Niksarlı Hacı Ahmet Efendi, Ordu sınırları dahilinde olan. Melet suyu yakınlarındaki Beyseki köyünde dünyaya gelmiş, çocukluk ve gençlik yılları burada geçmiştir. Babası, alim ve fazıl biri olarak tanınmış olan Yusuf Efendidir. İlk egitimini babasından almıştır. Hafızlığını köyünde tamamlayan Hacı Ahmet Efendi, bir vesile ile Çorum Şeyhi Mustafa Rumi ile tanışmış ve ona intisap etmiştir. Çorum’da bulunan medresede, Arapça, Fıkıh, Akait gibi dini ilimleri tedris ederken; aynı yerde bulunan tekkede de manevi eğitimini ve seyr-i sülükunu tamamlamuştır.
Zahiri ve batıni eğitimini tamamladıktan sonra, Mustafa Rumi’den icazetini alarak, yine şeyhinin isteği ile Niksar’a gelmiş ve irşada başlamıştır. Niksar’da Karşıbağ mahallesinde kurduğu tekkesinde irşada başlayan Hacı Ahmet Efendinin daha çok Trabzon, Gümüşhane, Bayburt, Of, Tokat, Çorum, Alaca, İskilip ve Erzincan gibi yerlerde tesiri oldu. Niksar’da daha çok Arapça, Farsça ve Osmanlıca eserlerden oluşan, zengin bir kütüphane kurmuş olan Ahmet Efendinin bu çalışması, zamanın idarecileri tarafından talan edılmiş, bu eserlerin bir kısmı İstanbul’a Süleymaniye kütüphanesine götürülmüştür.Kurtuluş Savaşı yıllarında Pontus Rumlarına karşı, ihvanı ile birlikte mücadele ettiği, o dönemde yaşamış olanlar tarafından nakledilir. Kurtuluş Savaşındaki mücadelesi bilindiği halde, manevi yönü ve tasavvufi faaliyetleri nedeniyle takibata uğramış ve İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmıştır.
Hacı Ahmet Efendi, tekke faaliyetilerinin yanında, Danişmentli Devleti’nden kalma Ulu Camide verdiği vaazlarıyla halkı aydınlatmaya ve morallerini yükseltmeye çalışmıştır. İki defa evlenmiş olan Hacı Ahmet Efendi, 90 yaşlarında iken (30.01.1937) vefat etmiştir. Cenazesi, iyi bir müderris olan kardeşi Ömer Lütfü Zarakol tarafindan yıkanarak kıldırılmıştır. Hacı Ahmet Efendi, 9 defa hacca gitmiştir. Turhal Gat köylü Mustafa Efendi, Erbaalı Muttalip Efendi, İskilipli Zeynelabidin Efendi, Alacalı Hacı Bekir Efendi ve Tosyalı Mehmet Çevik Efendi gibi halifeleri vardır.
Vaazları, güzel yaşayışı ile çevresinde önemli izler bırakan Ahmet Efendinin kabri, Niksar’da Melik Gazi kabristanlığındadır.
[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Tasavvufta Mekki Kolu , Mehmet Fatsa , Mavi yayıncılık , 2000 [/toggle]
Nakşi halidi kolunun büyüklerinden olan Hafız Muhammed Özcan Efendi, Emaneti ömrü boyunca yüzlerce kilometre yol aşıp her defasında ulaştığı Sivas ülkesinden, Hafız Hakkı Ürgubi Hazretleri’nden aldı. Kendisi ehli kerâmet ve ehli kâmil olarak sadece ihvan içinde değil bölge halkı tarafından da bu şekilde tanınıyor, biliniyordu. 05.03.1931 tarihinde doğmuş ve 08.09.2009 tarihinde vefat etmiştir.
Tarikat kendisine emanet edilince en nazik ve dar geçitlerinden geçmekte idi. Bu geçiş bazı kendini bilmez insanların, onun tabiri ile “tarikat eşkıyalığı” yapması sonucunda daha fazla daralmıştı fakat kendisi de aynı zamanda yetiştiği ve feyz aldığı o büyük pınarın himmeti ile bu konulara hızla çare bulabilecek, muhteşem bir karaktere sahipti.
Her yönüyle tam donanımlı “Şah efendimiz” olarak nitelendirdiği Şah-ı Nakşibend Hazretleri’’nin emanet takipçisi ve altın halkanın taşıyıcı müdekkikan’ı olarak harikulade bir ahlaka ve ilme sahipti.
Kendisinin yakın alakalılarından müftü Mustafa Bey… O kadar çok yakın ve ışığın merkezinde ki bir sahra sohbetinde mürşidinden müsaade alarak ve yine o ışığın devamında afiyette olsunlar için şöyle duâ ediyor:
“-Efendiler! İçimden bir duâ geldi. Kabul ederseniz “amin”dersiniz, etmezseniz mal benim!
İstiyorum ki hep Efendi konuşşun! Yalnız duam şu: Allah bu bayram ziyaretinin, Zilhicce Ayı’nın yüzü suyu hürmetine efendimize elli yaşının sağlığını geri versin! Yüz kırk yaşındaki peygamberlere çocuk veren Allah, Efendimizede elli yaşının sağlığını verir inşallah! Sonra da hep Efendi konuşşun dinleyelim!
Her kütüğün başına karınca toplanmaz! Bu çok büyük bir kütük! Allah Efendiyi başımızdan almasın! Bu karıncaları da o kütüğün başından almasın! Âmin !”
İşte böylesine yakın ve yangın Müridleri ışığın kaynağına… Hele bir çavuşu var idi(Allah uzun ömürler ihsan etsin)ki adı Bekir … Onun için:
“-Allah her peygambere ve sevdiği kuluna bir Bekir hediye edermiş, bu da bizim Bekir !”diye kendisine inceden inceye duâ ederdi.
Kendisi çok celalli ve Ömer sıfatlı olduğu için yanlarına çok yaklaşamaz, hâllerine vakıf olamazdık. Lakin bütün bu disiplinli görünüşünün altında büyük bir merhamet ve şefkat dolu yüreği vardı.
Müridana ders ve sohbet hususunda çok sertti. Fahirettin Hoca Efendiyi anmak için toplandığımız bir Çarşamba-Kızılot sahrasında sohbeti keserek uzun süre Müridleri seyretmiş sonra da celallenerek:
“-Evet, bazı yerlerde ders ve hatim hocamız yok! Bu yüzden mahremi olan kadınların; kocası, amcası, kardeşi, dayısı, oğlu dersini değişecek! Kadınlar ders değişecek! On senedir dersini değişmemiş kadın olmaz! Muzaffer Hoca dersini değişmiş, bir daha ders değiştireni olmamış, böyle şey olmaz!”diye adeta kükremişti.
Büyük insan, büyük mürşid-i kâmil, büyük veli… Halkanın tamamlayıcısı. Pençesine düştüğü diyabet hastalığı kendisini gün gün bizden uzaklaştırırken, üzüntümüzü yüzümüzden okur;
“-Ayrılık yok! Biriz, beraberiz! Burada sizi nasıl bıraktıysak orada öyle karşılayacağız! “Sizden hiçbiriniz mahşer sahrasında kalmayıncaya dek sıratı geçmeyeceğiz!” derdi merhum İhramcızade İsmail Hakkı Toprak Hazretleri, biz de o sözün üzerindeyiz. Dersinizi bırakmayın. Sohbetlere devam edin. Hocalarımızı dinleyin. Onlar bizim dilimizle konuşuyor “ diyerek dervişlere soğukluk verirdi.
Uzun yıllar boyu kendisi ile yaşamış, ona yarenlik etmiş olan büyük halifeleri onun celal sıfatının önde olduğuna dikkat çeker, huzurunda dil ve kalplerimize sahip olmamızı özellikle salık verirlerdi. Mübarek insan en ufak bir disiplinsiz harekete, adaba mugayir olan bir davranışa, tarikat düşünce ve ilim ufkuna sığmayacak söze ve fikre çok celallenir, hemen düzeltirdi.
Yer yine Çarşamba… Kaşıkçı namı ile maruf Mehmet Amcamızın vekalesinde sahra için toplanılmış uzaktan gelenlerden sağlıklı haberleri ve mesafeleri hususunda hatim hocaları ile sürekli irtibat hâlinde… Bir kafile çok geri kalmış ve Efendi de merak hat safhada… Sahra başlıyor ve ancak uzun bir süre sonra sohbete katılabiliyorlar. Kafilenin hatim hocası sualde: “- Nerede kaldınız?”
— Efendim! Abdest tazelemek için içimizdeki yaşlılar sebebiyle yakın bir yerde uzun bir süre duraklamak zorunda kaldık. O sırada baktık ki yakındaki bir bahçenin içinde çok güzel kirazlar var. Sahibini soruşturduk, olmadığını söylediler. Biz de yediğimiz kadar kirazın karşılığını abdesthane görevlisine vererek, sahibine ulaştırmasını tembih edip hızla yola koyulduk.”
Hatim hocası burada helâlden ödün vermediklerini, sahipsiz de olsa kullanılan bir malın karşılığını verdilerini dolayısıyla incelik ve hassasiyetlerinin ne kadar üst seviyede olduğuna dikkat çekmek isterken hiç ummadığı bir şekilde Hafız Muhammed Özcan Efendi Hazretleri’nden şöyle bir azar işitir.
“- Mübarek adam sen bilmez misin “en nezaretü minen nar ”? (beklemek ateştendir.) bu kadar insan sizi bu sohbet yerinde bekliyor, siz de kiraz yemekle meşgulsünüz öyle mi? Allah size merhamet etsin!”
Vekalelelere çok özen gösterir oraların bakım yapım ve onarımı için müridanı çok teşvik eder, her sahrada muhakkak bu konu üzerinde ya kendisi konuşur ya da o çok sevdiği yakın halifelerinden birine anlattırırdı. Bu hususta sürekli tekrar ettiği şu hatırasını artık Fatiha suresi gibi hafızamıza almıştık:
“- Vekale evlerimizin vekilidir. Herkes vekaleye yardım edecek! Her zaman söylerim, Allah sizlerden razı olsun! Allah’a şükür oturacak evlerimiz var, rahat oturuyoruz. Ancak Terme’de vaktiyle vekale yoktu. Çok sonradan ufak bir vekale yaptık. Ali Osman hoca efendi geldi, sobayı yaktık. Kış günü idi. Hemen vekale ısındı. Isınınca hoca efendi bana döndü elini uzattı ve: —Kibriti ver bana! Dedi.
Bende kendisine tazim ile kibriti uzattım. Sonra elindeki kibriti kaldırarak buyurdu ki: — Bu vekalelere bir kibrit almak, dağın başında cemaatsiz bir cami yapmaktan evladır! Evet! Zikir meclisinin sobası yanıyor, ısınıyorsunuz, hatim okuyorsunuz.”
Yeryüzünün ayakta kalması iki şeye bağlıdır: biri zekât diğeri zikir ! Bu iki müessese oldukça yeryüzü batmayacak.”
Aşar da zekâttır. Malın zekâtıdır. Mahsulü Allah bol vermiş onda birini vermelisiniz. Burası vekaledir, şimdi evimizdir, rahatça oturuyoruz. İnşallah herkes vekalesini yapar. Allah vekaleleriniz hususunda sizin yardımcınız olsun!”
Cemaati kendisine sarsılmaz bir inançla ve Kur’an’ın tabiri ile “aralarına demirden harçlar dökülmüş taştan duvarlar gibi ” bağlı idi. Öyle çok severlerdi ki Hafız Muhammed Özcan Efendi Hazretleri’’ni onu görmek bile gözyaşı pınarlarının sel olması için yeterli idi. Muhyiddin Arabî Hazretleri buyuruyor ki:
“- Bazı velilere sıkı bir riyazetten sonra âlemin zuhurundaki sırlar gösterilir… Bu sırra erişmiş velilerden birisi bir sahra sohbetinde cemaate şöyle sesleniyordu:
“- Muhteremler! Allah’a şükürler olsun bu gün yine sahra yapıyoruz. Allah büyüklerimizin ruhlarını şad etsin. Büyüklerimiz konuşmamızı emrediyor ancak konuşmak için de hâl lazım! Hâl’imiz yok! Ne ile konuşacağız? Bu yol “kâl” değil “hâl” yoludur. Cenab-ı Allah bizi hâl ile hâllenip yaşamayı nasip etsin.
Derviş öyle hâllenirmiş ki, ağaçlar, kuşlar, gören gözler hep ona âşık olurmuş. Ağaçlar: “— Şu mübarek benim yanımdan geçse” dermiş. Merhum Tarakçı Hamit Hoca Efendi bir yerden gelirken, yolu bırakmış ormana girmiş. Yanındaki talebeleri: “- Hocam niçin yolu bıraktınız?” dediklerinde,
— Şu karşı ki ağaçlar çağırdı. “Yıllar var ki orman içinde bir mübarek yüz görüp selamını alamadık. Çok içerlerde olduğumuz için hasret kaldık Allah’ın mübarek kullarına. Şöyle yanımızdan geç de mübarek yüzünü bir görelim.” Dediler ben de o yüzden yolu bıraktım! Buyurmuş” Efendi de derin bir sukut ve müridi, dostu, evliyası, halifesine karşı onaylı bir tebessüm. Derlerdi ki; “-Umre haccından gelen bir dervişle efendisini ziyaretten gelen bir derviş karşılaşırlar. Umreden gelen; “-Sevapları değişelim”,diyor hemen hatiften bir ses geliyor: “- Sakın değişme! Galip sensin! Görüyor musunuz Efendiyi ziyarette ne kadar büyük sevap var!” Yine derlerdi ki:
“- Nefer olmak çok zor iş. Eğer sana bir şey emredilirse sakın yan çizme! Elinden geldiği kadar “ baş üstüne” de, oraya devam et.
