Ana Sayfa>admin(Sayfa 147)

Evliyaların Fazileti

Evliyaların Fazileti

Sure-i Yunus 62,63,64 / Ruhu’l-Beyan Tefsiri:

62. İyi bil ki Allah’ın dostlarına korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.yol

63. Onlar imân edip de takvaya ermiş olanlardır.

64. Dünya hayatında da ahirette de onlara müjde vardır. Allah’ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu, büyük kurtuluşun kendisidir.

İyi bil ki” dikkat edin ve bilin ki “Allah’ın dostlarına” yani Allah’ın sevgilisi ve nefislerinin düşmanı olanlara, demektir. Çünkü velilik, Allah’ı ve kendi nefislerini marifet (bilip tanımak) demektir. Allah’ı marifet O’nu muhabbet nazarıyla görmektir. Nefsini marifet ise nefsin halleri ve özellikleri üzerindeki perde açıldığında onu düşman nazarıyla görmektir. Nefsi gereği gibi tanıyıp onun Allah’ın da senin de düşmanın olduğunu anladığın, sabırla ve sıkıntılara aldırmadan onu tedavi ettiğin zaman nefsin hile ve tuzaklarından emin olursun. Ona şefkat ve rahmet nazarıyla bakmazsın et-Te’vîlâtü’n-Necmiyye’de böyle denilmektedir.

Ebu’s-suûd Efendi şöyle der: “Sözlükte velî, yakın demektir. Allah’ın velilerinden maksat ise Allah’a ruhanî olarak yakın olan hâlis mü’minlerdir.”

Çünkü onlar Allah’a itaat ederek O’nun velisi olurlar. Yani Allah’a müstağrak olarak O’na yaklaşırlar. Öyle ki gördükleri zaman O’nun kudretinin delillerini görürler, işittikleri zaman O’nun âyetlerini işitirler, konuştukları zaman O’nu överek konuşurlar, hareket ettiklerinde O’na hizmet için hareket ederler, gayret ettikleri zaman O’na tâat etmeye çalışırlar.

Allah’ın velilerine iki cihanda da herhangi bir istenmeyen durumun başlarına gelmesi ile ilgili bir “korku yoktur.” Korku, istenmeyen bir durumun ileride gerçekleşmesi endişesinden kaynaklanır “ve onlar” bir isteklerinin elden kaçması hâlinde “üzülmeyeceklerdir.”

Üzülme, geçmişte kötü gördüğü bir şeyin gerçekleşmesinden ya da yine geçmişte sevdiği bir şeyi elinden kaçırmaktan kaynaklanır. Yani üzülmelerini gerektirecek şeyler başlarına gelmeyecektir. Gelecek olsa bile endişelenmeyecekler, korkmayacaklardır. Bilâkis, dâimi bir sevinç ve neşe içerisinde olacaklardır.

Nasıl böyle olmasın ki, Allah Teâlâ’nın celâl ve heybetini yüceltmek, sadece kulluk haklarını yerine getirmek için korku ve haşyet hissetmek, havas ve mukarreblerin özelliklerindendir.

Bu sebepledir ki, el-Kevâşf’de şöyle denilmektedir: “Onlara” ahirette “korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” Yoksa Allah’ın velileri dünyada korku ve üzüntü bakımından diğerlerinden çok daha ileridedirler.”

Onlara bu hallerin arız olması şu yüzdendir: Çünkü onların gayesi sadece Allah’a tâatte bulunmak ve O’nun rızâsına nail olmaktır. Bu gayenin gerçekleşmesi, Allah katında değerli olmayı ve yakınlığı da peşinden getirecektir. Cenab-ı Hak’ın vaadi gereği bunun gerçekleşmesinde, hiçbir şüphe yoktur ve elden kaçırılma ihtimalide bulunmaz. Bunun haricinde olup da bazen elde edilen bazen de elden kaçırılan dünyevî işler ise onların maksatları arasında değildirler. Dolayısıyla ister olsunlar, ister olmasınlar fark etmez. Bu gibi şeylerin zararından endişe edip, sağlayacağı yararı kaçırmaktan dolayı üzülmezler. Nitekim el-îrşâd’da böyle geçmektedir.

İşin aslı şudur: Allah dostları hüviyyet-i ahadiyyette fânî oldukları için ulaştıkları mertebenin ötesinde bir gayeleri ve düşünceleri kalmaz ki korkup üzülsünler. Hz. Hüdâyî k.s.’in Nefâisü’l-mecâlis’inde böyle geçmektedir.

63 “Onlar îmân edip de takvaya ermiş olanlardır.”

Onlar İmân edip de takvaya ermiş olanlardır.” Bu ifâde şöyle düşünülebilecek bir soruya cevaptır: “Onlar kimdir, bu kıymetli mertebeyi elde etmelerinin sebebi nedir?” İşte bu soruya cevaben şöyle denildi: “Onlar, bütün hayırlara ulaştıran ve bütün serlerden alıkoyan takva ile Allah’tan gelen her şeye îmân etmeyi kendilerinde toplayan kimselerdir.”

