbül demetleri ile çevrelenmiştir. Türbeyi örten ahşap kubbe, dışarıdan kurşunla kaplıdır. Kubbe eteğinden hareket eden kurşun kaplı saçak , türbenin ve giriş bölümünün cephelerinde dalgalanarak uzanır , türbe içi ise süsleme bakımından sadedir.
Türbede Sümbül Efendi hazretleri tek başına yatmaktadır. Türbe girişinde , Serasker Rıza Paşa’nın türbesi vardır. Rıza Paşa’nın Türbesi torunlarınca yapılmıştır. Ayrıca cami bahçesinde; Safiye Sultan , Şeyh Rıza EFendi , Şeyh Nureddin Efendi , Çifte Sultanlar, Zincirli Selvi ve Daye Hatun türbeleri vardır.
Kaynaklar ;
Sümbüliye Tarikatı ve Koca Mustafapaşa Külliyesi , Nazif Velikahyaoğlu , Çağrı yayınları
Fotoğraflar ; Fotoğrafları kullanmamıza izin veren Erol Şaşmaz Bey ve Mustafa Gürelli Bey den Allah razı olsun
http://www.erolsasmaz.com/
http://www.mustafagurelli.com/
İstanbul – Edirnekapı’da sakızağacı şehitliğinde
1903 yılında Balıkesir’in Gönen ilçesinde dünyaya gelmiştir. İlk öğrenimini tamamladıktan sonra 1920′li yıllarda İstanbul’a gelen Gönenli Mehmet Efendi Serezli Ahmet Şükrü Efendi’den ders almıştır. Hıfzını ve tashih-i huruf derslerini tamamladıktan sonra, kıraat ilmini de aynı hocada okuyarak 1925 yılında icazet aldı. Daha sonra 1927 yılında imam hatip mektebinden mezun oldu. 1930 yılında Gönen Merkez Camii imam hatibi olarak hizmetine başladı.
Üç yıl sonra vatani görevini yapmak üzere görevinden ayrılarak İstanbul’a gelen Gönenli Mehmet Efendi askerliğini yedek subay olarak yapmıştır. Askerliğinden sonra bir daha memleketine dönmeyip, görevine İstanbul’da devam etmiştir. İstanbul’da sırasıyla Hacı Bayram Kaftani, Dülgerzade, Hacı Hasan, Sultan Ahmet Camii imam hatipliklerinde bulundu. En uzun süre Sultan Ahmet Camii imam hatipliklerinde bulundu. (1954-1982) Gönenli Mehmet Efendi Türkiye’nin uzun yıllar Reisul Kurra’sıydı. Reisul Kurra, yani Kur’an-ı yedi kıraat ve on rivayet üzerine okuyan icazet almış üstat hafızların duayeni, eğitimi sürdüren en tecrubeli üstadı. Okumak için Anadolu’dan gelen fakir ve kimsesiz öğrencilerin İstanbul’da yerleştikleri ve destek buldukları ilk kapı Gönenli Mehmet Efendi’nin kanatlarıydı. İstanbul’un hemen hemen her semtindeki camii ve kurslarda okuyan öğrencilerin ekmeklerini yiyecek içecek ve giysilerini Gönenli Mehmet Efendi temin eder ve talebelerin ceplerine harçlıklarını koyarak öğrenim masraflarını karşılardı. O öyle bir hocaydı ki talebelerinin kirlenmiş giysilerini yıkanmak üzere evine getiriyordu. Eşi Valide Sutan, talebelerin kirli giysilireni o dönemdeki şartlar yüzünden elinde yıkamak zorunda kalıyordu. Hakk’ın rızasının halka hizmet etmekle kazanılacağına inan Gönenli Mehme Efendi insanları ferahlatan üslubuyla büyük kitleleri camiilere çekmeyi başarmıştır. İnsanların kendisine gelmesini beklemez, o onların mekanına giderdi. Aynen ümmetine olan sevgisi ve merhameti herşeyin üzerine çıkmış Resulallah S.A.V Efendimiz gibi o da talabelerin, dulların, yetimlerin köprü altında kalmış gariplerin yolcuların hatta turistlerin şefkatli hocasıydı. Düşünceleri ve kişiliğiyle bir ekol olan Gönenli Mehmet Efendi, sayısı haftada altmışı geçen vaazlarında az ve tesili söz söylerdi. Kuran’ı okumak, okutmak, yaşamak ve yaşatmak için beldeden beldeye koşan Gönenli Mehmet Efendi Kur’an meclilerinin en önemli simasıydı. Fakir ve muhtaçlara yönelik hizmetlerini Kızılay, Yeşilay gibi hayır kurumlarında da sürdürmüş olan bu vakıf insanı kimseden bir şey talep etmeyip, kendisine verileni de halka ve öğrencilere dağıttı. Gönenli Mehmet Efendi hakkında onu tanıyan herkesin yaptığı ortak yorum şudur: “Gönenli Hoca mı? Onun gibisi bir daha zor gelir.” Kısacası Gönenli Hoca insanların kalbinde, klasik bir din adamından çok daha büyük, çok daha anlamlı bir yer edinmiştir. Gönenli Mehmet Efendi “Kolaylaştırın, güçleştirmeyin, müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” Hadis-i Şerifini hayatında en güzel bir şekilde uygulamıştır. O, “yükte hafif, sevapta ağır olanları götürmeye çalışacağız” diyerek insanları dinin emirlerini yerine getirmeye teşvik ederdi. Kendisi çok zeki bir insandı. Bir kez gördüğü bir insanı 40 yıl sonra görse tanırdı. Eğitime, özellikle anneliğin sorumluluğunu da düşünerek hanımların eğitimine büyük önem verirdi. 90 yaşında, iki taraftan koluna girilmiş güçlükle yürüyen bir insan düşünün. Eşi kedisine soruyor: “Artık sohbet vermek için camii camii dolaşıp yorulmasanız.” Şu cevabı alıyor; “Belki cemaatime söylemeyi unuttuğum bir şey kalmıştır.” Gönenli Mehmet Efendi kişisel görünümüyle de çok farlı bir portre çizmekteydi. Terzemiz, düzgün giyimli, sempatik ve insanları kendine çeken bir alimdi. Elinde çantası, bütün insanlara tebessüm dağıtan yüzüyle Gönenli Mehmet Efendi yakın dostu zamanın alimlerinden Bediuzzaman Said Nursi Hazretlerinin deyişiyle; “Kahraman Mehmetçik ” Gönenli Mehmet Efendi bereketli ve verimli bir ömür sürmüştür. Yüzyılın en büyük cenazelerinden biri onun Fatih camiinde, yurdun her yanından ve yurtdışından onbinlerce kişinin büyük alimlerin katıldığı cenazesiydi. Sade bir hayat süren Gönenli Mehmet Efendi muhteşem bir topluluk ve törenle Hakk’a uğurlanmıştır. 2 Ocak 1991 yılında Hakkın rahmetine kavuşmuştur.