Bu tarikattır, bu işler kendi kendine olmaz! Yapmıyorum diyenler, alıp da yapmayanlar perişan oldu! Masrafı olursa da o masraf çıkar, geri durmayın!
Çamlıbel dağlarında İbrahim Bey’ in arabası gitmiyor. Ahmet ağa yeni araba almış ondayız. Kar çok, zincir de yok! Arkadaş, dayanıyoruz, biraz gidiyoruz, araba badanaj yapıyor. Kar belde… Akıl işi değil bu! Şimdi düşünüyoruz, bak, kimse kalmadı! Allah göçenlere rahmet etsin!
Efendiyi ziyaret gibi bir şey yok! Tarakçı Hamit Hoca Efendi Kırklareli’nde asker olan Tokatlı Hafız Muhammed Özcan Efendi Hazretleri Nuri Sayın’ı ziyarete gidiyor. Tarakçı Hamit Hoca Efendi’yi nizamiyeden içeriye almıyorlar. Bir süre sonra ziyaretine gittiği asker çağırılıyor ve geliyor. Tarakçı Hamit Hoca Efendi’yi görür görmez ayaklarına kapanıyor. Tarakçı Hamit Hoca Efendi: “- Hayır! El öptün, tamam! Ayağa kapanmak yok! Asker diyor ki: “- Ne yapayım ben size! Benim için ta buralara kadar geldiniz!
— Ne yapacaksın? Yüz yüze baktık, Allah rızası için geldik, görüştük. Daha ne olsun! Der Tarakçı Hamit Hoca Efendi. Tatlı olur böyle görüşmeler. Merhum İhramcızade İsmail Hakkı Toprak Hazretleri’ buyurdu ki: “- İki kişi karşılaşınca, önce ziyarete sebep olanı Allah affediyor sonra da ziyaret edeni… ”
Ulaşım ve haberleşme zamanla daha da çok yerleşecek. Birisi hasta olduğunda diğeri cemaate hemen haber versin. Cemaatin haberi olmuyor! Bu çok önemli! Cenazelerde, hastalıklarda, yardımlaşmak gerekiyor. Bunun için birini görevlendirin.”
Cömertliğe, yiğitliğe, civanmertliğe çok kıymet verirdi. Kendisi de olabildiğince cömert, eli açık, âli cenab, bir mürşid-i kâmil idi. Fırsat buldukça bu sıfatlarını alabildiğince engin sergilerlerdi.
Huzur sohbetlerinde cömertlik hususuna değinildiğinde çok memnun olur, o celalli tebessümünü bu hususta konuşan hoca efendiden esirgemezdi.
Kendisinin vefatından sonra yakın halifelerinden ve altın halkanın en yakın hizmetçilerinden bir olan hoca efendilerimizden bizlere onun çok hoşlanarak anlattığı şu “ cömertliği gözetlemek” sıralı hikâyelerini şöylece rivayet etmişti;
“- Merhum Hafız Muhammed Özcan Efendi Hazretleri’nin manevi huzurundayız. Uzaklardan yakınlardan geldik, toplandık. Allah rızasına muvafık kılsın. Elde edilecek mesubatın en azamisini versin. (âmin)
İnsan dünyaya azık toplamak için geldi. Kendimizi göstermeye, Allah’ı razı etmeye gönderildik. Yaptığımız işler çok akıllı işler değil. Amma çok akıllı olanların da yaptıkları işleri görüyoruz. Çok akıllı olmak da gerekmiyor.
Bu hizmet kıyamete kadar devam edecek. Kıyamet koptuğu andaki mürşid-i kâmilimiz de hafız olacak. Bunu defalarca merhum Hafız Muhammed Özcan Efendi Hazretleri’nden dinlemiştik. Bunda şüphe yokken biz şimdi ne yapabiliriz noktasındayız. Biz yokken de bu tarikat vardı, bizden sonra da var olmaya devam edecek. Allah bu yükünü taşıttırır. Bu yükü bize taşıttırıyorsa bize ne mutlu! Bu iş yürüyecektir. Bizim gayretimiz buradan alacağımız ecirdir.
Tarikatımızda şöyle bir adab vardır; “ihvan kardeşini şeyhi mesabesinde görmeyen bu tarikatta yol alamaz”. Onun için ben merkezli değil, “ biz” merkezli olalım. Bir hikâye;
Bir şeyhin tekkesinde otuz derviş varmış. Bir yemek gelmiş. Ancak sadece iki kişiye yetecek kadar bir yemek… Dervişler ışığı söndürmüşler ki yemeği yiyenler görünmesin… Işık açılınca bir de bakmışlar ki bir lokma yemek yenmemiş, herkes kardeşim yesin demiş. İşte bu sahabe ahlakıdır.
Peygamberimiz (sav) zamanında bir koyun kellesinin bütün evleri dolaşıp geri ilk çıktığı yere dönmesinin anlatıldığı hadis meşhurdur.
Büyüklerimizden biri bir yemeğe davet edilmiş. Misafir olarak sofraya oturunca adamlar yemeğe öyle saldırmışlar ki, misafirden de açlar… O da geri çekilmiş ve adamların karnını doyurmasını beklemiş. Evine dönünce yemek yaptırmış ve ancak o zaman karnını doyurmuş.
Samiri buzağıyı yapıp Hazreti Musa (a.s.)’da bu durumu görünce onu öldürmeye yeltenmiş. Allah şöyle buyurmuş Hazreti Musa (a.s.)’a:
“- Samiri’yi öldürme! O cömerttir!”
Yine Yahudiler ile yapılan bir gazadan sonra esirler Medine-i Münevvere’ye getirilip kılıçtan geçirilirken; Peygamberimiz (sav) içlerinden birisini ayırmalarını işaret etmiş. Hazreti Ali(r.a.) bu işe şaşırmış ve Peygamberimiz (sav)’e sormuş:
“- Ya Rasullallah! Şuç bir, ceza bir, din bir, kitap bir. Onu niçin ayırdınız?
— Ya Ali! Cebrail geldi, “Allah, onu öldürmesin çünkü o cömerttir. Cömertler Allah’ın dostudur!” buyurdu dedi, ben de bıraktım.”
Öşür ve zekât veren biri hakkında Ali Osman Hoca Efendi, merhum Hafız Muhammed Özcan Efendi Hazretleri’ne; — Bu adam cimridir! Diyince merhum Hafız Muhammed Özcan Efendi Hazretleri;
—Aman efendim! O adam zekâtını, öşürünü verir! Diye mukabelede bulunuyor. Bunun üzerine Ali Osman Hoca Efendi şu keskin tarikat adabını dile getiriyor: “- Sen hiç o adamı ihvana bir tabak yemek yedirir iken gördün mü?…”
Bir gün Ramıteni Efendimiz Hazretleri tekkede banyo yapacak içeri giriyor, hizmetlisi de kapıya bir kova sıcak suyu bırakıyor. Efendi Hazretleri kovayı içeri alıyor ama bakıyor ki su, dökülemeyecek kadar sıcak. Efendisine yeni mürid olmuş bir genç de belki ihtiyacı olur diye bir kova soğuk suyu kapının önüne bırakıp, öksürerek çekiliyor. Efendi Hazretleri bu iki suyu birbirine karıştırıp güzelce banyosunu yapıyor. Dışarı çıkınca;
“- Kim idi o suyu getiren? Diye soruyor, o talebesi utanıyor yanlış bir iş yaptım zannederek, sıkılgan bir hâlde kendisi olduğunu fısıldıyor. Efendi Hazretleri kendisine şöyle mukabelede bulunuyor: “- Evlat, öyle bir iş yaptın ki, kırk yıllık ihvanı ileri geçtin.” Bu yüzden Cömertliği gözetlemek lazımdır.” Hoca Ubeydullah Taşkendi Hazretleri şöyle buyuruyor:
“- Tevhid ibadette, teni şehvetlerden kullukta da gönlü boş fikirlerden kurtarmaktır. Yoksa Allah birdir ve onu bir olarak idrak edebilmek muhâldir. ”
Bu söz öyle bir mânâ ve hikmet ifade ediyor ki bizlere sürekli derslerimizi yapmak, rabıtalarımızı tamamlamak hususunda edilen tavsiye ve öğütler bu sözle derin bir anlam kazanıyor. “onu idrak edebilmek… “ Altın halkanın tamamlayıcısı ve bir sonraki emanetçisine, erdiricisi merhum Hafız Muhammed Özcan Efendi Hazretleri’nin şu aşağıdaki sahra sohbetindeki sözleri bu mânâyı tefsir kabilindendir. Burada da ayrıca “ sözlerin büyüğü büyüklerin sözleridir” kelam-ı kibarı bir kere daha hakikat ışığını parlatıyor:
“- En büyük kerâmet yüz yüze görüşmektir. Ali Osman Hoca Efendi “ El-mahbub kü’l-lel mahbub.” (insanlar birbirlerini seviyorsa birbirlerinin kusurlarını görmezler) derdi. Dışarı da Âdem(a.s.)’den beri salınmış bir şeytan var. Beşer şaşar içeride nefis var. Onunla başa çıkmak zor! Hazreti Âdem (a.s.)’ın melekler kırk gün çamurunu yoğurdular, Cebrail başlarında târif ediyor. Hazreti Âdem (a.s.)’in boğazına kadar cesedini yapmışlar. Şeytan karnına girmek için hamle yaptığında; “- Gelme! Ben buradayım! Diye içerden sesleniyor nefis… Ali Osman Hoca Efendi hastalanmış, durumu ağır! Rıza arıyor;
“- on sekiz sene talebe okuttum. Beş yüz tane müftü olacak talebem var! Diyince yanındakiler hocanın mırıldanmasını fırsat bilip sormuşlar; — Hocam, nasılsınız?
— Ağlıyorum, hiçbir şey yapamadık, bom boş gideceğiz! Diye cevap veriyor. İnsanların olgunu da böyledir. Yokluğa giderler, büyüdükçe… “ İşte, kelime-i tevhidin, mutlak Bir’in anlaşılma ve kavranma noktası… Daha ne denilebilir…
Merhum Hafız Muhammed Özcan Efendi Hazretleri ile yirmi yılı aşkın bir süre birlikte olmuş, dizi dibinde hem hakikatları dinlemiş ve hem de hakikatları anlatmış bir büyük ehlullah, tarikat okulu müderrislerinden… Yolun meydana açılan büyük caddelerinden… İfta makamından emekli… Bakın o muhterem merhum Hafız Muhammed Özcan Efendi Hazretleri’ni nasıl anlatıyor:
“- Efendi (merhum Hafız Muhammed Özcan Efendi Hazretleri ) ilk defa Çarşamba da ders almış. Biz de burada ders aldık. Perşembenin gelmesi çarşambadan belli olur. Gölge olması için ağaç olması lazım. Gölge, ağacın varlığına işarettir. Efendi şimdi üzerimizde ki çadırı işaret etti de ben de dedim ki;
— Bu çadırın gölgesi cennet ağaçlarının gölgesine benziyor. Cennet çadırı olmasa bu çadır bu gölgeler ortaya çıkmaz. Bu gün bizim burada oluşumuz, cennette de bu gölgelerin altında oturup sohbet edeceğimizin müjdesidir inşallah. Bu gün biz buraya nasip olduk, inşallah cennette de bu çadırların altında eksiksizce otururuz. Bütün meşayıh ile başta Efendimiz( Hafız Muhammed Özcan Efendi Hazretleri ) olmak üzere orada olalım, inşallah.
Bütün gayretimiz orada da mürşid-i kâmilimizin etrafında toplanmak arzusudur. Şu sohbeti yapanlardan Allah razı olsun! Ol söyleyeni dinle, Ol söyleteni anla, Kabul kıl ânı canla, Mevla görelim neyler, Neylerse güzel eyler.
Bizi buraya mevlanın izni ile Efendimiz ( Hafız Muhammed Özcan Efendi Hazretleri ) toplamadı mı? Şu devletli günümüz kutlu olsun, mutlu olsun, huzurlu olsun, evlerimize temizlenmiş bir hâlde dönelim inşallah. Kıyamet günü “ Allah için birbirlerini sevenler nerede? ” diye sorulacak. Bizler ter deryasına batmışız! O vakit gökten nurdan minderler indirilecek! Mahşer halkı bunlara bakacak ve imrenecekler. O zaman diyecekler ki; “ bunlar kimin için?” hatiften kendilerine şu cevap verilecek;
“- Bunlar, dünyada iken ne peygamber idiler, ne şu idiler, ne de bu idiler! Bunlar bir yerden bir yere yürüyerek ya da binitli, sırf Allah rızası için bir birlerinin yüzüne bakan, beraber oturup Allah’ı zikredenlerdir. Bu da onlara mükâfattır!” diye ilan edilecek.