Allâme şeyhimiz Osman Fazlı Efendi der ki: “Allah’ın velileri, şeriat ve tarikat mertebesinde kendilerinden kötü amel ve huyların sâdır olması, marifet ve hakikat mertebesinde ise kendilerinden gaflet ve telvînât hallerinin ortaya çıkması konusunda Allah’tan sakınırlardı. Çünkü onlar tabiatlarını şeriat, nefislerini tarikat, kalplerini marifet, ruhlarını ve sırlarını da hakikat yardımıyla ıslâh ederlerdi. Şu halde şüphe yok ki onlar Allah dışındaki tüm varlıklardan (mâsivâ) sakınırlar.”

Fakir (Bursevî) şöyle der: “Şeyhimiz bu sözleriyle buradaki takvadan kast edilenin, bu mertebelerin üçüncüsü olduğuna işaret etmektedir. Bu üçüncü mertebe insanoğlunun sırrını Hak’tan ve tamâmiyle O’na yönelmekten alıkoyan her şeyden uzaklaşmasıdır. Bu mertebe, aynı zamanda daha aşağıda yer alan îmânın ifâde ettiği şirkten korunma mertebesini ve günah görülen bütün fiil ve terklerden kaçınma mertebesini içine alan bir mertebedir. Veliler Allah’a yönelme ve masivadan kaçınma konusunda istîdât derecelerinin farklılığına göre farklı derecelere sahiptirler. Bu derecelerin en ilerisi, peygamberlerin himmetlerinin ulaştığı derecedir. Peygamberler, nübüvvet ve velilik riyasetlerini bir arada bulundurmaktadırlar. Maddî âleme dâir bilgilerle ilgilenmeleri, onları ruhlar âlemine yükselmekten alıkoymaz. Kudsî kuvvetle desteklenmiş tertemiz nefisleri son derece istîdâtlı olduğu için mahlûkatın maslahatına olan şeylerle ilgilenmeleri, onları hakkânî hâllere dalmaktan geri koymaz.”

İşte buradan Peygamber Efendimiz s.a.v.’in, Hz. İsâ a.s.’dan üstün oluşunun hikmeti anlaşılmış olmaktadır. Çünkü İsa a.s.ın dördüncü kata yükselmesi, Hz. Peygamber s.a.v.’in Arş’a ve Arş’ın üstüne miracından daha değerli değildir. Zira İsa a.s.’ın bu dünya ile alâkası sadece annesi yönünden olduğu halde, Hz. Peygamber s.a.v.’in alâkası hem anne hem de baba yönündendir. Böyle olmasına rağmen dünya ile alâkası ona engel olmamış, unsuriyyât âleminin sonlarına ve tabîiyyât âleminin zirvelerine ulaşabilmiştir. Yüce nurlarla devamlı olarak alâkayı sürdürmek mümkündür.

Nitekim bu durum çokça ibâdet ve tâatte bulunan bir zattan nakledilmiştir. Bu mümkün olmasa bile bu hâl, o kişinin bir melekesi hâline getirilir. Artık onun için beden bazen giydiği bazen çıkardığı bir elbise gibi olur. Görmez misin ki harcama gücü olan kimse her acıktığında dilediğini yiyip karnını doyurma imkanına sahiptir. İşte manevî rızkı ve bu rızkın menbaı’na yükselmeyi de buna kıyas et. Hatta bu, öncekinden çok daha evlâ bir durumdur. Çünkü bir vâsıta ve sebebe muhtaç değildir. İsteyenle istenen arasında mesafe yoktur.

Hz. Ali r.a.’den rivayet edilen sözlerden biri şöyledir; “Allah dostları, yüzleri uykusuzluktan sapsarı, ağlamaktan gözlerinin feri gitmiş, açlıktan karnı sırtına yapışmış, susuzluktan dudakları kurumuş kimselerdir.”

Saîd bin Cübeyr’den rivayet edilir ki:
Hz. Peygamber s.a.v.’e “Allah dostları kimlerdir?” diye sorulunca şöyle cevap vermiştir: “Onlar görüldükleri zaman Allah’ın hatırlandığı kişilerdir.” Yani Allah’ın özelliklerini, Allah’a karşı olan saygılarını, itminanlarını övdüğü kişilerdir. Bu tıpkı “onların nişanları, yüzlerindeki secde izidir.” (el-Feth, 48/29) âyetinde anlatıldığı gibidir.

Büyüklerden birisi şöyle der: “Velilerin alâmeti, himmetlerinin Allah’la beraber, meşguliyetlerinin Allah’la ve kaçışlarının Allah’a olmasıdır. Sahiplerini müşahedede bakî; kendi hallerinde fâni olurlar. Böylece velayet nurları onların üzerine yağar da yağar. Kendi nefislerinden hiç haberleri olmaz, Allah’tan başka bir varlıkta da kararları kalmaz. Onlar, birbirlerini sırf Allah için sevenlerdir.

Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz Allah’ın öyle kullan vardır ki peygamber ve şehit olmadıkları halde kıyamet gününde Allah katındaki mevkilerinden dolayı peygamberler ve şehitler onlara imrenir.”
Sahabiler:
“Yâ Rasûlallah, onlar kimdir? Onların amelleri nedir? Belki onları biz de severiz.” dediler.
Efendimiz şöyle buyurdu:
“Onlar aralarında akrabalık bağı bulunmadığı ve alıp verdikleri malları olmadığı halde birbirlerini sırf Allah için severler. Allah’a yemin ederim ki onların yüzü nurdur, nurdan minberler üzerinde bulunacaklardır. İnsanlar korktuğu zaman onlar korkmazlar, insanlar üzülürken onlar üzülmezler.”
(54, Suyuti ed-dürril mensur IV 370-371, 55,Müsned V343)

Hz. Peygamber s.a.v’in: “Peygamberler onlara imrenir” sözü, temsil yoluyla onların hallerinin güzelliğini tasvirdir.
El-Kevâşıâ der ki: “Bu ifâde mübalâğadır ve şöyle anlaşılmalıdır: “Bu özellikte bir topluluğun var olduğu farz edilseydi onlar bu kimseler olurdu. Yoksa peygamber olmayan bir kimsenin peygamber mertebesine ulaşması mümkün değildir.”

Fenârî’nin Tefsiru’l-Fâtiha’sında şöyle denilir:
“Peygamberler, Allah’ın kendilerini mahlûkât için şefkat hissi ile yarattığı ümmetleri adına endişelenip korkarlar. Kıyamet günü: “Allah’ım kurtar, kurtar!” derler. Ümmetleri için son derece büyük bir korkuya kapılırlar. Ümmetler de kendileri için korkuya düşerler. Kendilerinden emin olanlara gelince içinde bulundukları bu emin durumdan dolayı peygamberler onlara gıpta eder. Çünkü onlar her ne kadar kendileri için emin iseler de ümmetleri için korku duymaktadırlar.”

Fakir (Bursevî) der ki: “Bu bölümü yazmayı bitirdiğim sırada hatırıma başka bir izah daha geldi: Mezkûr hadis, Allah için sevmek konusunu anlatmaktadır. Muhabbet (Allah’ın habîbi olmak) da diğer peygamberler ve veliler arasında sadece Hz. Peygamber s.a.v.’e has bir makamdır. Bu ma-kam O’nun s.a.v. getirdiği hakikatlere vâris olanlar arasında da kâmil insanların çıkabilmesine zıt düşmez. Çünkü tabî olanların kemâli, tabî oldukları zâtın kemâline bağlıdır. Bu bakımdan Hz. Peygamberin vârislerinin de bu makama ulaşması ve bu sayede bazı peygamberlerin bu zâtlara imrenmesi, caiz şeylerdendir.”

Şöyle bir hadis vârid olmuştur: “Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğulları’nın peygamberleri gibidir.” Böyle olmaları o peygamberlerin mertebesine ulaşmış olmalarını ve mutlak mânâda onlardan üstün tutulmala¬rını gerektirmez. Şurası kesindir ki, üstün olan bir kimse, başka bir yön¬den başkasından aşağı olabilir. Bunun aksi de geçerlidir. Görmez misin ki Hz. Peygamber s.a.v. “Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz.” Buyurmuştur. Marifet derecelerinin sonu yoktur. Her şeyin sonu ancak Allah’a varır.”
(Acluni II 83 Müslim Fedail 140)

Bayezid k.s. der ki: “Allah’ın velileri gelinler gibidir. Gelinleri de sadece mahremleri görebilir. Mahrem olmayanlar ise göremez. Veliler O’nun katında üns perdesiyle gizlenmişlerdir. Onları hiç kimse ne dünyada ne de âhirette görebilir.”

Sehl k.s. de der ki: “Allah’ın velilerini ancak onlara denk olanlar ya da Allah’ın onlardan kendilerini faydalandırmak istediği kimseler tanıyabilir. Allah onları insanlar tanıyacak kadar tanıtsaydı onlar bu insanların aleyhine bir delil olurdu. Onları tanıdıktan sonra karşı gelenler küfre düşerler, onların emirlerini yerine getirmeyenler de yoldan çıkardı.”

Şeyh Ebü’l-Abbas k.s. şöyle der: “Veliyi tanımak Allah’ı tanımaktan daha zordur. Çünkü Allah Teâlâ, kemali ve cemali ile tanınır. Ama bir mahluk kendisi gibi yiyen, kendisi gibi içen birisini nasıl tanıyabilir? Allah dostlarının zahiri şeriat hükümleriyle müzeyyen, bâtını ise fakr nurlarıyla meşguldür.”

Ruhul beyan Tefsiri – İsmail Hakkı Burevi hz.

Allah dostları’nın türbeleri neden ziyaret edilir ?

