Bostancı Hacı Ali Efendi Hazretleri

 

Çorum Kabristanında Şeyh ebu Bekir Sıddıki Çorumi hazretleri’nin yanında

Rufai Şeyhi Ebubekir Sıddki çorum-i nin halifesi

Bostancı Hacı Ali Haydar Efendi, 1888 yılında Gürcistan’ın Ahıska kentinde dünyaya gelmiştir. Babasının adı Mustak, annesinin adı da Güleser’dir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Rusların tüm Kafkasya’yı ele geçirmesi üzerine ailece, önce Erzurum’a, sonra Çorum’a göç etmişlerdir.

Çorum’da 1924 yılında Bekir Baba’nın tavassutuyla Makbule Hanımla evlenmiş ve buraya yerleşmişlerdir. Bu evlilikten Gülüzar ve Zehra adında iki kızı, Şükrü ve Ali Rıza adında iki oğlu dünyaya gelmiştir. Kızı Gülüzar 1932 yılında Hacı Ali Zöngür’ün sağlığında, altı yaşındayken vefat etmiştir. Mezar taşında bile adı, Hacı Ali Haydar Efendi olarak geçmesine rağmen nüfusta Ali Zöngür olarak kayıtlıdır.

Hacı Ali Efendi, at üstünde sert ve heybetli duruşuyla dikkat çekiyordu. Ciddi ve sert mizaçlıydı. Çorum’a geldiğinde tasavvuf ve tarikata ilgi duymaya başladı. Bir ara İstanbul’a gitti ve orada Esat Efendi’nin sohbetlerine katıldı. Esat Efendi ona çok ilgi gösterdiyse de Ali Efendi, Çorum’a dönmekte kararlıydı. Çorum’da da Nakşibendi tarikatının Halidiyye koluna mensup, Çerkez Şeyhi diye maruf Hacı Ömer Lütfi Efendi’nin sohbetlerine katıldı. O sert ve haşin tavırlarında değişiklikler belirdi ise de onun nasibi, bu dergahta değildi.

Yıllar önce Hacı Bekir Baba, Ali Haydar Efendi’nin geleceğine dair işareti almıştı. Hatta Ahıska’dan geleceğini de biliyordu. Ömrünün son beş yılına gireceği sırada bu olayın gerçekleşeceğinden de ilham yoluyla haberdar olmuştu. Sonunda Ali Haydar Efendi geldi ama Hacı Bekir Baba’nın dergahına değil de Çerkez Şeyhi’nin kapısına gitti.

Aradan çok süre geçmeden Hacı Ali Efendi, Bekir Babayı rüyasında görüyor; ayağına zincir takıp Çerkez Şeyhinin kapısından sürükleyerek Abdibey Cami yanındaki Rıfai Tekkesi’ne çekiyor. Uyandığında durumu Çerkez Şeyhi’ne anlatıyor. Zincirin izlerini göstererek acısının hala devam ettiğini söylüyor. Bunun üzerine şeyhi ona “Evladım, seni Kara Şeyh (Bekir Baba) istiyor. Ona teslim ol. Haydi git, seni bekliyor.”diyerek nasibinin olduğu yöne sevk ediyor.

Çerkez Şeyhi’nin tavsiyesine uyan Hacı Ali Haydar Efendi, Rıfai Tekkesi’nin yolunu tutuyor. Oraya vardığında Bekir Baba, ona kapıda “Evladım Ali Efendi, bizi, en sonunda kendini sürükleterek kapımıza
getirmek zorunda bıraktın.”diye latife ederek karşılıyor. Bekir Baba, her müridiyle yakından ilgilenirdi ama Ali Haydar Efendi’nin yetişmesine daha özen göstermişti. Her makamda gerekli dersleri takip eder, bütün makamları kısa sürede aşması için ona yol gösterirdi. Sonunda onu halifelik makamına kadar getirdi.

Bekir Baba’nın yanında yetişen bir halifesi daha vardı. Aslen Bayburtlu olan Mustafa Sıkı da onun gözde müritlerindendi. 1924 yılında Bekir Baba’ya intisap etmiş, şeyhinin vefatından sonra Hacı Ali Efendi’nin sohbet ve zikir halkasına devam etmiştir. Bundan da anlaşılacağı üzere Bekir Baba’dan sonra Rıfai Dergahının şeyhi, 1928 yılından itibaren Ali Baba olmuştur.

Ebubekir Efendi’nin son dönemlerinde Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasına dair kanun gereğince tekkeler kapatıldığı için Ali Haydar Efendi, tarikat faaliyetlerini ve irşat hizmetlerini açıktan yapamıyordu. Kendisinin bir hazır elbiseci dükkanı vardı. Zaman zaman eline birkaç ceket alıp köy köy, kasaba kasaba dolaşıyordu. İnsanlara islamı, imanı, ahlakı, ibadeti anlatıyordu. Elindeki malların satılıp satılmadığıyla hiç ilgilenmiyordu.

Sonra seyyar satıcılıktan vazgeçerek hizmetini Çorum’da yürütmeye karar veren Ali Haydar Efendi, şehrin dışında, Gürcü Köyü’nde bir bostan tarlası ekerek orada ikamet etmeye başladı. Müritleri, dostları ve onu arzulayanlar bostan tarlasındaki gümelesinde ziyaretine gelirlerdi. Çok zaman kavun, karpuz ve sebzeler arasında dolaşarak sohbet ve irşat ederdi. Böylelikle dikkatlerden uzak durmaya özen gösterirdi. Faaliyetlerini yılın ekseriyetinde tarlada yürüttüğü için kendisine Bostancı Hacı Ali Efendi derlerdi. Onun buradan da para kazanmak gibi bir arzusu yoktu. Yetiştirdiklerini ziyaretçilerine ve misafirlerine ikram ederdi.