Dünya hayatı için bir kere şans veriliyor. Ve değerlendirmeler görevli melekler tarafından yapılıyor. Bunlar karşımıza çıkacak. Artık ebedi âleme gidiyoruz. Bu bize ya mükâfat olacak yahut mücazat… Ya eşleri ile karşılıklı oturacakları bir cennet ya da kan ile irin kuyuları…
Kevser… Bir damla içen ebedi susamayacak! Kıyamete kadar gelen insanların hepsi de bunlardan istifade edebilme şansı ile analarından doğacaklar! Vizesi; “la ilahe illallah”, şartı ise “iman”… Eğitimimiz hep cenneti kazanmak için. Her şey cennette…
İşte böyle bir insandı merhum Hafız Muhammed Özcan Efendi Hazretleri… Şimdi onu bizden alan ecelin götürdüğü yerin giriş kapısında şunlar yazıyor:
Şah-ı Nakşibend Tarikatı Meşayıhından, Hadim-i Piran Hafız Muhammed Özcan, D.05.03.1931,Ö.08.09.2009. Ruhuna Fatiha… [toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin) Silsile-i Zeheb ( Altın halka) , Er Yavuz Yakut , Ekim 2011 [/toggle]
1901 yılında Sivas’ın Ulu Atak mahâllesinde doğdu. Babası Feyzullah efendidir, dedesi İsmail Hakkı Efendi Sivas’a gelip yerleşmiş. Ataları Şam’dan Ürgüp’e daha sonra Zara’ya ve oradan da Sivas’a göç etmişler. Baba tarafından şecere silsilesi Hazreti Hüseyin’e kadar ulaşır. Annesi Hatice hanımın soyu da Horasanda Anadolu’ya İslâm’ın yayılması için gönderilmiş büyük mücahitlerden Şeyh Mahmut Merzubani Hazretleri Zara’nın Tekke köyünde Türbesinde medfundur. Çok az insanlara nasip olacak olayları hayatında yaşayan ve şahsında bütünleştiren bir güzel insanın ana ve baba soyunun Hazreti Peygambere kadar ulaşması tamamıyla Cenabı Allah’ın bir lutfudur. Annesiyle babasının evliliği kendisinden şöyle nakil edilir:
“-Annemi evvelce birine nişanlamışlar lâkin nişanı erkek tarafı geri bırakmış. Tekrar başka birine nişanlamışlar fakat bir müddet sonra bu nişan da bozulmuş. Bu defa dayılarım annemi babamla evlendirmişler. Babam Seyyid, annem Şerif’tir. Eğer önceki o iki nişandan biri evliliğe dönüşseydi, elmas çamura düşmüş olurdu”.
Merhum Hafız Hakkı Ürgubi Hazretleri ilk tahsiline medresede başlamıştır. Öğrenciliği sırasında bir kız iki erkek kardeşini kaybetmiş, babası Rus Harbine katılmış ve bir daha da kendisinden haber alınamamıştır. İki sene sonra annesini kaybederek yetim ve yalnız kalmıştır..Bu zor şartlarda medrese tahsilini sürdürememiş fakat hafızlığını tamamlamıştır. Bundan sonra Hafız Hakkı ismi ile tanınır olmuştur. Askerliğini Sivas’ta yapmış, burada Nakşibendî Tarikatı Şeyhi İhramcızade İsmail Hakkı Toprak Hazretler ile tanışmış ve uzun yıllar yakın dostlukları ve samimi muhabbetleri devam etmiştir.
Yedi yaşında namaza başlamış ve kazaya namazı kalmamış. Şakadan da olsa yalan konuşmamıştır.
Resmen emekli olduğu 1977 yılına kadar ilk defa Hoca İmam Camii sonra Vişneli Camii, Meydan Camii ve Osman Paşa Camilerinde olmak üzere 52 yıl imamlık yapmıştır.
Bir teneke buğdayın 14 lira olduğu yıllarda 12 lira 55 kuruş maaş alıyordu yani bir aylık maaşı ile karşılığında bir teneke buğday alamıyordu. Fakat Camiler boş kalmasın bilhassa bu ihvana hizmet ve Şeyhine yardım emeliyle bu görevi sürdürüyordu.
Son derece mütevazı, kendini ön plana çıkarmayan, devamlı tefekkür hâlinde olmayı tercih eden merhum Hafız Hakkı Ürgubi Hazretleri, İhramcızade İsmail Hakkı Toprak Hazretleri’’nin, mürşidi Mustafa Tâki Hazretlerinin tekkesine gittiğinde onun dikkatini celp ediyor ve tekkesinde imamlık yapmasını istiyor. Terbiyesi, ahlâkının güzelliği kendisini Tâki Efendi Hazretlerine sevdiriyor ve Tarikata intisab ediyor.
Mustafa Tâki Hazretlerinin vefatından sonra Şeyh olan İhramcızade İsmail Hakkı Toprak Hazretleri, Hafız Hakkı Efendiyi genel Halifelikle görevlendiriyor. İhramcızade İsmail Hakkı Toprak Hazretleri yaşadığı müddetçe müridlerinin hizmet ve terbiye görevini Hafız Hakkı Efendi’ye vermiş, vefatından sonra Şeyhlik makamında aynı hizmeti sürdürmüştür.
Bu hizmeti döneminde çok güzel bir topluluk oluşturmuş, Resulullah (S.A.V) Efendimizin hayatını şahsında ve Müridlerinde gündeme getirip canlı birer örnek olmuşlardır. Bu güzel insan güzel yaşadı, güzel bir günde (Beraat gecesi), güzel bir şekilde Rabbine teslim oldu.(18 Şubat 1992.)Yaşamında olduğu gibi ölümünden sonra da sevdiği insan İhramcızade İsmail Hakkı Toprak Hazretleri ’nin Ulu Camii bahçesindeki kabrinin yanı başına âdeta kucağına defin edilmiştir.
Mevlâ güzel insanlarla ahiret de birlikte olmayı sevenleri ile nasip etsin. Peygamberimizin ve güzel insanların şefaatlerinden mahrum etmesin! Ne mutlu güzel yaşayıp güzel ölenlere! [toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin) Silsile-i Zeheb ( Altın halka) , Er Yavuz Yakut , Ekim 2011 [/toggle]
İhramizade İsmail Hakkı Efendi, 1880 tarihinde Sivas’ın Örtülüpınar Mahallesi’nde dünyaya gelir. Babası Hüseyin Hüsnü Bey, Sivas’ta kolağasıdır. Halk arasında Nilli Hatun diye maruf olan annesi Ayşe Hanım, zamanın Nakşibendi büyüklerinden Seyyid Mustafa Haki Efendi’ye intisaplı Medineli bir seyyidedir.
Sivas Çifte Minare’deki ilk tahsilinden sonra rüştiyeyi bitirmiş, ardından medrese tahsilini aynı yerde bulunan Şifaiyye Medresesi’nde yapmış olan İsmail Hakkı Efendi Arapça ve Farsça’ya vakıf olup, kendisini bilhassa dini ilimlerde yetiştirir. Tahsilinin ardından askerlik görevini Kurtuluş savaşı yıllarında maiyetindekilerle birlikte Suşehri’ne cephane taşımak suretiyle yerine getirir.
İsmail Hakkı Toprak Efendi Tokat’ta Müskirat memurluğu, Sivas’ta Düyun-i Umumiye Memurluğu ve Cedid Tuzlasında Müdürlük yapar. 1931 yılında emekli olduktan sonra Çitil Han’da bir süre komisyonculuk yaparak elde ettiği geliri de insanların hizmeti ve ihtiyaçları için sarf eder.
İsmail Hakkı Efendi, soyadı kanunundan sonra Toprak soyadını almış olmakla birlikte, gerek eserlerinde, gerekse çeşitli vesilelerle İsmail İhrami, Hakkı, Garibu’llah, Garibu’llah-ı Sivasi, Karibu’llah, Refi’u’llah ve Vakinu’llah adlarını kullanır.
İhramcızâde, Sivas’ta bulunan Rifâi tarikatı büyüklerinden Seyyid Abdullah Haşim Efendi’ye intisap ederek, bir rivayete göre 5 yıl hizmet eder. İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Hazretlerinin ilk mürşidi olan Abdullah Haşim’in “Evlâdım, senin nasibin bizden değil!”, diyerek bir nevi izin vermesi ve validelerinin, Mustafa Hâki Efendiye oğlunun durumunu anlatması ile mânevi bağın temelleri atılmış olur.
Tokatlı Mustafa Haki Efendi’ye olan muhabbetinden dolayı bir müddet Tokat’ta çalışan İhramcızâde, üstadının 1908 yılında Tokat Mebusu olarak İstanbul’a gitmesi üzerine Sivas’a döner. 1919 yılında Haki Efendi’nin vefatı üzerine, 23 Nisan 1920’de T.B.M.M’ye Sivas Mebusu olarak katılan Mustafa Taki Efendi’(Doğruyol) ye intisap eder. Onun da 1925 yılında ahirete irtihali ile misyonu üstlenir.
İsmail Hakkı Efendinin bazı veciz sözleri şöyledir. -İnsan ne ararsa zannında bulur. -Muhabbeti olan hata görmez, görse de göz yumar. -Şeriatı gözetiniz, şeriatı olmayanın tarikatı olmaz. -Öl ama söz verme. Eğer vermiş isen o sözden de asla dönme. -İdare ilmini öğrenin, insan kızınca şeytanın malı olur. -Oğlum, Allah’ın rızasına kazan, gönlünü yap, işini O’na gördür. -Neyi seversen onunla kalırsın, ne ile meşgul isen, o olursun!
İhramcızade İsmail Hakkı Efendi’nin yapım ve tamirine vesile olduğu eserlerden bazıları şunlardır; Sivas Ulu Camii’nin onarımı, Hoca İmam Camii Minaresi. Sivas İmam-Hatip Lisesi, Hayırseverler Camii, Sofu Yusuf Camii, Serçeli Camii, Dikimevi Camii, Zara-Cencin Köyü İçme Suyu, Zara-Cencin Köyü köprüsü, Tozanlı Köprüsü, Sivas ve çevresinde muhtelif sebil çeşmeleri.
İsmail Hakkı Toprak Efendi’nin meşlahı, kasketi, gözlüğü, saati ve diğer şahsi eşyaları Darende’de Hulusi Efendi Şeyhzadeoğlu (1914-1990) Özel Kütüphanesinde bulunmaktadır. İhramcızade’nin menkıbelerle dolu hayatından birkaç kesit şöyledir; …..İsmail Hakkı Toprak Hazretleri, bir kaç ihvanıyla beraber bir köye giderler. Akşam o köyde kalmaları mecburiyeti hâsıl olur. Kalacakları köy odası tek oda olduğundan, Efendi Hazretleri ve ihvanın bir odada yatmaları icap eder. İhvanlar arasında ve tarikata yeni intisap etmiş Osmaniyeli Hüseyin adında biri, “Canım şeyhim de bizim gibi yiyor, içiyor, oturuyor, kalkıyor. İşte şimdi bizim gibi yatıyor. Dur bakalım ne yapacak, şöyle yorganın altından gözetleyeyim”, diye düşünürken uyuyup kalır. Bu arada suratına gelen bir şamarla uyanır, bakar ki, Efendi Hazretleri namaz kılıyor. Namazın bitimine kadar bekler. Namazdan sonra gidip şeyhinin ayaklarına kapanır. Efendi Hazretleri buyurur ki, “Gardaşım! Hüseyin, insan dışarıda halk ile içerde Hakk ile olmalıdır.”
…..Nurettin Doğan, Efendi Hazretlerinin Hakk’a yürümesinden sonra o kadar üzülüp ağlar ki, artık bitkin bir hale düşer. Bir gün Efendi Hazretleri manen zuhur ederek buyururlar ki, “Gardaşım! Biz öldük mü ki, ağlıyorsun, üzülme.”
…..Suriye’den kaçak eşya getirip bu suretle ticaret yapmakta olan birisi tarîkata intisabından sonra bu işi bırakır ise de, çoluk çocuğunun rızkının temininde zorluk çektiği için yine bu işe başlamaya karar verip, Efendi Hazretlerine gelir ve yaptığı ticaretten bahsederek izin ister ve izin alır. Suriye’ye varıp gerekli malları alarak atlara yükleyip Türkiye’ye doğru yola çıkar. Sınıra geldiğinde karşıda devriyeleri görür ama kaçacak zaman da bulamaz. Bu sırada çok süslü bir tilki ortaya çıkar. Bunu gören devriyeler, tilkiyi tutmak için peşine düşerler. Oradan bir hayli ayrılırlar. Bunu fırsat bilen adam atlarını alıp hududu rahatça geçer. Mallarını sattıktan bir zaman sonra yine gitmeyi düşünerek izin almak için geldiğinde, Efendi Hazretleri buyururlar ki, “Yok gardaşım! Bir daha tilki olmaya niyetimiz yok.”
…..Efendi Hazretleri şöyle bir kıssa anlatmıştır. “Tokat’tan bir kadın hastalanıp, kocasıyla bizi ziyarete geldi, bana dua okur musunuz? dedi. Biz de ‘Ben de okumaya bir ağız yok, Şeyhimin ağzı ile okuyayım’ dedim. On beş günde bir bu kadın okumaya kocasıyla gelip gittiler. Kadının derecesi şeyhlik derecesine yükseldi, kocasının bir şeyden haberi olmadı.”