”Mü’minler için Allah’tan mağfiret dile, çünkü Allah mağfiret edicidir, merhametlidir.
’‘Sure-i Nur, Âyet 62:

Hadis-i Şerif ; (
“Rasulullah (Sallallâhu aleyhi vesellem) gecenin sonunda Medine-i Münevvere deki Baki kabristanına çıkar ve şöyle derdi: Esselâmu aleykum Ey Mü’minler yurdunun sakinleri! Yarın vaki olacak diye vaadolunan şey sizlere geldi. Sizler, ölüm ile yeniden dirilme arasında bekliyorsunuz. Biz de inşaallah size kavuşacağız. Ey Allah’ım! Baki’ul-Garkad (Cennet’ül Bâki) ahalisine mağfiret eyle.” (Müslim, Cenâiz, 102 (974); Nesâî, Cenâiz, 103)

Beyhaki’nin naklettiği Hadis-i Şerif’te Rasulullah (Sallallahu aleyhi vesellem) efendimiz şöyle buyuruyor: “Dirilerin yemeğe içmeğe ihtiyacından, ölülerin duaya ihtiyacı daha fazladır. Çünkü dua ölü için faydalıdır. Cenabı Hakk Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor
“Onlardan sonra gelenler, Ey Rabbimiz! Bizi ve imanda bizi geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla, derler.” (Sure-i Haşr, Âyet 10)  “Bir kimse ebeveyninin (ana-babasının) veya onlardan birinin cum’a günü kabrini ziyaret edip Yasîn-i Şerif okursa küçük günahları bağışlanır.” (Kenzü’l-îrfan, Hadîs No: 962; İhya’u Ulumi’d-Dîn, Cild 4, Hadîs No: 605)

İkincisi kabir ziyaretindeki amaç ise kendisi için, bilinen büyük zatları vesile ederek Allah’u Teala’ya ihtiyaçlarını arzetmektir.
Sure-i Maide, Âyet 35  :
“Ey Mü’minler Allah’tan korkunuz. O Hakk Celle ve Alâ Hazretlerine yakınlık için vesile arayınız ve onunla da mücahede yolunda çalışınız ki, felah bulasınız (kurtuluşa eresiniz).”

Ugbete’bn-i Gazvân (Radiyallahu anhu)’dan Resûlullah (Sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu ki: “Biriniz herhangi bir yerde yolunuzu, şaşırırsanız bir şeyde yahut yardımcı, muhafaza edici arayıp bulamadığınız zaman, hiç kimsenin size yoldaş, arkadaş olmadığı, nâçar (çaresiz) kaldığınız yerde deyiniz ki: Ey Allah’u Teâlâ’nın has kulları! Beni muhafaza ediniz. Ey Allah’u Teâlâ’nın has kulları! Bana yardım ediniz. Çünkü Allah’u Teâlâ’nın öyle kulları var ki onlara yardıma gelirler, görünmezler.” (Taberani Mu’cem’ul Kebir, Hadis No: 13737; Râmûzu’l-Ehâdîs, Hadîs No: 394)
  

Bu şöyledir; Bir adamın başına bir mühim belâ gelir. Her taraftan ümidi kesilir. Naçar kalır, artık mahvolacağını anlar. İşte o zaman belli bir zatın kabrini ziyaret eder:
“Ey Allah’u Teâlâ’nın sevgili kulu! Allah’u Teâlâ’ya senin sözün geçer kabüldür. Benim için yalvar. Allah’u Teâlâ, benim başımdaki belâyı senin hürmetine kurtarsın. Senin hürmetine beni affetsin,” der.
Biraz sadaka verir, hayrat yapar. İki rek’at Allah için namaz kılar. Hasıl olan sevapları kabir sahibinin ruhuna bağışlar. Belki de bir kurban keser, kurbanı şöyle keser:
- Allah rızası için ve Allah’u Teâlâ için kurban; eti mü’minlere, canı Allah’a, sevabı kabir sahibine diyerek kıbleye çevirir ve “Bismillahi Allah’u Ekber” deyip keser. (Sûre-i Maide, Ayet 4; Sahîh-i Buhâri Tecrîd-i Sarîh, Cild 3, s. 172) Bismillahi Allah’u Ekber deyip kesmedikten sonra Kâbe’nin içinde de kesse yine haramdır.
Vehhabiler kabir ziyaretini inkar ederler. Ziyarette kurban kesmek küfürdür derler. Eski putperestler gibi kurbanı kabirden tarafa dönderip kabir sahibinin ismine bıçak çalınırsa haram olur. Elhamdülillah bu millet müslümandır, bunu okuma yazma bilmeyen bir insan dahi bilir. Herkes kurbanını kıbleye çevirerek “Bismillahi Allahu Ekber” der, Allah rızası için keserse niçin haram olsun?
İşte Hadis-i Şerif’te “kabir ehlinden yardım isteyiniz,” dediği budur.

Cenâb-ı Hakk: “Allâmül Guyuptur” yani herkesin niyetini bilir, muradını verir.
Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) hastaya okuduğunda: “Allah’ın yardımı ve izni ile bizim toprağımız bazımızın tükrüğü ile şifa bulur,” (Zübdetü’l-Buhari, Hadîs No: 1301) buyurdu.
Bu Hadis-i Şerif’e göre, Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in benim halifelerim dediği büyük zatların hayattayken Kur’an-ı Kerim okuyarak hastaya üfürmesi ve tükürmesi caizdir, şifadır. Aynı şekilde o zatın vefatından sonra kabirlerine gidilmesi ve orada onları vesile ederek, Allah’u Teala’dan şifa istemesi ve oradan toprak alarak rahatsız olduğu yerlerine ilaç gibi sürmesinde bir mahsur yoktur.