Bir sene Kuyumcu Köyü’nde bir tarlaya karpuz ekmişti. Şiddetli bir yağmur sonucu tarlayı sel basmış. O, bunu “Allah, sevdiği kuluyla alışveriş yapar.”diyerek tevekkülle karşılamış. Sel suları çekildikten sonra tarla tekrar yeşermiş. O yıl öyle karpuz olmuş ki yemekle, taşımakla bitirilememiş.

Ali Efendi, müritlerinin hepsiyle yakından ilgilenirdi. Kendisinden sonra Allah’ın izniyle görev verilmesi muhtemel olanlarla daha yakından ilgilendiği bilinirdi. Kendinden sonra halife olacağını ilan ettiği Hacı Mustafa Anaç Efendi, İstanbul’dan gelen bir müridini, merhum üstadı Bostancı Ali Efendi’nin dergahına götürdü. Hanesinde uzun bir odası ve hilal şeklinde alemi olan bir sancağı vardı. Sağlığında zikir halkası orada kurulurmuş. Mustafa Anaç Efendi, dervişe şöyle der: “Bak evladım, üstadımız bu odada kalırdı. Alnını bu hilalli sancağa koyarak uyurdu. Ayaklarını uzatarak uyuduğunu hiç hatırlamıyorum. Onların bu takvası yanında ben, şeyhim demekten haya ediyorum.”

Bostancı Ali Efendi, 1928 yılından 1957 yılında vefatına kadar yaklaşık otuz yıl Rıfai tarikatının manevi yükünü taşıdı. Müritleriyle yakın sohbet halindeydi. Güç şartlar altında gizli gizli zikir halakaları teşkil ediyor, burhanlar gösteriyordu. Yatağında rahat uyuduğu vaki değildi. Samimi, ihlaslı bir dervişti, şeyhti.

Bostancı Hacı Ali Efendi, vefatından birkaç yıl önce Hacı Mustafa Anaç Efendi’ye halifelik vermişti. Ancak bu durum, dervişler huzurunda ilan edilmemişti. Şeyh Efendi, vefatına yakın bir dönemde Hacı Mustafa Efendi’den, hılafet verildiğine şahit olmaları için birkaç dervişi davet etmesini istedi. Hacı Mustafa Efendi de birkaç kişi davet etmesine rağmen yüze yakın derviş, Ali Efendi’nin dergah gibi kullandığı evinde toplandı.Ali Efendi, dervişlere hitaben, ömrünün sonuna yaklaştığını ifade ettikten sonra Hacı Mustafa Anaç Efendi’yi kendinden sonra halife tayin ettiğini açıkladı. Herkesin ona biat etmesini, ihtilafa düşmemelerini söyledi. Sonra Hacı Mustafa Efendi’ye görevinin ağırlığını hatırlattı: “Evladım, dervişlik bakır leblebi gibidir. Onu yutmasını bileceksin. Dervişlerde hata aramayacaksın. Zira dervişlik, ince ve zor bir yoldur. Ahir zaman şartlarının güçlüğü de eklenirse bu mertebeye ermek pek kolay değildir. Sabır, gayret, azim ve sebatla yoluna devam edeceksin. Senden beklenen budur.”

Bostancı Hacı Ali Efendi, bundan birkaç ay sonra 4 Şubat 1957 yılında Hakk’ın rahmetine kavuştu. Cenazesi, Ulu Cami’de kılınan namazdan sonra kalabalık bir cemaatin iştirakiyle Ulu Mezar’a kaldırıldı.
Orada şeyhi Bekir Baba’nın yanına defnedildi. Eşi Makbule Hanım da aynı yılın Kasım ayında vefat etti. Oğullarının kabirleri de babalarının yanındadır.

 

Ebubekir-i Sıddıki Çorumi (ks.)

Çorum kabristanında Sahabe’den Maruf Dede’nin yanında

Rufai Şeyhi

Ebubekir-i Sıddıki Çorumi Hazretleri (ö.1929), Gürcistan’ın Ahıska vilayetinde dünyaya gelir. Küçük yaşta Kur-an’ı Kerim’i hıfz eder. Hem hafız, hem de sesinin güzel olmasından dolayı, kendisini yetiştiren hoca efendinin tavsiyesi ile önce Samsun’a sonra da İstanbul’a gider.

İstanbul’da Aziz Mahmud Hüdai Dergâhına giderek dergâhın o dönemdeki Mürşid-i Kâmili Mehmet Ruşen Hilmi Hazretlerine intisap eder . Mehmet Ruşen Hilmi Hazretleri, Ebubekir-i Sıddık-i Çorum-i ‘hazretlerine ;

─ Evladım, sen tavlacılık yapacaksın, der. O zamanlarda tavlacı, atları besleyen, tımarlayan ve bakımını yapan kişilere denilirdi. Yedi yıl üstadının vermiş olduğu bu hizmeti sürdürür. Bunun yanı sıra günlük derslerini çeker, haftalık sohbetlerine devam eder, büyük bir ihlas ve samimiyetle bu yola olan bağlılığını gösterir. Sonunda üstadı kendisine,

─ Gel evladım Ebubekir, sana seyahat göründü, der. Yanına yol arkadaşı olarak Sanemerli Hacı Ahmet Baba ismindeki zatı verir Onunla beraber seyahat edeceklerini söyler. Üstadı Mehmet Ruşen Hilmi Hazretleri, Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretlerine elindeki postu göstererek