…..İhramcızâde M. Kâzım Toprak Efendi anlatmıştır. “Sene 1945 yılından evvel idi. Bir Cuma günü, Cuma namazından sonra eve gittik. Evdekiler de hamama gitmişlerdi. Efendi Hazretleri, “Gardaşım! Semaveri yak da, bir çay içelim”, diye buyurmaları üzerine, bir kova (20 litre) su alan semaveri doldurup yaktım. Çayı demledim. Kömürün mor alevi geçtikten sonra semaveri büyük odada Efendimin minderine yakın bir yere koydum. Efendim dolaptan bir kitap işaret etti, kitabı da getirip rahlesine koydum. Sonradan anladım ki, bu kitap Hafız Divanı imiş. Efendim kitaptan okuyup anlatırken ben de boşalan bardağımızı dolduruyordum. (Bir ara) Semaverden çaydanlığa su almak için musluğunu çevirdiğimde bir iki damla su aktıktan sonra kesildi. Musluğun önüne kireç geldiğini zannettim. Semaverin üst kapağını açtığımda su kalmadığını gördüm. Bu hali gören Efendim cebinden saati çıkarıp bakarak, “Gardaşım! Kerahet vakti gelmiş. Biz ikindi namazını da kılamadık” dedikten sonra buyurdular ki, “Gardaşım! Namazın kazası olur, lakin sohbetin kazası olmaz.”
Alkan, muhayyilesindeki Efendi Hazretleri’nin tasvirini Altıncı Şehir’de şu sözlerle dile getirir. “Şeyh ile ihvan arasındaki gönül alâkaları, çocukluk muhayyilemin kavrayışından çok uzaklardaydı ama bu alâkanın hâsılını çocuk da olsanız elle tutabilir, gözle görebilirdiniz: Muhabbetti! Tekkenin kireç sıvalı duvarlarında, bahçe içindeki ince beton yolun en başında, meyvesini ancak eylüllerde teslim eden taş armutta, ihvanların çehresinde ve “efendi hazretleri”nin her haletinde titreşen, ince bir buğu gibi tabahhur ederek atmosfere yayılan, tekkeyi (uzaktan ya da yakından) istintak eden “siyasî memurları” son derece efendi ve hürmetkar davranmağa mecbur eden muhabbetti. Muhabbetin sıklet merkezi, iri gözlerinin maviliğinde gri bulutlar gezindiren “efendi hazretleriydi. Onun bilgisi tahtında duran kimya, sıradan insanları; berberleri, kundura tamircilerini, çiftçileri, ümmî ev hanımlarını, memurları gözbebeklerinde “muhabbeti” büyüten olgun insanlar haline getiriyordu. Yıkıldı, tükendi diyeceğiniz insanları bu kimya ile ihya ediyordu; insanları güzelleştiriyor, ayakta tutuyor ve herşeyle barıştırıyordu. Onun çevresinde kavga yoktu. Çocuktum ama anlıyordum.”
[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin) Sivas Evliyaları , Abdulhalim durma [/toggle]
Hacı Mustafa Taki Efendi (1873–1925) Sivas’ta Oğlançavuş Mahallesinde dünyaya gelir Annesi Saniye Hanım, babası Mehmet Selim Efendidir. Bu yüzden Mustafa Takî Efendi’ye Selim Efendizâde de denilmiştir.
İsmindeki Takî ilavesini sonradan aldığı anlaşılmaktadır. Meclis zabıtlarında ve Milli Eğitim Bakanlığı kayıtlarında adı Mustafa Takî olarak geçerken, nüfus kaydında sadece Mustafa olarak yer alır. Ayrıca, Kırk Hadis’inde ve yine bazı makalelerinde ismi Mustafa Nakî olarak da geçmektedir. Takî; ‘Allah’tan korkan, muttakî, dindar’ demektir. Nakî ise, ‘saf, katıksız, pak, tertemiz, arınmış’ anlamına gelir. Mustafa Takî Efendinin, makalelerinde, isminden sonra soyadı ya da belirleyici vasıf olarak her iki ifadeyi de bilinçli olarak kullandığı anlaşılıyor.
İlk ve orta tahsilini Sivas İptidai Mektebi ve Rüştiyesi’nde, yüksek tahsilini de Medrese’de tamamlayan Mustafa Takî Efendi’nin hangi medreseden mezun olduğu ve hangi hocalardan ders aldığı bilinmemektedir. Arapça ve Farsçayı çok iyi bilen Mustafa Takî Efendinin, her ne kadar kelâm ilminde ihtisas sahibi olduğu söylense de, makalelerinden ve Meclis kürsüsünde yaptığı konuşmalarından fıkıh ilminde de otorite olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca ferâiz, tefsir, hadis ve siyer alanlarında da vukûfiyeti vardır. Müderris ve dersiâm olup Sultanî’de muallimlik, medresede fıkıh ve tefsir hocalığı, mahkeme azalığı, “Sırat-ı Müstakîm” ve “Sebîlürreşâd” dergilerinde yazarlık yapmıştır. Dönemin söz konusu en önemli dergilerinde, toplumun çeşitli kesimlerine yönelik uyarıcı ve yönlendirici makaleleri yayımlanmıştır. Zaman zaman bazı yazılara cevap vermiş, fikirlerini korkusuzca toplumun her kesimiyle paylaşmıştır. Mesela İstanbul’da Ermenice yayımlanan “Azâd-ı imâret” gazetesinde İslâm’daki cihadı vahşet olarak gösteren bir yazıya, “İslâmiyet’te Cihâd” isimli makalesiyle cevap vermiştir.
Memuriyet hayatına 1887’de Sorgu Hâkimi (müstantik muavini) Yardımcılığı ile Adliye Teşkilatında başlar. 1891’de Hafik İlçesi Sorgu Hâkimi Yardımcısı olur. Adliyedeki görevini, 1894-1913 tarihleri arasında Sivas Adliyesinde Bidayet Mahkemesi zabıt kâtipliği, müdde- i umûmî (başsavcı) katipliği, Bidayet Mahkemesi başkatipliği ve mahkeme aza mülazımlığı ile sürdürür. Kısa bir süre Meclis-i Umûmî azalığında bulunur. 1914’te Sivas Sultanisi (Lise) Arapça öğretmenliğine atanmasıyla adliye teşkilatından ayrılır.
Bir müddet Dâru’l hilâfe Türkçe müderrisliği ile Arapça-nahiv ve fıkıh müderrisliği yapar. Öğretmenlik görevini 22 Nisan 1920’ye kadar sürdürür. 1 Ağustos 1920’de 47 yaşında iken TBMM. I. Dönem Sivas mebusu olarak meclise girer. I. Dönem milletvekilliğinden sonra 1923’te Sivas’a Hadis ve Arapça öğretmeni olarak atanır. Bu görevde iken Hakk’a yürümüştür.
Ömrünün çoğu araştırmak, eser telif etmek, yazılı ve sözlü olarak insanları irşad etmekle geçen Mustafa Taki Efendi, tasavvufi eğitimi için son dönem Osmanlı Mebusan Meclisi’nde Tokat mebusu olarak da görev yapan Tokatlı Mustafa Haki Efendiye (ö.1917) intisap eder ve çok kısa bir sürede icazet alarak manevi eğitimini tamamlar. Mustafa Takî Efendi’nin, Tokat’a gidip, ders aldıktan üç gün sonra fenâ makamına çıktığı rivayet edilir. Onun bu kabiliyetine hayran kalan Hâki Efendi murakabe-i ahadiyet derslerini talim ettirerek sülûkünü kısa zamanda ikmal ettirir.
Bu halden sonra Sivas’a dönmeye ve orada hatm-i Hâcegân okutup, ders tarif etmeye memur kılınır. Arkadaşlarından bazılarının, “acaba bu kadar kısa zamanda sülûkünü tamam edebildi mi”, gibi düşüncelerine karşılık, Mustafa Hâki hazretleri şöyle cevap vermiştir: “Sizler daha yarı yoldayken Mustafa Takî Efendi sülûkünü ikmal etmişti.” Mustafa Hâki Efendi, Mustafa Tâki Efendi için şöyle buyurur; “Mustafa! Senin elin bizim elimizdir.”
Tokatlı Mustafa Hakî Efendinin Hakk’a yürümesinden sonra vazife İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Toprak Hazretlerine intikale ettiyse de sülûkünü ikmal etmediğinden muvakkaten, zuhurat yoluyla Mustafa Takî Efendiye ihvan teslim olmuştur.
Mustafa Takî Efendinin ilmî otoritesi, devrin âlimlerince de takdir edilmiş, kendisinden saygıyla bahsedilmiştir. Hasan Basri Çantay, ondan ‘büyük sûfî, yüksek âlim ve ârif’ bir zât olarak bahseder. Onun ilmî otoritesini, hukuk bilgisinin derinliğini, mantık ve felsefeye olan vukûfiyetini, şer’î ilimlerdeki enginliğini kanun müzakereleri esnasında meclis kürsüsünden yaptığı konuşmalardan görmek mümkündür.
18 Ağustos 1925 senesinde ihvanlarından birisi olan Yoncalıklı Mehmet Beyin hanesinde beka alemine irtihal eder. Cenazesi yaylı at arabasıyla Sivas’a getirilir. Kabri, Sivas’ta Abdülvehhab Gazi Kabristanındadır. Mustafa Takî Efendi Hakk’a yürüyünce bazıları demişlerdir ki; “İlim üç Mustafa ile gitti. Çorumlu Mustafa Rûmi Efendi, Tokatlı Mustafa Hâki, Sivaslı Mustafa Takî dir.”
İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi, Darendeli Hacı Hasan Akyol, Baytarbeyli Mustafa Efendi ve Müezzin Ali Efendi gibi, önde gelen şahsiyetler, onun sohbetlerinden feyiz almıştır.
Bu arada Mustafa Tâki Efendi, Hakk’a yürüdükten sonra damadı Çerkez Yusuf Efendi ve oğlu Bedir Hafız (Doğruyol) şeyhlik vazifesini deruhte etmekte ısrarcı olmuşlardır. Bedir Hafız Efendi gördüğü bir rüyada babasının emri üzerine İhramcızâde Hacı İsmail Efendi Hazretlerine gelip arzuhâl etmesinden sonra, Bedir Hafız’a; “Gardaşım, Bedir Hafız o kolu da sen idare et” diyerek vazife-i ruhsatiye vermiştir.
Toplam yedi çocuk babası olan Mustafa Takî Efendi dört kez evlenmiş, kendisinden bir kıza sahip olduğu ikinci eşi Behiye Hanım’dan boşanmış, 1950’de vefat eden üçüncü eşi Teyfika Hanım’dan çocukları olmamış, dördüncü eşi Emine Hanım’dan da boşanmıştır. Birinci eşi Hatice Hanım’dan altı çocuğu olmuştur. Ailesi daha sonra “Doğruyol” soyadını almıştır.
Bahâüddîn Efendi onunla ilgili bir hatırasında şöyle anlatmıştır. “Mustafa Tâki Efendi’yi yaz günlerinde Tokat’a davet ederdim. Lütfeder teşrif buyururlardı. Kendilerini gören Tokat ihvanı onun aynen Mustafa Hâki Hazretlerine benzediğini söylerlerdi. Sohbetlerinde sayısız nasib-i maneviyye var idi. Ertesi yılın sonbaharında rahatsızlanmışlar ve beni emretmişler idi. Derhal Tokat’tan ayrılarak Sivas’a gittim ve orada hizmetleriyle bizzat meşgul olmak şerefine eriştim. Bir miraç gecesi miraciye okuyarak sohbet buyurdular. O yılın yaz aylarında yine ziyaretlerine gittim, bana Şam’a hicret etmem için emir buyurdular. Son görüşmemizdi. Kendileri ihvanların daveti üzerine Gürün’e gideceklerini söylemişlerdi.” Mustafa Takî Efendiye kendinden sonraki halifenin kim olacağı sorulunca buyurdu ki; “İhramcızâde Hacı İsmail Efendi Allah’ın halifesidir. Bizim halife tayinetme salahiyetimiz yoktur.”
[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin) Sivas Evliyaları , Abdulhalim durma [/toggle]
Doğum tarihi bilinmemektedir. Hicri 1319,miladi 1899 tarihinde vefat etmiştir. Bulunduğu bölgede riyaset üzere büyük bir makamı var iken tarikat yolunu tercih eden mürşid-i kâmil büyüğümüzdür. Dağıstan Hanlarından olmasına rağmen, sadeliği seven, saltanattan kaçan bir zâttır. Osmanlı Sultanları tarafından da kendisine beratlar verilmiştir.
Oğlu Halil Paşa ile birlikte Mekke-i Mükerreme’ye hicret ederler. Halifesi olduğu Abdullah-i Mekki Efendimizin hakka yürümesinden sonra Mekke-i Mükerreme’de bir zâviye yaptırarak ömürlerinin nihayetine kadar hizmet etmiştir.
Seyyid Yahya Hazretleri’nin ne zaman dünyaya geldiği tam olarak bilinmemektedir. Onun 19. yy. başında Dağıstan’da yaşadığını sonra da Mekke-i Mükerreme’ye gittiğini kabul edebiliriz. Elimizde bulunan bir el yazmasında ondan bölgenin emiri, meliki sıfatlarıyla söz edilir. Ancak Dağıstan kaynaklarında bu isim ve vasıfta bir melik yoktur. Şu kadar ki Dağıstan’ın sosyal, dini yapısı göz önüne alınarak onun saygın bir aşiret lideri veya dini karizması dolayısıyla bu adla anıldığını söyleyebiliriz.
Seyyid Yahya Dağıstani Hazretleri’nin intisab etmesi ve şeyhin vefatı ile görevin onda kaldığını sonra Mekke-i Mükerreme’ye giderek Abdullah-i Mekki Efendimiz ile tanışıp kaldığını da yine belgelerden öğreniyoruz. Böylece onu tasavvuf ile ilişkisinin Abdullah-i Mekki Efendimiz ile tanışmasından önce olduğunu söyleyebiliriz.