Hasan (Radiyallahu anhu)‘dan Resûl-i Ekrem (Sallallahu aleyhi vesellem) dedi ki:
“Allah‘u Teâlâ‘nın rahmeti benim halifelerime olsun. (Sahabe-i Kiram): Ya Resûlullah! Senin halifelerin kimlerdir? dediklerine buyurdu ki: Sünnetimi ihya eder ve nâsa da öğretirler.” (Muhtarü’l-Ehâdîsîn Nebeviyye, Hadîs No: 250, s. 186. Râmûzu’l-Ehâdis, Hadîs No: 3633)


Hadis-i Şerif:
“Ashabımdan herhangi biri bir yerde ölürse, o kıyamette öldüğü yerin ehline şefaat edecektir.” (Râmûz-ul Ehâdîs, Hadîs No: 5535; 2159; Kütüb-i Sitte, Cild 12, Hadîs No: 4367)
 Oranın halkı kabrini ziyaret eder, o da Allah’u Teâlâ’ya “bunlar benim kabrimde taş topraktan başka hiç bir şey görmüyordu. Geldi beni ziyaret etti, bunun imanına şahidim” der, şefaat eder.
“Her sey için bir sebeb vardır.” (Sure-i Kehf, Ayet 84) Allah’la senin arana sebebte odur. Düşünürsen her şeyi yapan, yaptıran yine Allah’u Teâlâ’dır.
Sure-i Bakara, Âyet 25.
“Allah’u Teâlâ’ya karşı kimse kimseye şefaat edemez, Yalnız Allah’u Teâlâ’nın izin verdiği kimseler şefaat eder. 
Hz. Osman (Radiyallahu anhu)’dan Resûlullah (Sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu: “Kıyamet gününde en evvel şefaat eden Peygamberlerdir, sonra ulemalardır, sonra şehidlerdir.” (Muhtar’ül Ehâdîsîn Nebeviyye, Hadîs No: 1392, s. 642; Kenzü’l-İrfan, Hadîs No: 327, 331 ) 
İbn-i Abbas (Radiyallahu anhumâ)’dan Resûlulah (Sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu ki:
“Alim ve abidler sırat köprüsüne geldikleri zaman abide:
- Haydi yaptığın ibadetlerin karşılığı olarak cennete gir ve nimetleriyle nimetlen, denilir. Alime de denilir ki:
- Sen burada dur, sevdiğin kimselere şefaat et. (onlar senden dünya da iken şefaat umarlardı). Çünkü senin şefaatın büyüktür. Kime şefaat edersen şefaatın kabul edilecek ve bu şekilde onlar peygamber makamında olacaklardır.” (Ramuzul-Ehadis, Hadis No: 258)

Alimleri sağlığında veya vefat edince kabrini ziyaret etmek Allah’u Teala’ya olan sevgiden dolayıdır.
Ümmü Seleme (Radiyallahu anhâ) rivâyeti ile Resûlulah (Sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu ki: “Her kim alimi severse beni sevdi. Beni seven Allah’u Teâlâ’yı sevdi (yeri cennettir).” (Taberani Mu’cem’ul Kebir, Hadis No: 19343)

Ebû Hüreyre (Radiyallahu Anhu)’dan Resûlullah (Sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu ki: “Şüpesiz Allah bir kulu sevdiği vakit Cebrail’i çağırır ben felanı seviyorum onu sende sev der. Bunun üzerine semada aynı şekilde nida edilir. Sonra yer ehline de onun sevgisi indirilir. Yer ehli de o kimseyi sevmeye başlarlar. Bu olayı şu ayet ifade etmektedir:
- İman edip salih amel işleyenleri, Rahman olan Allah sevgili kılacaktır. (Sure-i Maide, Ayet, 96)
- Allah bir kula buğz ettiği zaman da Cebrail’e ben felana buğz ettim sende ona buğz et der ve aynı şekilde bu semada da nida edilir ve sema ehlide o kimseye buğz ederler. Sonra yer ehline o kimsenin buğzu indirilir. Artık yer ehli de o kimseyi sevmezler.” (Sahihi Buhari, Hadis No: 5580; Sünen-i Tirmizi, Hadis No: 3085; Ahmed Bin Hanbel, Müsned, Hadis No: 8144, 10206)

Enes İbn-i Mâlik (Radiyallahu anhu)’dan rivayetle Resûl-i Ekrem (Sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz buyurdu ki:
“Şeyhlere tazim ve hürmet edin. Çünkü şeyhlere yapılan Allah’u Teâlâya’dır, Her kim şeyhlere tazim ve hürmet etmezse benden değildir.” (Râmûzu’l-Ehâdîs, Hadîs No: 3043; Muhtar’ül Ehâdîsîn Nebeviyye, Hadîs No: 222, s. 174) 
Mezhebimizin itikadına göre kabir ehli, ziyaretine gelenleri aynen sağlığındaki gibi görürler ve tanırlar. Yarın mahşerde şahitlik ederler. Bu adam mü’mindir, ben şahidim, benim kabrimi ziyarete geldi, mü’min olmasa gelmezdi, der. Halbuki benim kabrimde taştan, topraktan başka bir şey görülmüyordu. Maneviyatta Allah’u Teâlâ’ya olan imanının kuvveti ile geldi, ben şahidim. Bu adam mü’mindir, diyerek şahitlik eder, kurtarır.