─Evladım üzerindeki gömleği çıkart. Bundan sonra senin gömleğin bu posttur, der. Postu ortasından deler ve gömlek gibi başından geçirir. Ardından sözlerine şöyle devam eder;

─Bu post senin hem yatacak yerin hem de seccadendir. Bununla seyahat edeceksin. Zekât almayacaksın, sadaka kabul etmeyeceksin, fitre almayacaksın. Allah’ı seven bunları almaz. Çünkü bunlar fakirlerin hakkıdır. Sen hafızsın, manen zenginsin. Yiyecek hiçbir şey bulmazsan, üç gün aç duracaksın. Ondan sonra “Şeyhenlillah, benim karnımı doyurun”, diyeceksin. Seyahatini yaya olarak yapacaksın. Yoldan vasıta ile geçenler, vasıtalarına “buyur ederlerse” bineceksin. Kimsede kusur ve kabahat ararsan, kendi nefsine bak. Nefsini sigaya çek evladım. Allah işini rast getirsin, der ve gönderir.

Şeyhi ile helalleşen Ebubekir-i Sıddıki Çorumi Hazretleri arkadaşı Sanemerli Hacı Ahmet Baba ile birlikte uzun ve yorucu yolculuğuna başlar ve çeşitli şehirleri gezerler. Seyahatleri esnasında vardıkları bir şehirde üç gün ikamet ederler. Fakat ne hikmettir ki, üç gün boyunca onlara, “Kimsiniz? Necisiniz?”, diye soran olmaz. Bir lokma ekmek dahi vermezler. Onlar da seyahat adabından olduğu için isteyemezler. Üçüncü günün sonunda, tam şehirden çıkarlarken, bir fırının önüne gelirler. Kendi aralarında konuşurlar. ─Şu fırıncıya durumumuzu söyleyelim. Bize bir tane ekmek versin, der ve içeri girerler. Fırıncıya durumlarını izah ederler. Fırıncı da kendilerine,
─Sapasağlam adamlarsınız, isteyeceğinize çalışsanıza. Bakın, ben sabahtan akşama kadar ateşin karşısında yanıyorum, çalışıyorum. Siz de gelmişsiniz benden bedava ekmek istiyorsunuz. Olmaz öyle şey! Diye öfkelenir.
Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretleri, fırıncıya,
─Efendi! Biz senden bir tane ekmek istedik, sen bize bin tane laf saydın. Sadece “vermem” diyebilirdin. Ayrıca “sabahtan akşama kadar ateşin kendisi bile olmayıp, yalnız sana çarpan sıcaklığının yaktığını söylüyorsun. O ateş nardır ve nuru yakmaz. Allah’ın (cc) izni ile şu gördüğün ateş bize hiçbir şey yapmaz, der. Fırıncı dinler ve ardından, alaylı bir şekilde, ─Demek ateş size bir şey yapamaz, öyle mi? Şu fırına girin de görelim o zaman, diye cevap verir. Ebubekir-i Sıddıki Çorumi Hazretleri ve yol arkadaşı birbirlerine bakar. Ardından Besmele-i Şerife çekip, fırının içine girer ve otururlar. Fırıncı neye uğradığını şaşırır, panik halinde kendini dışarı atar ve bağırmaya başlar.

─Yetişin, fırının içinde adamlar var, yanıyorlar!
Bu arada, Ebubekir-i Sıddıki Çorum-i Hazretleri ve Hacı Ahmet Baba fırının içine oturmuş, pişen ekmekleri dışarıya çıkarmaktadırlar. Halk, dehşetle bunu izlemekte, bir yandan da yalvarıp yakarmaktadır.
─Ne olur, fırının içinden çıkın, yanacaksınız, ne olur çıkın.

Ancak, ne yapıp etseler de fayda etmez, onları çıkaramazlar. En sonunda şehrin kadısı çağrılır. Kadı Efendi, feraset sahibi, alim bir zâttır. Fırının içerisindeki kişilerin boş birileri olmadığını fark edip onlara,

─Şeriat hakkı için dışarı çıkın! deyince, fırının içinden çıkarlar. Çıktıklarında, elbiselerinde ne bir ateş vardır, ne de vücutlarında yanma izi… Sadece üstleri fırının külleri ile kirlenmiştir.
Kadı Efendi, onları alır ve kendi evine götürür. Neden böyle bir şey yaptıklarını sorar. Ebubekir-i Sıddık Çorumi Hazretleri ve arkadaşı, durumlarını Kadı Efendiye izah ederler. Bunun üzerine Kadı Efendi, onların elbiselerini yıkattırır ve onları bırakmak istemez. Onlara güzel bir sofra hazırlattırır. Yemekten sonra yatak hazırlatıp gece ağırlar. Sabah ezanı okunduğunda, kalkarlar. Namazlarını kıldıktan sonra kadıya hitaben,
─Efendim! Artık biz burada durmayalım. Zira halk bizi görürse, büyük bir teveccüh gösterebilir. Bu da nefsimize hoş gelir. Onun için biz gidiyoruz, deyip o şehri terk ederler.