O dönem Kafkas halkının, Şeyh Şamil ve Hâlidi Meşayıhlarının liderliğinde Ruslarla mücadele ettikleri bir dönemdir. Rusların Kafkasya’yı işgali önlenememiş ve halk ile birlikte birçok âlim ve Hâlidi insanları Anadolu’ya ve İslam dünyasına hicret etmişlerdir. Seyyid Yahya Dağıstani Hazretleri’de bu göçler ile Mekke-i Mükerreme’ye hicret etmişlerdir.
Onun kendisine ait bir dergâhı olduğu ve Abdullah-i Mekki Efendimizin diğer halifesi şeyh Süleyman Kırımi ile irşat vazifesini yürüttüğü, ömrünü de Mekke-i Mükerreme’de tamamladığı bilinmektedir.
Bozcalı’da ikamet eden Yunus Hocaefendi’nin kendi yazısından Seyyid Yahya Dağıstani Hazretleri hakkında şöyle bir rivayette vardır:
“- Tarikatımızın silsilesinde otuz ikinci halkası olan Seyyid Yahya Dağıstani Hazretleri’nin hayatından bir parça. Kendisi aslen Dağıstanlı olup o memleketin hükümdarı idi. O günün paşalarına ait süslü, altın yaldızlı giysiler ile gezinirken şöyle düşünür:
— Acaba bu benim giydiğim altın sırmalı, saf ipek, resmi elbisem ile kıldığım namaz Allah indinde makbul olur mu? Bu düşünce kendisinin meşguliyetini artırınca bunu sarayda bulunan bir hocaya değil de züht ve takva hayatı yaşayan bir tekke sahibine sormayı ister. Bu düşünce ile maiyetinde ki adamları ile birlikte Dağıstan da bir tekkeye vâsıl olur. Kapıya varınca atından inmeden orada bulunan dervişlere selam verir ve şeyh efendinin dışarı gelmesi için haber gönderir. Haberi götüren Derviş:
—Erkan-ı hükümetten paşa geldi, sizi dışarıda bekliyor efendim! Diyerek efendi hazretlerini dışarı çağırır. Şeyh efendi dışarı çıkar;
— Hoş geldiniz! Buyurun efendim! Der. Paşa,
— Hayır, şeyh efendi! Attan inmeyeceğim! Bir mesele soracağım! Bunu halledin! Der. Şeyh efendi;
— Paşa Hazretleri! Bunu saraydaki hocalara sorsanız daha isabetli olur. Biz keyfi fetva veremeyiz! Vereceğimiz fetva sizi üzer! Diye cevap verince Paşa da;
— Hayır! Kızmayacağım! Üzülmeyeceğim! Siz halledeceksiniz! Der. Şeyh efendi;
— O hâlde buyurun Paşa Hazretleri! Diyince paşa sorusunu sorar:
— Şu üzerimde bulunan altın düğmeli ve sırmalı resmi elbiselerim ile namaz kılsam, Allah indinde kabul olur mu? Şeyh efendi bir süre bekler. Paşayı süzdükten sonra şöyle cevap veriri:
— Af buyurun! Sizin hâliniz şuna benzer: Bir köpek kokmuş bir leşin başına varır, yer ve gırtlağına kadar karnı doyar. Aynı zamanda idrarı da gelir, idrarını yaparken de üzerine bulaşmasın diye bacağını kaldırır. İşte! Sizin işiniz buna benzer! Milletin malını yiyerek gırtlağınıza kadar doldurmuşsunuz, üzerinizdeki elbiseden dem vuruyorsunuz Paşa’m!
Cevap ağırdır! Paşa attan iner, sırtındaki elbiseleri soyar, yanında bulunan adamlarına ve ümerasına;
— Başınızın çaresine bakın! Ben artık gelmiyorum! Der. Derhâl şeyh efendinin elini ayağını öper, teslim olur.”
Az zamanda çok mesafe kaydeder. Öyle hâle gelir ki şeyh efendinin ziyaretine gelenler;
“- Efendim! Bize duâ buyurun! Dediklerinde,
— Siz Seyyid Yahya Dağıstani Hazretleri’ne gidin! Onun duası makbuldür çünkü o saltanatını birden bire terk etti. Belki o saltanat bizde olsaydı terk edemezdik! Diye cevap verirdi.”
Seyyid Yahya Dağıstani Hazretleri’ saltanatını öyle bir terk etmişti ki dergâhın bir köşesine çekilmiş hırkasına yama yapıyordu.
Bir defasında da şeyh efendi Seyyid Yahya Dağıstani Hazretleri’nden için,
“- Onda öyle bir hazine vardır ki, onun yaptığını ben yapamazdım!” buyurdu.
Şeyh efendi vefat edince yerine Seyyid Yahya Dağıstani Hazretleri geçer. O dergâhtan Mekke-i Mükerreme’ye gider. Abdullah-i Mekki Efendimiz ile karşılaşınca büyüklüğü karşısında ona biat ederek ömrünün sonuna kadar orada kalır.
[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Silsile-i Zeheb ( Altın halka) , Er Yavuz Yakut , Ekim 2011 [/toggle]
Çorum Kabristanında Şeyh ebu Bekir Sıddıki Çorumi hazretleri’nin yanında
Rufai Şeyhi Ebubekir Sıddki çorum-i nin halifesi
Bostancı Hacı Ali Haydar Efendi, 1888 yılında Gürcistan’ın Ahıska kentinde dünyaya gelmiştir. Babasının adı Mustak, annesinin adı da Güleser’dir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Rusların tüm Kafkasya’yı ele geçirmesi üzerine ailece, önce Erzurum’a, sonra Çorum’a göç etmişlerdir.
Çorum’da 1924 yılında Bekir Baba’nın tavassutuyla Makbule Hanımla evlenmiş ve buraya yerleşmişlerdir. Bu evlilikten Gülüzar ve Zehra adında iki kızı, Şükrü ve Ali Rıza adında iki oğlu dünyaya gelmiştir. Kızı Gülüzar 1932 yılında Hacı Ali Zöngür’ün sağlığında, altı yaşındayken vefat etmiştir. Mezar taşında bile adı, Hacı Ali Haydar Efendi olarak geçmesine rağmen nüfusta Ali Zöngür olarak kayıtlıdır.
Hacı Ali Efendi, at üstünde sert ve heybetli duruşuyla dikkat çekiyordu. Ciddi ve sert mizaçlıydı. Çorum’a geldiğinde tasavvuf ve tarikata ilgi duymaya başladı. Bir ara İstanbul’a gitti ve orada Esat Efendi’nin sohbetlerine katıldı. Esat Efendi ona çok ilgi gösterdiyse de Ali Efendi, Çorum’a dönmekte kararlıydı. Çorum’da da Nakşibendi tarikatının Halidiyye koluna mensup, Çerkez Şeyhi diye maruf Hacı Ömer Lütfi Efendi’nin sohbetlerine katıldı. O sert ve haşin tavırlarında değişiklikler belirdi ise de onun nasibi, bu dergahta değildi.
Yıllar önce Hacı Bekir Baba, Ali Haydar Efendi’nin geleceğine dair işareti almıştı. Hatta Ahıska’dan geleceğini de biliyordu. Ömrünün son beş yılına gireceği sırada bu olayın gerçekleşeceğinden de ilham yoluyla haberdar olmuştu. Sonunda Ali Haydar Efendi geldi ama Hacı Bekir Baba’nın dergahına değil de Çerkez Şeyhi’nin kapısına gitti.
Aradan çok süre geçmeden Hacı Ali Efendi, Bekir Babayı rüyasında görüyor; ayağına zincir takıp Çerkez Şeyhinin kapısından sürükleyerek Abdibey Cami yanındaki Rıfai Tekkesi’ne çekiyor. Uyandığında durumu Çerkez Şeyhi’ne anlatıyor. Zincirin izlerini göstererek acısının hala devam ettiğini söylüyor. Bunun üzerine şeyhi ona “Evladım, seni Kara Şeyh (Bekir Baba) istiyor. Ona teslim ol. Haydi git, seni bekliyor.”diyerek nasibinin olduğu yöne sevk ediyor.
Çerkez Şeyhi’nin tavsiyesine uyan Hacı Ali Haydar Efendi, Rıfai Tekkesi’nin yolunu tutuyor. Oraya vardığında Bekir Baba, ona kapıda “Evladım Ali Efendi, bizi, en sonunda kendini sürükleterek kapımıza getirmek zorunda bıraktın.”diye latife ederek karşılıyor. Bekir Baba, her müridiyle yakından ilgilenirdi ama Ali Haydar Efendi’nin yetişmesine daha özen göstermişti. Her makamda gerekli dersleri takip eder, bütün makamları kısa sürede aşması için ona yol gösterirdi. Sonunda onu halifelik makamına kadar getirdi.
Bekir Baba’nın yanında yetişen bir halifesi daha vardı. Aslen Bayburtlu olan Mustafa Sıkı da onun gözde müritlerindendi. 1924 yılında Bekir Baba’ya intisap etmiş, şeyhinin vefatından sonra Hacı Ali Efendi’nin sohbet ve zikir halkasına devam etmiştir. Bundan da anlaşılacağı üzere Bekir Baba’dan sonra Rıfai Dergahının şeyhi, 1928 yılından itibaren Ali Baba olmuştur.
Ebubekir Efendi’nin son dönemlerinde Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasına dair kanun gereğince tekkeler kapatıldığı için Ali Haydar Efendi, tarikat faaliyetlerini ve irşat hizmetlerini açıktan yapamıyordu. Kendisinin bir hazır elbiseci dükkanı vardı. Zaman zaman eline birkaç ceket alıp köy köy, kasaba kasaba dolaşıyordu. İnsanlara islamı, imanı, ahlakı, ibadeti anlatıyordu. Elindeki malların satılıp satılmadığıyla hiç ilgilenmiyordu.
Sonra seyyar satıcılıktan vazgeçerek hizmetini Çorum’da yürütmeye karar veren Ali Haydar Efendi, şehrin dışında, Gürcü Köyü’nde bir bostan tarlası ekerek orada ikamet etmeye başladı. Müritleri, dostları ve onu arzulayanlar bostan tarlasındaki gümelesinde ziyaretine gelirlerdi. Çok zaman kavun, karpuz ve sebzeler arasında dolaşarak sohbet ve irşat ederdi. Böylelikle dikkatlerden uzak durmaya özen gösterirdi. Faaliyetlerini yılın ekseriyetinde tarlada yürüttüğü için kendisine Bostancı Hacı Ali Efendi derlerdi. Onun buradan da para kazanmak gibi bir arzusu yoktu. Yetiştirdiklerini ziyaretçilerine ve misafirlerine ikram ederdi.
Bir sene Kuyumcu Köyü’nde bir tarlaya karpuz ekmişti. Şiddetli bir yağmur sonucu tarlayı sel basmış. O, bunu “Allah, sevdiği kuluyla alışveriş yapar.”diyerek tevekkülle karşılamış. Sel suları çekildikten sonra tarla tekrar yeşermiş. O yıl öyle karpuz olmuş ki yemekle, taşımakla bitirilememiş.
Ali Efendi, müritlerinin hepsiyle yakından ilgilenirdi. Kendisinden sonra Allah’ın izniyle görev verilmesi muhtemel olanlarla daha yakından ilgilendiği bilinirdi. Kendinden sonra halife olacağını ilan ettiği Hacı Mustafa Anaç Efendi, İstanbul’dan gelen bir müridini, merhum üstadı Bostancı Ali Efendi’nin dergahına götürdü. Hanesinde uzun bir odası ve hilal şeklinde alemi olan bir sancağı vardı. Sağlığında zikir halkası orada kurulurmuş. Mustafa Anaç Efendi, dervişe şöyle der: “Bak evladım, üstadımız bu odada kalırdı. Alnını bu hilalli sancağa koyarak uyurdu. Ayaklarını uzatarak uyuduğunu hiç hatırlamıyorum. Onların bu takvası yanında ben, şeyhim demekten haya ediyorum.”
Bostancı Ali Efendi, 1928 yılından 1957 yılında vefatına kadar yaklaşık otuz yıl Rıfai tarikatının manevi yükünü taşıdı. Müritleriyle yakın sohbet halindeydi. Güç şartlar altında gizli gizli zikir halakaları teşkil ediyor, burhanlar gösteriyordu. Yatağında rahat uyuduğu vaki değildi. Samimi, ihlaslı bir dervişti, şeyhti.
Bostancı Hacı Ali Efendi, vefatından birkaç yıl önce Hacı Mustafa Anaç Efendi’ye halifelik vermişti. Ancak bu durum, dervişler huzurunda ilan edilmemişti. Şeyh Efendi, vefatına yakın bir dönemde Hacı Mustafa Efendi’den, hılafet verildiğine şahit olmaları için birkaç dervişi davet etmesini istedi. Hacı Mustafa Efendi de birkaç kişi davet etmesine rağmen yüze yakın derviş, Ali Efendi’nin dergah gibi kullandığı evinde toplandı.Ali Efendi, dervişlere hitaben, ömrünün sonuna yaklaştığını ifade ettikten sonra Hacı Mustafa Anaç Efendi’yi kendinden sonra halife tayin ettiğini açıkladı. Herkesin ona biat etmesini, ihtilafa düşmemelerini söyledi. Sonra Hacı Mustafa Efendi’ye görevinin ağırlığını hatırlattı: “Evladım, dervişlik bakır leblebi gibidir. Onu yutmasını bileceksin. Dervişlerde hata aramayacaksın. Zira dervişlik, ince ve zor bir yoldur. Ahir zaman şartlarının güçlüğü de eklenirse bu mertebeye ermek pek kolay değildir. Sabır, gayret, azim ve sebatla yoluna devam edeceksin. Senden beklenen budur.”