Ebu Saîd’il Hudri (Radiyallahu anhu) rivâyet eder, Resûlullah (Sallallahu aleyhi vesellem) “Bir ölü kim onu yıkadı bilir, kim onu kefene sardı bilir ve kim onu kabre koydu, onu da bilir,” (Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir, Hadis No: 7651; Râmûzu’l-Ehâdîs, Hadîs No:1486) buyurmuştur.

Hadîs-i Şerif:

“Kabirleri ziyaret ediniz. Çünkü kabir ziyareti ahiretinizi andırır (hatırlatır). Ahiret tarafına düşünceniz artar. Varacağınız yeri görünce kalbiniz yumuşar,” demektir. (Süneni İbn-i Mace, Hadis No: 1558; Kenzü’l-İrfan, Hadîs No: 963; Sünen-i Tirmizî, Cild 2, Hadîs No: 1060)

Günümüzde ehl-i sünnet görüşünün dışında olan bazı batıl mezhepler, özellikle de Vahhabiler; müslümanlara, çok rahat bir şekilde en basit bir olayda dahi sen şunu yaptın şirktesin, bunu yaptın şirktesin, küfre girdin gibi sözler söylemektedirler. Mesela: Kabir ziyaretini inkar ederler ve bunu yapanlarında da şirke düşdüklerini söylerler. Hatta Ravza-i Mutahhara da Rasululullah (Sallallahu aleyhi vesellem) Efendimizin kabrine dönerek dua edecek olsan dahi bu yaptığın şirktir diyerek müdahale ederler ve bunu kesinlikle yaptırmazlar. Hacc Mekke şehrinde yapıldığı halde Ravza-ı Mutahharayı hacılar ne için ziyaret eder? Bu müslümanların hepsi şirke mi giriyor? Burayı ziyaret eden müslümanların amacı Rasulullah (Sallallahu aleyhi vesellem) efendimizin mübarek kabrini ziyaret etmek değil mi? Kabirleri, türbeleri ziyaret etmek şirkse bu müslümanların hepsi haşa şirke mi düşüyor?
Yukarıda geçen bir çok Hadis-i Şerif kabir ziyaretini yapmayı emredip büyük mükafatının olduğunu söylüyor. Ehl-i sünnet alimleride bu sebepten kabir ziyaretinin yapılmasında “hiç bir mahzuru yoktur” diye fetva vermişlerdir. Ehl-i sünnet inancına göre bu müslümanlar şirke girmeyip küfür üzere de olmadığına göre, o zaman bu sözü söyleyen vahhabilerin kendileri aşağıdaki Hadis-i Şerife gore açık bir şekilde kafir oluyorlar.

İbni Ömer (Radıyallahu anhumâ)’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu:
“Bir adam din kardeşine, ey kâfir derse, bu söz ikisinden birine döner. Eğer böyle denilen kişi söylenildiği gibi ise söz doğrudur; söz yerini bulmuş olur. Aksi takdirde bu sözü söyleyen kimse kafir olur.” (Buhârî, Edeb 73; Müslim, Îmân 111. Ayrıca bk. Tirmizî, Îmân 16)

Hz. Amr bin As (r.a.) – Makam

Karaköy’de yer altı camiindedir. Rıhtıma çok yakın.

Tam ismi AMr b. el-As b.Vail es-Sehmş el-Kureyşidir.Künyesi ebu Abdullahtır. Sahabe oğludur , annesi sonradan müslüman olmuştur.663 yılında Mekke doğmuştur.

Sahabenin büyüklerinden ve Arap dahilerindendir.Amr bin As hz. İslam tarihinde cesareti ile nam salmış ömrü fetihler ve gaza meydanlarında geçmiş dirayetli bir kumandan ve devlet adamı olarak bilinmektedir.

Müctehid idi. Daima kKur’an okurdu. Kendisinden 700 kadar hadis-i şerif rivayet edilmiştir.Onun güzel sözlerinde biri şöyledir; ” Allah korkusuyla dökülen bir damla göz aşı , bin filori vermekten daha kıymetlidir bana.”

Amr bin As hz. bir rivayete göre ;90 bir rivayete göre hicretin 65. yılı 72 yaşında Mısır’da vefat etmiştir.Bugun Mısır’da  Camiisi ve türbesi vardır.Kabri şerifi Mısır dadır.

Karaköy Yer altı camiinde bulunan mekanı ise olsa olsa Amr bin as hz.’nin makamıdır.. Bu cami Galata’da Cenevizlilerden kalma bir mehzendir.Fetihten sonra burası cami haline getirilmiş ve Yer Altı camii diye meşhur olmuştur.