Ebubekir-i Sıddıki Çorumi Hazretleri ve Sanemerli Hacı Ahmet Baba, bu ve buna benzer pek çok hadiseler yaşamış, pek çok şehirler gezmiş, nihayetinde Irak’a geçmişlerdir. Bir müddet Bağdat’ta Abdülkadir Geylani Hazretlerinin türbesinin yanında kalırlar. Daha sonra Irak’ın Basra şehrine gelirler. Seyyit Ahmed-el Kebir-i Rufai Hazretleri’nin kabrini ziyarete gitmek istediklerini, oraya nasıl gideceklerini, oradaki halka sorarlar. Orada bulunanlar da, kendilerine,

─Efendim, siz çok yanlış zamanda gelmişsiniz. Buradan o mübareğin kabrine altı ay aralıklarla kervan gider. İlk kervan yeni gitti. Diğer kervanın gidişini beklemeniz gerek. Ancak, “biz yürüyerek gideceğiz derseniz”, o da çok tehlikeli ve zordur. Orası çok sık ormanlık bir arazidir. O’nun kabrini aslanlar bekler. Sizi parçalarlar, ölürsünüz, derler.

Ebubekir-i Sıddıki Çorumi Hazretleri,

─ Ölürsek, onun yolunda ölelim. Ne olursa olsun gideceğiz. Hasbinalallah veniğmel vekil. Benim vekilim o’dur. O’ndan güzel vekil yok. Mülkün sahibi O,dur, der ve yola koyulurlar.
Sıcak bir bölge olduğu için, yolculuk çok zor ve meşakkatli geçmektedir. Buna rağmen, Ebubekir-i Sıddık-i Çorumi Hazretleri ve yol arkadaşı o mübareğin aşkı ile yanmakta ve hiç durmadan yollarına devam etmektedirler. Epeyce bir zaman gittikten sonra artık takatleri kalmaz. Sıcak bir yandan, açlık bir yandan bastırmıştır. Bir ara yorulur ve dinlenmek için otururlar. Bir müddet dinlendikten sonra, bakarlar ki, bir ağacın kenarında, daha yeni pişmiş sıcacık bir ekmek. Hemen ekmeği alır ve yürümeye devam ederlerken bir anda karşılarında yırtıcı hayvanları görünce içlerine bir korku hâsıl olur ve hemen, “Hıfzıhuma Vehüvel Aliyyül Aziym” deyip, gözlerini yumup otururlar. Kendilerini parçalayacaklar diye beklerken, hayvanlar kuyrukları ile yön gösterir gibi hareketler yaparlar. Ebubekir-i Sıddık Çorumi Hazretleri,

─Hasbünallah Veniğmelvekil! Sen ne güzel vekilsin. Mahlûkatı emrime verdin. Mahlûkat bana selam verdi, der. Ayağa kalkarlar, aslanlar da ayağa kalkar. Ebubekir-i Sıddıki Çorumi Hazretlerini ve arkadaşını, Ahmed-i Kebir-i Rufai (ks) Hazretleri’nin türbesine kadar getirirler.

Ebubekir-i Sıddıki Çorumi (ks) Hazretleri ve arkadaşı türbede üç gün kalırlar. Üç gün sürece, kendilerine tanımadıkları nur yüzlü bir kişi tarafından süt getirilir. Vakitlerini zikir, tefekkür ve ibadet ile geçirirler. Üç gün olduğu halde, halen Ahmed-i Kebir-i Rufai Hazretlerini görememişlerdir. Bundan dolayı gayet üzüntü duymuşlardır. Gidecekleri gün Hazreti Pire, manen rabıta ederler ve kendisine,

─Efendim, üç gündür buradayız. Bir “Hoş geldiniz” bile demediniz. Bir edepsizliğimiz mi oldu?” diye sorarlar.

O anda Ahmed-i Kebir-i Rufai Hazretleri manen, tebessüm ederek,

─Evladım, siz bizim misafirimizsiniz. Üç gündür size süt getiren kim zannediyordunuz?..

Üç gün boyunca onlara yemek getirenin Ahmed-i Kebir-i Rufai Hazretleri olduğunu anlayan Ebubekir-i Sıddık-i Çorumi Hazretleri ağlaya ağlaya, mahcubiyetini ifade eder. Bir müddet daha orada kaldıktan sonra, büyük bir üzüntü ve gözyaşları içinde, mübareğin türbesinden ayrılırlar.

Oradan ayrıldıktan sonra Mekke’ye giderler. Beş yıl boyunca Mekke ve Medine de mücavir olarak hizmete devam ederler. Mübarek Hafız-ı Kurra olması hasebi ile altı saatte bir hatim etmektedir. Beş yılın sonunda Fahr-i Kâinat (sav) Efendimiz mana aleminde, “Evladım Ebubekir! Senin seyr-i sulukunu yapacağın yer Mısır’da Abdurrahim Tantavi’dir. O’nun dergâhına gideceksin icazetini oradan alacaksın” buyururlar.