Bostancı Hacı Ali Efendi, bundan birkaç ay sonra 4 Şubat 1957 yılında Hakk’ın rahmetine kavuştu. Cenazesi, Ulu Cami’de kılınan namazdan sonra kalabalık bir cemaatin iştirakiyle Ulu Mezar’a kaldırıldı. Orada şeyhi Bekir Baba’nın yanına defnedildi. Eşi Makbule Hanım da aynı yılın Kasım ayında vefat etti. Oğullarının kabirleri de babalarının yanındadır.
Çorum kabristanında Sahabe’den Maruf Dede’nin yanında
Rufai Şeyhi
Ebubekir-i Sıddıki Çorumi Hazretleri (ö.1929), Gürcistan’ın Ahıska vilayetinde dünyaya gelir. Küçük yaşta Kur-an’ı Kerim’i hıfz eder. Hem hafız, hem de sesinin güzel olmasından dolayı, kendisini yetiştiren hoca efendinin tavsiyesi ile önce Samsun’a sonra da İstanbul’a gider.
İstanbul’da Aziz Mahmud Hüdai Dergâhına giderek dergâhın o dönemdeki Mürşid-i Kâmili Mehmet Ruşen Hilmi Hazretlerine intisap eder . Mehmet Ruşen Hilmi Hazretleri, Ebubekir-i Sıddık-i Çorum-i ‘hazretlerine ;
─ Evladım, sen tavlacılık yapacaksın, der. O zamanlarda tavlacı, atları besleyen, tımarlayan ve bakımını yapan kişilere denilirdi. Yedi yıl üstadının vermiş olduğu bu hizmeti sürdürür. Bunun yanı sıra günlük derslerini çeker, haftalık sohbetlerine devam eder, büyük bir ihlas ve samimiyetle bu yola olan bağlılığını gösterir. Sonunda üstadı kendisine,
─ Gel evladım Ebubekir, sana seyahat göründü, der. Yanına yol arkadaşı olarak Sanemerli Hacı Ahmet Baba ismindeki zatı verir Onunla beraber seyahat edeceklerini söyler. Üstadı Mehmet Ruşen Hilmi Hazretleri, Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretlerine elindeki postu göstererek
─Evladım üzerindeki gömleği çıkart. Bundan sonra senin gömleğin bu posttur, der. Postu ortasından deler ve gömlek gibi başından geçirir. Ardından sözlerine şöyle devam eder;
─Bu post senin hem yatacak yerin hem de seccadendir. Bununla seyahat edeceksin. Zekât almayacaksın, sadaka kabul etmeyeceksin, fitre almayacaksın. Allah’ı seven bunları almaz. Çünkü bunlar fakirlerin hakkıdır. Sen hafızsın, manen zenginsin. Yiyecek hiçbir şey bulmazsan, üç gün aç duracaksın. Ondan sonra “Şeyhenlillah, benim karnımı doyurun”, diyeceksin. Seyahatini yaya olarak yapacaksın. Yoldan vasıta ile geçenler, vasıtalarına “buyur ederlerse” bineceksin. Kimsede kusur ve kabahat ararsan, kendi nefsine bak. Nefsini sigaya çek evladım. Allah işini rast getirsin, der ve gönderir.
Şeyhi ile helalleşen Ebubekir-i Sıddıki Çorumi Hazretleri arkadaşı Sanemerli Hacı Ahmet Baba ile birlikte uzun ve yorucu yolculuğuna başlar ve çeşitli şehirleri gezerler. Seyahatleri esnasında vardıkları bir şehirde üç gün ikamet ederler. Fakat ne hikmettir ki, üç gün boyunca onlara, “Kimsiniz? Necisiniz?”, diye soran olmaz. Bir lokma ekmek dahi vermezler. Onlar da seyahat adabından olduğu için isteyemezler. Üçüncü günün sonunda, tam şehirden çıkarlarken, bir fırının önüne gelirler. Kendi aralarında konuşurlar. ─Şu fırıncıya durumumuzu söyleyelim. Bize bir tane ekmek versin, der ve içeri girerler. Fırıncıya durumlarını izah ederler. Fırıncı da kendilerine, ─Sapasağlam adamlarsınız, isteyeceğinize çalışsanıza. Bakın, ben sabahtan akşama kadar ateşin karşısında yanıyorum, çalışıyorum. Siz de gelmişsiniz benden bedava ekmek istiyorsunuz. Olmaz öyle şey! Diye öfkelenir. Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretleri, fırıncıya, ─Efendi! Biz senden bir tane ekmek istedik, sen bize bin tane laf saydın. Sadece “vermem” diyebilirdin. Ayrıca “sabahtan akşama kadar ateşin kendisi bile olmayıp, yalnız sana çarpan sıcaklığının yaktığını söylüyorsun. O ateş nardır ve nuru yakmaz. Allah’ın (cc) izni ile şu gördüğün ateş bize hiçbir şey yapmaz, der. Fırıncı dinler ve ardından, alaylı bir şekilde, ─Demek ateş size bir şey yapamaz, öyle mi? Şu fırına girin de görelim o zaman, diye cevap verir. Ebubekir-i Sıddıki Çorumi Hazretleri ve yol arkadaşı birbirlerine bakar. Ardından Besmele-i Şerife çekip, fırının içine girer ve otururlar. Fırıncı neye uğradığını şaşırır, panik halinde kendini dışarı atar ve bağırmaya başlar.
─Yetişin, fırının içinde adamlar var, yanıyorlar! Bu arada, Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretleri ve Hacı Ahmet Baba fırının içine oturmuş, pişen ekmekleri dışarıya çıkarmaktadırlar. Halk, dehşetle bunu izlemekte, bir yandan da yalvarıp yakarmaktadır. ─Ne olur, fırının içinden çıkın, yanacaksınız, ne olur çıkın.
Ancak, ne yapıp etseler de fayda etmez, onları çıkaramazlar. En sonunda şehrin kadısı çağrılır. Kadı Efendi, feraset sahibi, alim bir zâttır. Fırının içerisindeki kişilerin boş birileri olmadığını fark edip onlara,
─Şeriat hakkı için dışarı çıkın! deyince, fırının içinden çıkarlar. Çıktıklarında, elbiselerinde ne bir ateş vardır, ne de vücutlarında yanma izi… Sadece üstleri fırının külleri ile kirlenmiştir. Kadı Efendi, onları alır ve kendi evine götürür. Neden böyle bir şey yaptıklarını sorar. Ebubekir-i Sıddık Çorumi Hazretleri ve arkadaşı, durumlarını Kadı Efendiye izah ederler. Bunun üzerine Kadı Efendi, onların elbiselerini yıkattırır ve onları bırakmak istemez. Onlara güzel bir sofra hazırlattırır. Yemekten sonra yatak hazırlatıp gece ağırlar. Sabah ezanı okunduğunda, kalkarlar. Namazlarını kıldıktan sonra kadıya hitaben, ─Efendim! Artık biz burada durmayalım. Zira halk bizi görürse, büyük bir teveccüh gösterebilir. Bu da nefsimize hoş gelir. Onun için biz gidiyoruz, deyip o şehri terk ederler.
Ebubekir-i Sıddıki Çorumi Hazretleri ve Sanemerli Hacı Ahmet Baba, bu ve buna benzer pek çok hadiseler yaşamış, pek çok şehirler gezmiş, nihayetinde Irak’a geçmişlerdir. Bir müddet Bağdat’ta Abdülkadir Geylani Hazretlerinin türbesinin yanında kalırlar. Daha sonra Irak’ın Basra şehrine gelirler. Seyyit Ahmed-el Kebir-i Rufai Hazretleri’nin kabrini ziyarete gitmek istediklerini, oraya nasıl gideceklerini, oradaki halka sorarlar. Orada bulunanlar da, kendilerine,
─Efendim, siz çok yanlış zamanda gelmişsiniz. Buradan o mübareğin kabrine altı ay aralıklarla kervan gider. İlk kervan yeni gitti. Diğer kervanın gidişini beklemeniz gerek. Ancak, “biz yürüyerek gideceğiz derseniz”, o da çok tehlikeli ve zordur. Orası çok sık ormanlık bir arazidir. O’nun kabrini aslanlar bekler. Sizi parçalarlar, ölürsünüz, derler.
Ebubekir-i Sıddıki Çorumi Hazretleri,
─ Ölürsek, onun yolunda ölelim. Ne olursa olsun gideceğiz. Hasbinalallah veniğmel vekil. Benim vekilim o’dur. O’ndan güzel vekil yok. Mülkün sahibi O,dur, der ve yola koyulurlar. Sıcak bir bölge olduğu için, yolculuk çok zor ve meşakkatli geçmektedir. Buna rağmen, Ebubekir-i Sıddık-i Çorumi Hazretleri ve yol arkadaşı o mübareğin aşkı ile yanmakta ve hiç durmadan yollarına devam etmektedirler. Epeyce bir zaman gittikten sonra artık takatleri kalmaz. Sıcak bir yandan, açlık bir yandan bastırmıştır. Bir ara yorulur ve dinlenmek için otururlar. Bir müddet dinlendikten sonra, bakarlar ki, bir ağacın kenarında, daha yeni pişmiş sıcacık bir ekmek. Hemen ekmeği alır ve yürümeye devam ederlerken bir anda karşılarında yırtıcı hayvanları görünce içlerine bir korku hâsıl olur ve hemen, “Hıfzıhuma Vehüvel Aliyyül Aziym” deyip, gözlerini yumup otururlar. Kendilerini parçalayacaklar diye beklerken, hayvanlar kuyrukları ile yön gösterir gibi hareketler yaparlar. Ebubekir-i Sıddık Çorumi Hazretleri,
─Hasbünallah Veniğmelvekil! Sen ne güzel vekilsin. Mahlûkatı emrime verdin. Mahlûkat bana selam verdi, der. Ayağa kalkarlar, aslanlar da ayağa kalkar. Ebubekir-i Sıddıki Çorumi Hazretlerini ve arkadaşını, Ahmed-i Kebir-i Rufai (ks) Hazretleri’nin türbesine kadar getirirler.
Ebubekir-i Sıddıki Çorumi (ks) Hazretleri ve arkadaşı türbede üç gün kalırlar. Üç gün sürece, kendilerine tanımadıkları nur yüzlü bir kişi tarafından süt getirilir. Vakitlerini zikir, tefekkür ve ibadet ile geçirirler. Üç gün olduğu halde, halen Ahmed-i Kebir-i Rufai Hazretlerini görememişlerdir. Bundan dolayı gayet üzüntü duymuşlardır. Gidecekleri gün Hazreti Pire, manen rabıta ederler ve kendisine,
─Efendim, üç gündür buradayız. Bir “Hoş geldiniz” bile demediniz. Bir edepsizliğimiz mi oldu?” diye sorarlar.
O anda Ahmed-i Kebir-i Rufai Hazretleri manen, tebessüm ederek,
─Evladım, siz bizim misafirimizsiniz. Üç gündür size süt getiren kim zannediyordunuz?..
Üç gün boyunca onlara yemek getirenin Ahmed-i Kebir-i Rufai Hazretleri olduğunu anlayan Ebubekir-i Sıddık-i Çorumi Hazretleri ağlaya ağlaya, mahcubiyetini ifade eder. Bir müddet daha orada kaldıktan sonra, büyük bir üzüntü ve gözyaşları içinde, mübareğin türbesinden ayrılırlar.
Oradan ayrıldıktan sonra Mekke’ye giderler. Beş yıl boyunca Mekke ve Medine de mücavir olarak hizmete devam ederler. Mübarek Hafız-ı Kurra olması hasebi ile altı saatte bir hatim etmektedir. Beş yılın sonunda Fahr-i Kâinat (sav) Efendimiz mana aleminde, “Evladım Ebubekir! Senin seyr-i sulukunu yapacağın yer Mısır’da Abdurrahim Tantavi’dir. O’nun dergâhına gideceksin icazetini oradan alacaksın” buyururlar.