Galata Fatihleri eşhas
Kurlunlu mahzen sizlere has
Ya Abdullah bin Amr bin As
Şefaat ir gör bizi

Kaynaklar :
İstanbul’da Bulunan Ashab-ı Kiram kabir ve makamları ; Cafer E. Babadağlı ; Sarayburnu Kitaplığı
İstanbul ve Anadolu Evliyaları ; Mustafa Necati Bursalı , Şifa Yayınevi
İstanbul ve Anadolu evliyaları ; Pamuk yayınları

Hz. Vehb Bin Huşeyre (r.a.)

İstanbul – Karaköy’de yer altı camiindedir. Rıhtıma çok yakın.

Vehb İbn-i Huşeyre hz. bir rivayete göre Eyüp sultan hz ile beraber İstanbul’un fethine gelen ve şehit düşen 27 sahabeden biridir.Hakkında kaynaklarda herhangi bir bilgi yoktur.

Rivayete göre ; Vehb İbn-i Huşeyre hz’i , Süfyan b. Üyeyne hz ile birlikte şehid düştükeri bu yerde defnedilip kapı kilitleri de eritilimiş kurşunla kapatılmıştır.

1752 senesinde Şam’dan İstanbul’a ziyarete gelen Şeyh Murad Efendizade Şeyh Mehmed Efendi,Galata’ya geliğ, daha önce babasının keşfen tespit etmiş olduğu mekanın faziletini saltanat makamına bildirmiştir. Bu işaret üzerine Köse lakabıyla tanınan Sadrazam Mustafa Bahir Paşa 1752 – 1756 yılları arasında bu mekanı elden geçirerek kısa zaman içinde namaz kılınacak hale getirmiştir ve bir de vakfiye düzenlemiştir.

Vehb İbn-i Huşeyre hz’nin makamı, Galata’da Cenevizlilerden kalma bir mahzendir.Fetihten sonra burası cami haline getirilmiştir ki ”Yer altı camii” diye meşhur olmuştur.

Bais oldun nice hayra,
Bizi muhtaç etme gayre.
Dahilek ya Veheb bin Huşeyre,
Şefaate ir gör bizi

Kaynaklar;
İstanbul’da Bulunan Ashab-ı Kiram kabir ve makamları ; Cafer E. Babadağlı ; Sarayburnu Kitaplığı
İstanbul ve Anadolu evliyaları ; Pamuk yayınları

 

Mencek Baba (k.s.)

Tarsus’da Ulucamii’nin 2 dk uzaklığında Türkistan cad no 35′de. Sayman caddesi ile Türkistan caddesinin kesiştiği noktada

14. yy’da Türk- İslam ahlakını yaymak için gelen alperenlerdendir. Ramazanoğullarının bu havalide egemen olmalarından önce bölgeye gelen, Üçok koluna mensup Varsak Türkmenlerindendir. Mencek Baba kurduğu tekkesiyle ilim, irfan yayarken yolcu, fakir ve kimsesizlere de kol kanat germiştir.

Nakşibendi Tarikatı Şeyhlerindendir. Türbesinin kapısındaki tamir kitabesinden anlaşıldığına göre Hacı Mustafa efendi adında bir oğlu vardır.

Vakfiye sendinden yola çıkılarak bulunan tarihe göre 1379 yılında Tarsus’da vefat etmiştir. Kayıtlara göre Mencek Baba Türbesinin yanında bir de Zaviye* binası vardır. Mencek Baba zaviyesi yüzyıllar boyunca Orta Asya’dan ( Türkmenistan – Semerkand – Duşenbe – Buhara – Hive – Belh vb.) Anadolu’ya göçen dervişlerin iskan edilmeleri, ticaret erbabı , gazi ve seyyahların barınmalarını temin etmiştir. Türkistandan göç edip gelenler ilkin zaviyeye komşu olmak maksadıyla zaviyenin yakın çevresine yerleşmiş ve zaman içerisinde bir mahalle teşekkül etmiştir , şimdiki Mencek Baba Türbesinin bulunduğu Tekke mahallesi ismini buradan almaktadır.

Mencek Baba zaviyesi vakıf olarak hükmi şahsiyetini 1909 yılına kadar sürdürmüştür.Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasından sonra vakıflar idaresince mülkiyeti özel kişilere satılmış, zamanla zaviye binası ortadan kaybolmuştur. Türbesinin bulunduğu yerin ortaya çıkması ise 1996 yılında Tarsus Belediyesi tarafından gerçekleşmiştir.

*Zaviye : Herhangi bir tarikata mensup dervişlerin, bir şeyhin idaresinde topluca yaşadıkları ve geçen yolculara bedava yiyecek ve yatacak yer sağlayan şehir merkezinde veya yol güzergahı üzerindeki bina veya binalar topluluğu
Kaynak ; Çukurovanın Manevi sultanları ; Kazım Temir

Muhammed Nurettin (k.s.)