Yedi yıl gibi uzun ve meşakkatli ve bir o kadar da tehlikeli olan seyahatin sonunda, Mısır’ın Tanta vilayetine gelirler. Orada bulunan, Abdurrahim-i Tantavi Hazretleri’nin dergâhında üç gün misafir olurlar. Üç gün boyunca kendilerine, ne bir “hoş geldin” diyen çıkar, ne de yemek saatinde, “buyur, sen de yemek ye” diyen. Buna rağmen üç gün boyunca ibadet ve taât ile uğraşırlar. Üçüncü günün sonunda, kendi kendilerine, “Herhalde bizim bu dergâhta nasibimiz yok, artık gidelim.” derler ve çarşıda bulunan eski bir ahbabı ziyaret etmek için dergâhtan ayrılırlar. Nihayet ahbaplarının yanına varırlar. Onunla sohbet ederler iken, şehrin ortasında büyük bir gürültü kopar. Bir anda herkes sağa sola kaçışmaya başlar. Dükkân sahipleri kapılarını kilitler. Ebubekir-i Sıddıki Çorumi Hazretleri de, arkadaşına sorar: ─Neler oluyor? İnsanlardaki bu telaş niye? O da, ─Sorma Ebubekir Efendi! Bu gelen meczubun biridir. Arada bir gelir. Böyle bağırır. Dükkânı açık olan olursa, elindeki sopa ile vurur. İnsanlar ondan korktuğu için, o, çarşıdan çıkana kadar kimse dükkânından dışarı çıkmaz, der. Bu arada, o meczup, Ebubekir-i Sıddıki Çorumi Hazretlerinin olduğu dükkânın kapısının önüne gelince, elindeki sopa ile bir defa vurur ve şöyle seslenir.
─Ey! Ebubekir Sıddıki Çorumi! Sen kimden izin aldın da, burayı terk ediyorsun? Çabuk çık dışarı! Ebubekir-i Sıddık-i Çorumi Hazretleri, bu gelen zatın bir Hak aşığı olduğunu anlar ve dışarıya çıkar. O meczup zat önde, Ebubekir-i Sıddık-i Çorumi Hazretleri arkada, şehrin dışına doğru yürümeye başlarlar. Mağara gibi bir yere gelirler. O meczup, bir nöbetçi gibi mağaranın önünde bekler ve Ebubekir-i Sıddık Hazretleri içeri girer. Orada uzun boylu, sarışın, seyrek sakallı, gayet zayıf bir zat olan Abdurrahim Tantavi Hazretleri bulunmaktadır. Başka kimse yoktur. Mübarek Tantavi Hazretleri şunları söyler. ─Derviş acıkmaz, derviş susamaz, derviş yorulmaz, derviş kızmaz, derviş küsmez. Derviş güneş gibi olur, herkese sıcaklığını verir. Derviş rahmet gibi olur, herkese dua eder. Derviş su gibi olur, cömerttir. Derviş toprak gibi olur, herkes ezer yine bin bir meyvesini verir. Derviş demek Allah’a dost demek. Dergâha eşik demek. Herkes çiğner de sesini çıkarmaz!

Hacı Ebubekir Baba sağa sola bakınır, kimsecikler yoktur. Söylenenlerin kendisine olduğunu anlar. “Ya Rabbi O söylediği ile amel ediyor. Bana da duyduğum ile amel etmeyi nasip eyle” der ve ağlamaya başlar.
Onun menkıbevi hayatının bu bölümünde, Mısır’dan dönünce doğruca İstanbul’a gittiği, Sultan Abdülhamit Han’ın huzuruna çıktığı, halifelik icazetini göstererek, ─Padişahım! Benim icazetim budur. Eğer yer gösterirseniz, ben de bir dergâh açmak istiyorum, deyince, kendisine Çorum’da dergâh açması ve derviş yetiştirmesi için mühürlü bir kâğıt verildiği nakledilir.

O zamana kadar Çorum’da sekiz tane dergâh bulunmaktadır. Dokuzuncu dergâhı da Ebubekir Baba açar. Mübarek günlerde dokuz tarikatın mensupları bir yerde toplanır zikrullah yaparlardı. Hacı Ebubekir Baba geçimini değirmencilik yaparak kazanmış, Allah için harcamış, dünyalık hiçbir şey biriktirmemiştir. Bu aşk ve muhabbet ile Çorum’da, Ümmet-i Muhammedi irşada başlayan Ebubekir-i Sıddıki Çorumi Hazretlerinin, manevi görevi süresince, pek çok kerametleri cereyan eder. Hacı Ebubekir Baba Hazretleri Çorum’un üst tarafında “solak değirmen” diye tarif edilen değirmenin sahibidir. Değirmencilik yaparak geçimini sağlamaktadır. Sürekli değirmenin etrafında zikrullah yapar, çok aşklı ve coşkulu zikrullah yaptırır. Yeryüzündeki bütün şeyhleri manen çağırır. Bir gün Ebubekir Baba zikrullaha başladığı zaman, değirmenin yakınındaki suda bulunan kurbağaların dahi Allah’ı zikrettiğine, orada bulunan herkes şahit olmuşlardır. Lafza-i Celale gelindiğinde yerin Allah’ı zikrettiğini, sallandığını dahi herkes gözleri ile görmüşlerdir. Hay esmasına gelindiğinde büyükçe bir ateş yakar. Oradaki diğer şeyhleri davet eder. ─Buyurun ateşe girin, der. Diğer şeyh Efendiler: ─Aman Ebubekir Baba! Bizde bu kabiliyet yok, diye cevap verirler. Mübarek, tek başına o alevlerin içerisine kendini bırakır, Allah’ı zikreder.

Seyahat ederken, güneşin yakmasından dolayı, kararmış bir teni olduğu için kendisine “Kara Şeyh” de denilmektedir. Dergâhta Hacı Ali Efendi ve Hacı Mustafa Efendi Hazretlerine ayrı bir alaka göstermiş ve bu iki zâtı kendisi hayatta iken yetiştirmiştir. Ebubekir Baba, Çorumlu Hacı Mustafa Efendi Hazretleri’nin henüz on sekiz yaşında iken, ileride Mürşidi Kamil olacağını, işaret buyurmuşlardır.