Yedi yıl gibi uzun ve meşakkatli ve bir o kadar da tehlikeli olan seyahatin sonunda, Mısır’ın Tanta vilayetine gelirler. Orada bulunan, Abdurrahim-i Tantavi Hazretleri’nin dergâhında üç gün misafir olurlar. Üç gün boyunca kendilerine, ne bir “hoş geldin” diyen çıkar, ne de yemek saatinde, “buyur, sen de yemek ye” diyen. Buna rağmen üç gün boyunca ibadet ve taât ile uğraşırlar. Üçüncü günün sonunda, kendi kendilerine, “Herhalde bizim bu dergâhta nasibimiz yok, artık gidelim.” derler ve çarşıda bulunan eski bir ahbabı ziyaret etmek için dergâhtan ayrılırlar. Nihayet ahbaplarının yanına varırlar. Onunla sohbet ederler iken, şehrin ortasında büyük bir gürültü kopar. Bir anda herkes sağa sola kaçışmaya başlar. Dükkân sahipleri kapılarını kilitler. Ebubekir-i Sıddıki Çorumi Hazretleri de, arkadaşına sorar: ─Neler oluyor? İnsanlardaki bu telaş niye? O da, ─Sorma Ebubekir Efendi! Bu gelen meczubun biridir. Arada bir gelir. Böyle bağırır. Dükkânı açık olan olursa, elindeki sopa ile vurur. İnsanlar ondan korktuğu için, o, çarşıdan çıkana kadar kimse dükkânından dışarı çıkmaz, der. Bu arada, o meczup, Ebubekir-i Sıddıki Çorumi Hazretlerinin olduğu dükkânın kapısının önüne gelince, elindeki sopa ile bir defa vurur ve şöyle seslenir. ─Ey! Ebubekir Sıddıki Çorumi! Sen kimden izin aldın da, burayı terk ediyorsun? Çabuk çık dışarı! Ebubekir-i Sıddık-i Çorumi Hazretleri, bu gelen zatın bir Hak aşığı olduğunu anlar ve dışarıya çıkar. O meczup zat önde, Ebubekir-i Sıddık-i Çorumi Hazretleri arkada, şehrin dışına doğru yürümeye başlarlar. Mağara gibi bir yere gelirler. O meczup, bir nöbetçi gibi mağaranın önünde bekler ve Ebubekir-i Sıddık Hazretleri içeri girer. Orada uzun boylu, sarışın, seyrek sakallı, gayet zayıf bir zat olan Abdurrahim Tantavi Hazretleri bulunmaktadır. Başka kimse yoktur. Mübarek Tantavi Hazretleri şunları söyler. ─Derviş acıkmaz, derviş susamaz, derviş yorulmaz, derviş kızmaz, derviş küsmez. Derviş güneş gibi olur, herkese sıcaklığını verir. Derviş rahmet gibi olur, herkese dua eder. Derviş su gibi olur, cömerttir. Derviş toprak gibi olur, herkes ezer yine bin bir meyvesini verir. Derviş demek Allah’a dost demek. Dergâha eşik demek. Herkes çiğner de sesini çıkarmaz!
Hacı Ebubekir Baba sağa sola bakınır, kimsecikler yoktur. Söylenenlerin kendisine olduğunu anlar. “Ya Rabbi O söylediği ile amel ediyor. Bana da duyduğum ile amel etmeyi nasip eyle” der ve ağlamaya başlar. Onun menkıbevi hayatının bu bölümünde, Mısır’dan dönünce doğruca İstanbul’a gittiği, Sultan Abdülhamit Han’ın huzuruna çıktığı, halifelik icazetini göstererek, ─Padişahım! Benim icazetim budur. Eğer yer gösterirseniz, ben de bir dergâh açmak istiyorum, deyince, kendisine Çorum’da dergâh açması ve derviş yetiştirmesi için mühürlü bir kâğıt verildiği nakledilir.
O zamana kadar Çorum’da sekiz tane dergâh bulunmaktadır. Dokuzuncu dergâhı da Ebubekir Baba açar. Mübarek günlerde dokuz tarikatın mensupları bir yerde toplanır zikrullah yaparlardı. Hacı Ebubekir Baba geçimini değirmencilik yaparak kazanmış, Allah için harcamış, dünyalık hiçbir şey biriktirmemiştir. Bu aşk ve muhabbet ile Çorum’da, Ümmet-i Muhammedi irşada başlayan Ebubekir-i Sıddıki Çorumi Hazretlerinin, manevi görevi süresince, pek çok kerametleri cereyan eder. Hacı Ebubekir Baba Hazretleri Çorum’un üst tarafında “solak değirmen” diye tarif edilen değirmenin sahibidir. Değirmencilik yaparak geçimini sağlamaktadır. Sürekli değirmenin etrafında zikrullah yapar, çok aşklı ve coşkulu zikrullah yaptırır. Yeryüzündeki bütün şeyhleri manen çağırır. Bir gün Ebubekir Baba zikrullaha başladığı zaman, değirmenin yakınındaki suda bulunan kurbağaların dahi Allah’ı zikrettiğine, orada bulunan herkes şahit olmuşlardır. Lafza-i Celale gelindiğinde yerin Allah’ı zikrettiğini, sallandığını dahi herkes gözleri ile görmüşlerdir. Hay esmasına gelindiğinde büyükçe bir ateş yakar. Oradaki diğer şeyhleri davet eder. ─Buyurun ateşe girin, der. Diğer şeyh Efendiler: ─Aman Ebubekir Baba! Bizde bu kabiliyet yok, diye cevap verirler. Mübarek, tek başına o alevlerin içerisine kendini bırakır, Allah’ı zikreder.
Seyahat ederken, güneşin yakmasından dolayı, kararmış bir teni olduğu için kendisine “Kara Şeyh” de denilmektedir. Dergâhta Hacı Ali Efendi ve Hacı Mustafa Efendi Hazretlerine ayrı bir alaka göstermiş ve bu iki zâtı kendisi hayatta iken yetiştirmiştir. Ebubekir Baba, Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri’nin henüz on sekiz yaşında iken, ileride Mürşidi Kamil olacağını, işaret buyurmuşlardır.
Hacı Ebubekir Baba Hazretleri kendisinden sonra bir halife yetişmemesinin üzüntüsünü yaşar ve bazen bundan dolayı hüzünlenmektedir. Ancak ömrünün son beş senesinde Ali Efendi gelir. Ali Efendi Çorum’a geldiği zaman onu Nakşibendî üstadı Çerkez şeyhi Hacı Ömer Efendi (1849-1924) diye bilinen zâtın sohbetine götürürler. Şeyh Ömer Efendinin kapısına gitmeden önce Ali Efendi eşkıyadır. Çok haşarı, gözüpek ve biraz tehlikeli birisidir. İlk olarak Şeyh Ömer Efendinin dergâhına gider fakat manevi dosyası Ebubekir Baba’dadır. Çerkez şeyhi Hacı Ömer Efendi, Ali Efendiye, ─Oğlum! Kara Şeyh beni de rahatsız ediyor. Sen oraya gideceksin. Nasibin orada, dosyan Ebubekir Baba’da, diyerek Ebubekir Baba Hazretlerinin kapısına gönderir. Neticede Ebubekir Baba Hazretleri, bir akşam Bostancı Hacı Ali Efendinin mana âleminde ayağına zinciri takar, tespih çeker gibi Çerkez Şeyhinin kapısından sürükleye, sürükleye kapısının önüne getirir ve Ali Efendiye latife ederek şöyle der, ─Evladım Ali Efendi! En sonunda kendini sürüklete, sürüklete kapımıza geldin. Ebubekir Baba Hazretleri bu mübarek zâtı beş sene içerisinde yetiştirir. Ali Efendi’ye bütün makamları aştırır ve halifelik makamına kadar getirir. Bostancı Hacı Ali Efendi Hazretleri vazifeyi aldıktan sonra, Ebubekir Baba Hz.leri bir gün, ─Gel oğlum Ali, sana bir sırrımı açıklayacağım, der ve otuz sene önce yaşadığı tecelliyi anlatır. ─Oğlum! Ben tarih atmıştım. Herhalde bu gece emaneti teslim edeceğiz. Dervişleri topla da helalleşelim, buyurur.
Dervişler haberi alır almaz dergâha toplanırlar. Aradan birkaç saat geçer. Ebubekir Baba Hz.leri, gecenin bir vaktinde gözünü açar. ─Oğlum Ali, dervişler nerde, diye sorar. Bostancı Ali Efendi Hazretleri, ─Efendim bir kısmı gitti, bir kısmı kaldı, der. Ebubekir Baba Hazretleri, ─Ne yapalım evladım nasipleri bu kadarmış. Allahaısmarladık, der ve o anda, ─Aleykümüsselam melekül mevt, diyerek Azrail (as) ı karşılar ve ardından, ─Ben ihtiyar adamım. Benim canımı acıtma, der ve “hu” esmasıyla ruhunu teslim eder. Kabri Çorum Mezarlığında sahabeden Maruf Yayan Dede’nin yanındadır.
[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin) Çorum Evliyaları , Abdulhalim durma [/toggle]
Abdullah Mekki Erzincani nin halifesi Yahya dağıstani’nin halifesi
Şiranlı Şeyh Hacı Mustafa Efendi (k.s.) Silsile-i Şerifi
Mustafa Efendi, aslen Bayburtlu bir aileye mensuptur. Ailesi, 1829 yılında Ruslar tarafından Bayburt’un işgali üzerine Şiran’a göç etmişlerdir. Günümüzde Gümüşhane’nin bir ilçesi olan Şiran’ın Sarıcalar Köyü’nde 1254/ 1838 tarihinde Mustafa Efendi dünyaya gelmiştir. Annesinin adı Havva, babasınınki ise Ömer’dir. Şiran’da doğduğu için Şirani, Hz. Ömer soyundan geldiği için Faruk-ı Şirani diye anılmıştır.
Mustafa Efendi, dindar bir aileye mensuptu. Dört yaşında babasından ilk dersleri alarak okumaya başladı. On yaşlarında Trabzon’da medreseye kaydoldu. Burada temel ilimlerden icazet aldıktan sonra tahsilini ilerletmek için Tokat medreselerine gitti. Burada dört yıl kaldı. Zeka ve kabiliyetiyle dikkat çeken Mustafa Efendi, hocalarının da delaletiyle Uşak’a gönderildi. Orada iki yıl kadar kaldı. Birçok dersten icazet aldı. Dini ilimlerde belli bir düzeye geldi. Ancak kendinde manevi bir boşluk hissediyordu. Arkadaşlarına “Heybenin bir gözünü doldurduk. Öbür gözü boş kaldı.”diyerek bunu dile getiriyordu. Onun tasavvufa meylini bilen hocası, ona hacca gitmesini tavsiye etti ve orada aradığı kişiyi bulabileceğini söyledi.
Hac’da Şeyhi Yahya dağıstani hz’ne intisabı
Hocasının tavsiyesi üzerine Mustafa Efendi, yirmi yaşlarında iken hac farizasını yerine getirmek üzere yola çıkar. Uzun ve çileli bir yolculuktan sonra Mekke’ye ulaşır. Kalacak yeri olmadığı için mezarlıklarda kaldığı rivayet edilir. Mualla kabristanında uykuya daldığı bir sırada bir sufi onu uyandırır. O zat, Nakşibendiyye tarikatının Halidiyye koluna mensup Abdullah Erzincani’nin halifesi Yahya Dağıstani’ye mensupmuş; Mustafa Efendi’yi ona götürür. Mustafa Efendi, hocasının işaret ettiği zatı bulmuştur.
Ancak Yahya Efendi, müritlerinin çokluğu nedeniyle onunla ilgilenememiştir. Kim olduğu, nereden geldiği bile sorulmamıştır. Sonra Yemenli bir arkadaşının delaletiyle Yahya Efendi’nin huzuruna çıkmıştır. İntisap, bu buluşmada gerçekleşmiştir. Derhal seyr-i süluk ve riyazata başlamıştır. Takvasının gereği olarak tekkedeki yemekleri bile yemeyip dağlardaki otlarla karnını doyurmuştur. Buradaki nefis terbiyesi, yedi yıl kadar sürmüştür. Manevi mertebesi yükselmiş ve kalb gözü açılmıştır. Tasavvuf terbiyesinin sonunda irşatla görevlendirilme zamanı gelmiştir.
Yahya Efendi’nin dergâhında mürşit seviyesine ulaşmış üç Mustafa vardır. Biri Şiranlı, biri Yemenli, diğeri de Pakistanlıdır. Bunlardan sadece birisi Medine’de kalabilecek, diğerleri gönderileceği yerlere gideceklerdir. Yahya Efendi, kendisi bir tercihte bulunmak istememiş. Üçünün de eline birer kağıt verip Medine’ye göndermiş. Üç arkadaş Medine’ye gidip Ravza-ı Mutahhara’ya varmışlar ve boş kağıtları oraya bırakıp sabahı beklemeye başlamışlar. Sabah ezanıyla birlikte Hz. Peygamber (sav)in kabrinin başına vardıklarında Pakistanlının kağıdına Hindistan, Yemenlinin kağıdına Medine yazıldığını görmüşlerdir. Şiranlı Şeyh Hacı Mustafa Efendi’nin kağıdında ise Anadolu Çorum yazısı bulunmaktadır.
Çorum’a gelişi
Mustafa Efendi, görev yeri belli olmasına rağmen bir türlü Medine’den ayrılmak istemez. Ama verilen göreve, gösterilen yere gitmek zorunda olduğunun da bilincindedir. Günlerce Mescid-i Nebevi’ye gider, Hz. Peygamber(sav)in kabri başında gözyaşı döker. Bir gün huzuruna kabul edileceğine dair manevi işaret aldıktan sonra Medine’den ayrılır.
İstanbul’a gitmek için Cidde limanına gider. Ancak yanında yol parası yoktur. Fakir bir derviş olarak gemiye biner. Kontrol esnasında biletsiz olduğu için gemiden indirilir. Kaptan, limandan ayrılmak için bütün hazırlıkları tamamlamıştır ama gemiyi bir türlü hareket ettiremez. Makine aksamı elden geçirilir, bir arızaya rastlanmaz. Hikmeti araştırılırken bileti olmadığı için indirilen yolcu gelir akıllarına. Şehrin her yerinde o dervişi ararlar. Sonunda bir mescitte namaz kılarken bulurlar. Ona yalvarıp yakarırlar, gemiye binmeye razı ederler. Artık manevi bir engel kalmamıştır. Gemi, normalden daha hızlı yol alır ve beklenenden önce İstanbul’a varır. Gemiyi durduran Kara Şeyhin kerameti, kısa zamanda tüm İstanbul’da yankılanır. Bu olay o kadar çok meşhur olur ki devrin padişahına kadar ulaşır.