Tarsus’da . Şehir merkezinden , Adana’ya doğru çıkarken Adan Bulvarı ile Ayhan Bozpınar caddesinin kesiştiği noktada. Tarsus’daki tek alış veriş merkezi olan Tarsu’nun hemen arkasında

Tarsus ilçesi Demirkapı’da kubbeli bir türbe içinde medfun olup, H. 761 yılında Tarsus’un fethinde şehit düşmüştür.

Kaynak ; Çukurovanın Manevi sultanları ; Kazım Temir

 

Hz. Bilal-i Habeşi (r.a.) – Makam

Mersin – Tarsus’da Ulu cami’nin hemen arka sokağında 3409 sokak ile 3416 sokağın birleştiği noktada Bilal-i Habeşi mescidi..

Bilal-i Habeşi (r.a.) Mekke’de Cumah oğulları ailesi içinde doğmuştur. Babasının adı Rebah, annesinin adı ise Hamame’dir. Bilal (r.a.), Beni Cumah’a ait bir köle idi. Uzun boylu, simsiyah tenli, zayıf bedenli , gövdesi öne eğik,(kamburca) çok gür saçlı idi. Ömrünün sonlarına doğru saçlarının çoğu beyazlamıştı.Peygamber (s.a.v.)’ın halkı İslamiyet’e gizlice davete başladığı ilk zamanlarda müslüman oldu. Müslümanlığa çok bağlı, temiz kalpli bir zat idi. Müslüman olduğunu ilk açıklayan yedi müslümandan birisiydi. Allahü Teala’nın dini için en çok işkençe çekenlerdendir. Hatta denir ki, işkenceye tabi tutlanlar arasında sadece Bilal-i Habeşi müşriklerin istedikleri şeyleri söylemedi. O, siyahi bir köle değil, ashabın ileri gelenlerinden ve İslam devletinin yönetiminde söz sahibi olan müminlerden biriydi. Hz. Bilal-i Habeşi’ye kızgın çöller üzerinde dininden döndürmek için taşlarla işkence yapan kafir Ümeyye Bin Halef’ti. Bedir savaşında sahabeler tarafından öldürüldü. Müezzinlerin piri olan Hz. Bilal-i Habeşi peygamberimizin vefatından sonra Medine’yi terk etmiştir. Ancak Hz. Ebubekir (r.a.) ‘ın ricası üzerine orada kalmış; onun vefatından sonra Hz. Ömer(r.a.) ‘den izin alarak Şam’a gitmiştir. Suriye’nin fethi sırasında Ebu Ubeyde (r.a.) ‘nın yanında bulunmuştur.

Hz. Bilal-i Habeşi (r.a.), vefatı yaklaşınca, ölümün ızdırabını, sevgililerine kavuşmasındaki zevk ile mezcetmiş; ömrünün son anlarında onun hastalığını gören zevcesi, teessüründen ” ah ne acı ” dedikçe, Bilal : ” Oh! ne tatlı!” diyor ve ekliyordu; ” Yarın sevgililerle, Muhammed ve arkdaşlarıyla buluşacağım ” diyordu. Hz. Bilal (r.a.) , Hicretin 27. yılında altmış yaşlarında iken vefat etti. Dimaşk’ın Babü’s-Sağir tarafına defn olundu.

Tarsus’da makamının bulunması ise şöyle rivayet edilmektedir;

Hz. Ömer(r.a.) zamanında feth edilen yerleri ziyaret eden Hz. Bial-i Habeşi (r.a.) Tarsus’a gelmiş ve burada ” Kırk Kaşık” denilen yere yakın yani şimdiki makamının bulunduğu yerdeki misafirhanede 18 ( Bir rivayete göre 21) gün kalmıştır. Daha sonra bu misafirhane mescide çevrilmiştir ve yanına kuyu yapılmıştır. Halk arasında bu kuyunun şifalı olduğu söylenmektedir. Gerçekten Tarsus, tam olarak Müslümanların eline Abbasiler döneminde geçse bile ondan önce Hicretin 15. yulında Hz. Ömer (r.a.) zamanında İslam orduları Tarsus yakınlarına kadar gelmiş, hatta buraları feth etmiştir. Şam tarafına fetihle görevlendirilen Ebu Ubeyde Bin Cerrah ve Halid İbn-i Velid (r.a.)’in kumandanlıklarındaki İslam Ordusu , CEyhan Nehri’nin membaı tarafından bu havaliye gelmişler ve Misis Kalesini almışlardır. Ayrıca Habib bin Mesleme ile Muaviye b. Ebu Süfyan kumandanlıklarındaki diğer İslam ordusu, İskenderun ve Payas’ı fethederek Anvarıza kalesini ve Anavarıza’yı daİslam topraklarına katmışlardır.(Adana Salnamesi) Bu endenle Hz. Bilal’in Tarsus’a kadar geldiğine şüphe yoktur. Hz. Bilal-i Habeşi’nin bu mukaddes yeri ziyaretten dolayı o dönemdeki misafirhanenin mescide dönüştürülmesi ve buraya temsili kabir yapılması makam olduğunun göstergesidir.

Kaynak ; İbn Sa’d , Tabakat , III , 238-239

İbnü’l- Esir , Üsdü’l- Gabe , I, 209