Hacı Ebubekir Baba Hazretleri kendisinden sonra bir halife yetişmemesinin üzüntüsünü yaşar ve bazen bundan dolayı hüzünlenmektedir. Ancak ömrünün son beş senesinde Ali Efendi gelir. Ali Efendi Çorum’a geldiği zaman onu Nakşibendî üstadı Çerkez şeyhi Hacı Ömer Efendi (1849-1924) diye bilinen zâtın sohbetine götürürler. Şeyh Ömer Efendinin kapısına gitmeden önce Ali Efendi eşkıyadır. Çok haşarı, gözüpek ve biraz tehlikeli birisidir. İlk olarak Şeyh Ömer Efendinin dergâhına gider fakat manevi dosyası Ebubekir Baba’dadır. Çerkez şeyhi Hacı Ömer Efendi, Ali Efendiye,
─Oğlum! Kara Şeyh beni de rahatsız ediyor. Sen oraya gideceksin. Nasibin orada, dosyan Ebubekir Baba’da, diyerek Ebubekir Baba Hazretlerinin kapısına gönderir.
Neticede Ebubekir Baba Hazretleri, bir akşam Bostancı Hacı Ali Efendinin mana âleminde ayağına zinciri takar, tespih çeker gibi Çerkez Şeyhinin kapısından sürükleye, sürükleye kapısının önüne getirir ve Ali Efendiye latife ederek şöyle der,
─Evladım Ali Efendi! En sonunda kendini sürüklete, sürüklete kapımıza geldin. Ebubekir Baba Hazretleri bu mübarek zâtı beş sene içerisinde yetiştirir. Ali Efendi’ye bütün makamları aştırır ve halifelik makamına kadar getirir. Bostancı Hacı Ali Efendi Hazretleri vazifeyi aldıktan sonra, Ebubekir Baba Hz.leri bir gün,
─Gel oğlum Ali, sana bir sırrımı açıklayacağım, der ve otuz sene önce yaşadığı tecelliyi anlatır.
─Oğlum! Ben tarih atmıştım. Herhalde bu gece emaneti teslim edeceğiz. Dervişleri topla da helalleşelim, buyurur.

Dervişler haberi alır almaz dergâha toplanırlar. Aradan birkaç saat geçer. Ebubekir Baba Hz.leri, gecenin bir vaktinde gözünü açar.
─Oğlum Ali, dervişler nerde, diye sorar.
Bostancı Ali Efendi Hazretleri,
─Efendim bir kısmı gitti, bir kısmı kaldı, der. Ebubekir Baba Hazretleri,
─Ne yapalım evladım nasipleri bu kadarmış. Allahaısmarladık, der ve o anda,
─Aleykümüsselam melekül mevt, diyerek Azrail (as) ı karşılar ve ardından,
─Ben ihtiyar adamım. Benim canımı acıtma, der ve “hu” esmasıyla ruhunu teslim eder. Kabri Çorum Mezarlığında sahabeden Maruf Yayan Dede’nin yanındadır.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Çorum Evliyaları , Abdulhalim durma [/toggle]

Çorumlu Hacı Mustafa Anaç (ks.)

 

Çorum – Ulu Mezarlık’da Sahabe’den Maruf Yayan dede’nin yanında

Rufai Şeyhi – Bostancı hacı Ali Baba’nın halifesi

Hacı Mustafa Anaç Efendi, 1317/1901 yılında Çorum’un Çöplü mahallesinde dünyaya gelmiştir..Babasının adı Mehmet, annesi Asiye’dir. Çocukluğu, Sultan Abdülhamit Han’ın son dönemlerine rastlamıştır. Balkan Harbi sırasında memleketin içinde bulunduğu sıkıntıyı o da yaşamıştır. Birinci Dünya Savaşı’nda seferberliğin ilanından sonra yaşı küçük olmasına rağmen gösterişli boyu nedeniyle askere alınmıştır. Cephede ayağından kurşun yarası aldığı da anlatılır. Askerdeyken İstanbullu bir arkadaşıyla sıkı dostluk kurmuştur. Onun yaralandığı anda cephe gerisine götürüp tedavisiyle yakından ilgilenmiştir.

Bu dostluk, askerlikten sonra da devam eder. Bir ara arkadaşını ziyaret için İstanbul’a gider. Orada ailesinden büyük ilgi görür. Oğluna yardımlarının hatırına arkadaşının babası, bir otelinin işletme hakkını ona devreder. Mustafa Efendi, bir müddet bu işi yapar. O dönemde İstanbul’un ünlü Nakşibendi şeyhi Hacı Ali Haydar Efendiyle tanışır. Sık sık ziyaretlerine gider ve sohbetlerine katılır. O dönemde otel işinden iyi para kazandığı için babasını da İstanbul’a götürmek ister. Babası, bunu kabul etmeyerek oğlunun Çorum’a dönmesi konusunda ısrar eder.

Mustafa Efendi, memleketine dönmek zorunda kalır ama aklı, ilk tasavvuf zevkini tattığı Hacı Ali Haydar Efendi’dedir. Fırsat buldukça İstanbul’a gidip onu ziyaret edecektir. Mustafa Efendi Çorum’a dönünce babası, onu 1921 yılında Fatma Hanımla evlendirmiştir. Bu evlilikten Fatma adında bir kızı ve Halis Mithat adında bir oğlu dünyaya gelmiştir. Ancak tam hafız olan oğlu, henüz on altı yaşındayken vefat etmiştir.