Sultan II. Abdülhamit Han, şeyhülislamın başkanlığında İstanbul’un tanınmış âlimlerini toplar. Şiranlı Şeyh Hacı Mustafa Efendi’nin de katıldığı bu mecliste bir çok mesele tartışılır. Mustafa Efendi, manevi ve ilmi ağırlıyla dikkatleri üzerine toplar. Padişah, Şeyh Efendiden çok etkilenir ve sarayda kalmasını teklif eder. Ancak Mustafa Efendi, Şeyh Yahya Dağıstani’nin görevlendirdiği yere gitmek arzusundadır. Bu nedenle teklifi kabul etmez. Kendisine verilen atiyyeleri de hazineye bağışlayarak maddi bağımlılık altına girmekten kurtulur.
İstanbul’dan ayrılışında vatan hasreti ağır basar. Görev mahalli olan Çorum’a gitmeden önce Şiran’a gider. Orada babasının ısrarıyla kendi köyünden Güllü Hanımla evlenir ve bir süre Şiran’da kalmaya karar verir. Orada tekke kurarak irşat faaliyetlerine başlar. Ancak Şiran’ın nüfuzlu ailelerinden Telli sülalesine mensup Ali Çavuş ile arası açılır. Tartışmalardan canı sıkılan Mustafa Efendi, Şiran’dan ayrılır. Önce Niksar’a, oradan da bazı müritleri ve akrabalarıyla birlikte Medine’de işaret edilen Çorum’a gelir.
Mustafa Efendi Çorum’a gelince Mekke’deyken tanıştığı bir zengin tarafından kendisine Kellegöz Camiinin kıble tarafında bir ev tahsis edilir. Şeyh Efendi, buranın üst katını ev olarak, alt katını da tekke olarak kullanır. Bir bağ ve bir de tarla alır. Çiftçilikle hayatını devam ettirmeye çalışır. Tekkede de manevi ağırlıklı sohbetler yapar. Çorum’a yerleşince İskilipli Emine hanımla evlenir.
Çorumlu Pir diye de bilinen Şiranlı Şeyh Hacı Mustafa Efendi, Çorum’daki dergahından hareketle İskilip, Tokat, Niksar, Sivas, Alucra, Samsun, Amasya, Darende, Afyon gibi belli başlı merkezlerde irşat faaliyetlerinde bulunmuştur. Bu nedenle talebe ve müritlerinin sayısı bilinemiyor. 366 tane halifesinin olduğu söyleniyor. Bayburtlu Ahmet (Amcasının oğlu), Tokatlı Hacı Salih efendi, Darendeli Mahmut, Alacalı Ahmet Efendi, Tokatlı Mustafa Haki, Niksarlı Ahmet Efendi, Sivaslı Mustafa Taki, Başçiftlikli İnceimamzade Hasan efendi, Mesudiyeli Sarıalizade Ahmet Efendi, İskilipli Ömer Efendi, Tosya Çevlikli Mehmet Gülşen, Torullu Hacı Osman, Çalganlı Osman, Alucralı Hacı Hasan vekendi oğlu Hacı Faik Efendi en çok tanınanlarıdır.
Şeyh Mustafa Efendi’nin ilk eşi Güllü Hanımdan iki oğlu, bir kızı olmuştur. Kızı, Çorum’un meşhur müderrislerinden Kürt Hacı Mustafa Efendi ile evlenmiştir. İskilipli Emine Hanımdan Faik ve Hilmi Efendiler dünyaya gelmiştir. Faik Efendi, babasının halifesi Niksarlı Ahmet Efendi’den tasavvufi eğitimini tamamlayarak Nakşibendi silsilesini devam ettirmiştir.
Menkıbeleri
……..Şiranlı Hacı Mustafa Efendi, müritlerine görev verirken usulüne uygun yapmalarını ve gereken fedakarlığı göstermelerini tembih edermiş. Bir gün civar kazalardan ziyaretine gelen bir bir müridine memleketine dönmek için izin vermiş. Ertesi gün aynı zatın çarşıda vasıta aradığını görünce:” Ya… Vesait de mi aranırmış. Biz Mekke vadilerinde yalın ayak mürşid-i kâmil arayıp gezdiğimizde ayaklarımızın yarıklarına çekirgeler gizlenirdi. Şimdi siz, kolay buldunuz da kıymetini bilmiyorsunuz.” diyerek uyarmış ve tasavvuf yolunun çileli olduğuna işaret etmiş. Bunun üzerine o zat, memleketine yürüyerek dönmek zorunda kalmış.
…….Bir gün Mustafa Efendi’nin tekkesine medrese tahsili görmüş bir kişi geldi. Şeyhin halkasına oturdu. Şeyh Efendi, sükut halindeydi. Beklemekten sıkıldı.
-Efendi, böyle sükut etmek yerine burada toplanan insanlara sohbet etseniz ve onlara islamdan bir şeyler öğretseniz daha iyi olmaz mı?
Mustafa Efendi, hiç cevap vermedi. Adam çıkıp gitti. Olayı izleyen müritlerinden biri:
-Efendim, adam sizi azarlar gibi konuştu. Niye cevap vermediniz? deyince Mustafa Efendi:
-Sükutumuzu anlamayan, sözümüzü hiç anlamaz, diyerek sükut halini kavramanın önemine işaret etmiştir.
……..Şiranlı Şeyh Efendi, maneviyatı gülcü bir insandı. Allah aşkı ve peygamber sevgisiyle birlikte Kur’an-ı Kerim’e büyük bir saygısı vardı. Onu okuyan ve yazana da elbette hürmet ederdi. Kazancızade Hacısağlardı. Yazdığı Kur’an-ı Kerim sayısı kırkı geçmişti. 1877 Osmanlı-Rus Savaşı, diğer adıyla 93 harbi sırasında memlekette kıtlık hüküm sürüyordu. Osman Efendi de ailece üç gün aç kalmışlardı. Osman Efendi, bir sabah Kellegöz Cami’inde namazı kılıp aceleyle evine yönelir. Yazmakta olduğu Kur’an-ı Kerim’in kalan iki cüzünü tamamlamak niyetindedir. Onu yazıp teslim edecek ve ailesinin geçimini temin için üç beş kuruş alacaktır. Fakat ardından kendisine seslenildiğini duyar. Dönüp bakar ki Şiranlı Şeyh Efendi’dir. Eliyle gelmesini işaret eder. Gitmese olmaz. İçinden “Be mübarek, senin yanına gelinceye kadar ben iki sayfa daha yazardım.”diye geçirir. Şeyh Efendi, ısrarla içeri girmesini ister. Osman Efendi de aynı şeyleri içinden geçirmeye devam eder. Şeyh Efendi “Hoca, bırak şu iki sayfa derdini. Sen bunun şevkiyle iki Kur’an daha yazacaksın.” derken kapının arkasındaki un çuvalını gösterir. Onu alıp götürmesini, afiyetle yemelerini söyler. Hattat Hacı Osman Efendi, ömrü boyunca o iyiliği unutmaz.
Şeyh Hacı Mustafa Efendi, Hıdırlık’a on beş günde bir gider, ziyarette bulunurmuş. Ancak şadırvandan ileri gitmez ve türbelere çıkmazmış. Ziyaretlerini türbenin“Mescidin girişinde iki mübarek şehit daha yatıyor. Nasıl olur da ben onları çiğneyerek sahabelerin kabirlerini ziyarete gidebilirim?”diye cevap vermiş. Yıllar sonra cami ve türbenin bu günkü şekliyle inşası için temel kazılırken Şeyh Efendi’nin işaret ettiği noktada mumyalaşarak hiç bozulmadan kalabilmiş çok eskiye ait iki ceset bulunmuş. O zaman Şiranlı Şeyh Hacı Mustafa Efendi’nin kerameti anlaşılabilmiştir. İhsan Sabuncuoğlu, o mezarların günümüzdeki çifte merdivenin altında kalmış olduğunu belirtir.
Şeyh Efendi, Hıdırlık Şeyhi namıyla tanınan Abbas Efendi’yi de yanına alıp bir gün Suheyb-i Rumi türbesini ziyarete gider. Âdeti hilafına bu defa türbeye girip o mübarek sahabe kabirlerini ziyaret eder. Türbeden ayrılmadan önce Abbas Efendi’ye vasiyet niteliğinde şöyle der: “Ben, alemdar-ı Resul Hz. Suheyb-i Rumi’yi rüyamda gördüm. Onun işaretiyle Çorum’a gelip yerleştim. Hicaz’da ölmek isterim. Şayet Çorum’da ölürsem beni Suheyb-i Rumi’nin eşiğine defnedin.” Bu, Hıdırlık’a son ziyareti olmuştur.
Vefatı
Hıdırlık’ı son kez ziyaret ettiği sene yedinci haccını yapmak üzere Tokatlı hanımı ve dört oğlu ile birlikte yola çıkmıştır. Deniz yoluyla önce Cidde, ardından kara yoluyla Mekke’ye giderek Hac görevini tamamladıktan sonra Medine’ye Varıp Ravza-ı Mutahhara’da Hz. Muhammet (sav) i ziyaret etmek arzusundadır. Şiranlı Şeyh Hacı Mustafa Efendi, niyetini gerçekleştirmiştir ama orda doyasıya kalamamıştır. Hastalığı nedeniyle fazla ziyarette bulunamamıştır. Ama Hicaz’da kalmak ve o topraklarda vefat etmek arzusundaydı. Bu niyeti ve duası Allah indinde makbul olmuş olmalı ki orada vefat etmiştir. Hz. Peygamber (sav)e komşu olmak istiyordu. Arzusuna uygun olarak Baki kabristanında Hz. Osman (ra)ın kabri yanına defn edilmiştir.
Bu defin işlemi, pek de kolay olmamıştır. Ahmet Kazancı hocamız, babasından naklen olayı şöyle anlatıyor:
Şiranlı Şeyh Efendi, hastalığı ağırlaşınca Osmanlı Birlikleri komutanına, kendisini Baki Mezarlığına defnetmesini vasiyet eder. Vefatından sonra yıkanıp kefenlenip Baki Mezarlığına defnedileceğini öğrenen
Araplar, buna şiddetle itiraz ederler. İşin ileri boyutlara ulaşması üzerine komutan, bir teklifte bulunur.
-Bana izin verin. Vasiyeti gereği onu istediği yere kadar götüreyim.
Siz de oradan alın, canınızın istediği yere defnedin.
Araplar, bu teklif kabul ederler. Komutan, tabutu Baki’ye kadar götürür. Tabutu yere indirirken şöyle der:
-Ben, vasiyetini yerine getirdim. Sen de eğer gerçekten Allah dostu bir kimse isen kendi yerini seç.
Komutan, tabuttaki zata böyle seslendikten sonra askerlerini geri çeker. Bu defa Araplar devreye girerler. Tabuta sarılırlar ama bütün zorlamalarına rağmen yerinden oynatamazlar.
-Bu adamın yeri gerçekten burası olmalı, deyip çekilirler. Tartışma, böylece sonlanmış olur. Bunun üzerine Şeyh Efendinin cenazesi, Baki Mezarlığına girdikten sonra sola doğru dönen yolda yirmi adım kadar ilerlendiğinde bir kabre defnedilmiştir.
Servetini eşine teslim eden, irşat hizmetinde harcamasından hoşnut olan gönlü zengin Tokatlı eşi de üç gün sonra Medine’de vefat etmiştir. Vasiyeti üzere Baki Mezarlığında eşi Şiranlı Şeyh Hacı Mustafa Efendi’nin yanına defn edilmiştir.
Şeyh Efendi’nin Medine’de vefatından sonra görevi, oğlu Hacı Faik Efendi’ye intikal etmiştir. O da 1925 yılında tekkelerin kapatılmasına kadar vazifesine devam etmiştir. Şeyh Hacı Mustafa Efendi, zahiri ve batıni ilimlerde derinleşmiş kamil mürşitlerdendir. Keşif ve kerameti açık bir derviştir. Çok konuşmak yerine yaşayışıyla insanlara islamı anlatmayı tercih etmiş bir gönül insanıdır. Allah, rahmet eylesin.
[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Muhammed Kudsi Bozkıri, Yrd. Doç. Dr. İsmail Bilgili – Ahmet Çelik [/toggle]
Konya’da doğdu. Şeyh Memiş Efendi’den icazet alarak halifesi oldu. Konya Müftüsü Abdülehad Efendi’nin derslerine devam ederek ilmi icazet aldı. Hat sanatını Akşehirli Mehmet Yusuf Efendi’den öğrendi.
1803’de hadis ilmi okutmak üzere Saraçzade Abdülkerim Efendi tarafından yaptırılan Saraçoğlu medresesinde uzun yıllar müderrislik görevinde bulundu. Burada pek çok öğrenci yetiştirdi. Tasavvufu ve ilmi birlikte yürüten Şeyh Ahmed Efendi 1860 yılında Konya’da vefat etti. Kabri Sarı Yakup mezarlığındadır.
Mezar taşında şöyle yazılıdır“el-Merhum Saraçzade Dairesi müderrisi Şeyh Ahmed en-Nakşibendi el-Konevi el-Halidi. Ruhi için el fatiha.
[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Muhammed Kudsi Bozkıri, Yrd. Doç. Dr. İsmail Bilgili – Ahmet Çelik [/toggle]