Mustafa Efendi, Çorum’da bir süre çay ocağı çalıştırmıştır. Bir gün Ebubekir Baba, burada ziyaretine gelip onu dergaha davet etmiştir. İşi yanındaki yardımcısına bırakıp ardı sıra dergaha gitmişlerdir. Rıfai Tekkesi ile ilk irtibatı böyle başlamıştır. O, artık intisaplı bir kişidir. Verilen dersleri çekmekle meşguldür. Bir gün Bekir Baba, Cürün Mustafa Efendi’nin kapısını çalar. Karşısında Bekir Baba’yı görünce çok heyecanlanan Mustafa Efendi, şeyhini içeri davet eder. Bekir Baba, ona ne yaptığını sorar. O da ders çektiğini söyler. Hangi esmada olduğun sorduğunda dersi bitirip de “Biz severiz Cihar-Yar-ı Veliyi / Ebubekir, Ömer, Osman, Ali’yi” okuyorum deyince Bekir Baba, bu zatları görüp görmediğini sorar. O da henüz görmediğini söyleyince “İnşallah, bundan sonra görürsün.”der. Cürün Mustafa Efendi, şeyhinin duası himmetine o mübarekleri
sık sık gördüğünü anlatır.

Mustafa Efendi anlatıyor:
“Gençliğimde henüz bana görev verilmeden önce, bir arkadaşımla Yozgat’ın bir köyüne gittik. Arkadaşım, orada akşamleyin, ateş getirin de Efendi ağzına alsın, dedi. İçime bir korku düştü. Daha ateş burhanı için bana izin verilmemişti. Alsam ateş yakar, almasam Çorum’a varınca şeyhim, bize güvenmedin mi, derse diye düşünerek akşamı ettim. Yatsı namazından sonra zikre başladık. Allah Teala’ya öyle bir iltica ettim ki şeyhim Bekir Baba, manen mihraptan gelip zikir halkasına girdiler. Onları görünce ben rahatladım. Ateş, hu esması okunurken alınırdı. O zaman ateşi getirmediler. Zikir bitti, sohbete oturduk, önüme mangalı koydular. Önce ateşe parmağımı soktum, soğuk rüzgar geldi. Bu işaretten sonra elimle ateşi karıştırıp iri bir köz ateşi ağzıma
aldım. Çorum’a vardığında bunu üstadıma anlattım. Onu bizim himmetimizle yaptın diyerek uyardı.”

Mustafa Efendi, Bekir Baba’nın sağlığında hep hizmetinde bulundu. Onun vefatından sonra Bostancı Ali Baba’ya biat ederek Rıfai dergahında sebat etti. Bir akşam Şeyh Ali Efendi, yanında bir seyyah ile Mustafa Efendi’nin çalıştırdığı kahvehaneye geldi. Çay kahve içtikten sonra giderlerken Mustafa Efendi, kapıya kadar çıkıp onları yolcu etmek istedi. Ali Efendi, bize gidiyoruz, sen de gel deyince kahvehaneyi kapatıp arkalarından hızla yürüyerek onlara yetişti. Yanlarına bir Çorumlu daha katılmıştı. Ulucami’nin avlusundangeçip caddeye çıkacakları sırada seyyah zat, Mustafa Efendi’yi işaret ederek, şu gençten şeyhlik kokusu geliyor, diyerek Ali Baba’ya manevi bir işarette bulundu. Zira o seyyah, kemale ermiş bir zat idi.

Hacı Mustafa Efendi’nin hayatının büyük bir kısmı, otuz yıla yakını Şeyh Ali Efendi’nin hizmetinde geçti. Bostancı Ali Efendi, vefatından birkaç yıl önce onu halife tayin etmişti ama müritleri arasında ilan etmemişti. Vefatına yakın günlerde Hacı Mustafa Efendi’yi çağırarak birkaç müridini davet edilmesini istedi. Bunun üzerine yüze yakın mürit Ali Efendi’nin dergahında toplandı. Şeyh Efendi, dervişlerine hitaben, ömrünün sonuna yaklaştığını ifade ettikten sonra Hacı Mustafa Anaç Efendi’yi kendinden sonra halife tayin ettiğini açıkladı. Herkesin ona biat etmesini, ihtilafa düşmemelerini hatırlattı. Dervişlere ve Hacı Mustafa Efendi’ye nasihatlerde bulundu.

Bu toplantıdan kısa süre sonra Bostancı Ali Efendi vefat edince Rıfai tarikatının sorumluluğu, Hacı Mustafa Anaç Efendi’ye intikal etti. Hacı Mustafa Anaç, önce şehir içindeki dervişlerle diyaloğu sıklaştırdı. Dervişlerin evlerinde, köylerde ve kasabalarda bulunan müritlerin hanelerinde zikir halkaları oluşturdu. Sonra ilçeleri ve yakın illeri dolaştı. Oradakilerle irtibatı sıklaştırdı. Onlara hep şöyle derdi:” Derviş, tarikatta ancak üç şey ile yol alır: Hizmet, bağlılık, cömertlik. Bunlardan biri dahi olmazsa onun yolalması mümkün değildir.”

Hacı Mustafa Efendi, özellikle kandil gecelerinde mutlaka bir camide zikir yapmaya gayret ederdi. Orada ateş burhanı göstermek mümkün olmadığından şiş ve kılıç burhanını tercih ederdi. Hıdırlık camii, en çok zikir yaptırdığı mekanlardandı.

İhtilal dönemlerinde cemaat, tarikat ve kanaat önderleri hep gözaltına alınmışlardır. Bu bağlamda 1960 yılında gerçekleşen ihtilalde Hacı Mustafa Efendi de hapse atılmıştı. Orada müdürler, gardiyanlar ve mahkumlar, Şeyh Efendi’ye iyi davranıyorlardı. O da mahkumlara cezaevinin Hz. Yusuf (a.s.)’ın makamı olduğunu söylüyor ve burada ticaret yapamayacaklarını, aileleriyle görüşemeyeceklerini hatırlatarak “Vaktinizi boşa geçirmek yerine abdest alıp namaz kılın, bol bol ibadet yapıp sevap kazanın.”diyordu. Bu sözlerin etkisiyle cezaevinde namaz kılanlar çoğalınca yeni abdest alma yerleri ilave edilmiş. Cezaevinde gereksiz tartışmalar yerine huzur ortamı doğmuş.Bir müddet sonra Hacı Mustafa Efendi’nin suçsuz olduğu anlaşılıp tahliye haberi geldiğinde mahkumlar ve görevliler, onu gözyaşlarıyla uğurlamışlar.
[toggle title=”Hacı Mustafa Anaç Efendi Menkıbeleri (k.s.)” load=”hide”]

……..Hacı Mustafa Efendi’nin uzaktaki bir olayı müritlerine anında anlattığı olurdu. Bazen kişilerin içinden geçeni bilircesine hareket ederdi. Kendisine bu durumlar sorulduğunda “Haşa, biz gaybı bilmeyiz. Gaybı, ancak Allah bilir. Oralarda olanlar bize haber verilirse veya kalplerinden geçerken bize bildirilirse o zaman biz, haberdar oluruz.”derdi.

……..Mübarek gecelerde zikir ve sohbetten eve dönüşünde yatıp uyumazdı. Gecenin devamını zikirle geçirirdi. Hane halkına ve misafirlerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in aşk ve muhabbetini anlatırdı. Gece evde kendi başına zikir yaptığı zaman esmaları geçtikçe, eşi ve kızının anlattıklarına göre, evdeki çiçekler de esmaya göre değişik sallanırdı.

……..Cürün Hacı Mustafa Efendi, dünyadaki olayları yakından takip ediyordu. 1974 Kıbrıs Harekatının yapılacağını manen öğrendikten sonra Metin Balcı’yı çağırarak “Kılıcı bileğleyip keskinleştir de getir.” talimatını verdi. O gece odasına kapanmayı tercih etti. “Oğlum, bu gece şeyh, postundan ayrılmamalı.” dedi. Müritleri, sözün mahiyetini sabah haberlerinde Kıbrıs çıkartmasını duyunca anlayabildiler. Bir müridine de o gece Kıbrıs’ta savaşa bizzat katıldığını anlatmıştı. Komando bıçaklarını Çorum’da yine aynı şahsa bileğleten
bir asker de, Kıbrıs harekatına katılmıştı. Orada gördüklerinin etkisiyle Çorum’a gelip Şeyh Hacı Mustafa Efendi’yi bularak kendisine intisap etmiş ve Rıfai tarikinden ders almıştı.

……..12 Eylül 1980 ihtilali öncesinde kardeş kavgası başlamıştı. Hatta Çorum’da cereyan eden olayların başlangıcında Çorum Ulucamii’nde bulunan Cürün Hacı Mustafa Efendi, cemaati tahriklere kapılmamaları ve provakasyona gelmemeleri konusunda uyarmıştı. O günlerde ülkede bir karamsarlıkhakimdi. Ortaya çıkan kargaşayı kendilerine sorduklarında “Evladım, dün hava rüzgarlı, soğuk ve tipili idi, göz gözü görmüyordu ama bu gün sakin, pırıl pırıl bir hava var. Allah dilerse havayı bu şekilde sakinleştirdiği gibi olayları da sakinleştirir.”demişti. Gerçekten de o tarihte olaylar birden kesildi, ortalık sakinleşti.
[/toggle]

Son Zamanları
Hacı Mustafa Efendi, seksen yaşını geçmişti. Ama hala irşat görevini sürdürüyordu. O şevk ve heyecanından hiçbir şey kaybetmemişti. Ulucami’de yaptırdığı zikirde aynı coşkuyu yaşıyordu. Artık hastalık belirtileri görülmeye başlamıştı. Müritleri arasında heyecan ve paniğe sebep olmamak için bir sohbetinde şöyle demişti:
“Çorum’da manevi zatlardan biri, bir gün dostlarını yanına toplamış. Bu gün sizi niçin topladım, biliyor musunuz, diye sormuş. Onlardan hayır cevabını aldıktan sonra, benim imanıma şahit olmanızı istiyorum. Çünkü ben, Allah’ın varlığına ve birliğine, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, ahiret gününe, hayır ve şerrin Allah’ın yaratmasıyla olduğuna inanıyorum. Bundan sonraki yaşantımda nefis ve şeytanın etkisine düşmemeyi Yüce Mevla’mdan niyaz ediyorum. Yarın ahirette Allah’ın huzurunda buna şahitlik etmenizi istiyorum. Sizleri bunun için çağırdım, demiş.” Aslında Şeyh Hacı Mustafa Anaç Efendi, bu olayı anlatırken müritlerinden de aynı şeyi istemişti. Zira vakti yaklaşıyordu.

1984 yılında amansız bir hastalığa yakalanmıştı. Istırabını dindirmek için sürekli olarak yüksek dozda ağrı kesiciler veriyordu. Müritleri, sevenleri akın akın ziyaretine geliyorlardı. Bir defasında ecelinin yaklaştığını müritlerine şöyle duyurmuştu:
“Bir gün dervişlerle sohbet ediyorduk. Bir ara içeriye Yusuf (a.s.)’ın girdiğini gördüm. Oysa gelen Azrail (a.s.) idi. Bize Yusuf (a.s.) güzelliğinde göründü. Heyecanlandım. Hayal mi görüyorum diye kendimi çimdikledim. Baktım canım acıdı.
-Efendim, herhalde emaneti almaya geldiniz, dedim. O da bana:
-Hayır, Mustafa Efendi, haber vermeye geldim. Daha vaktin var. Muharrem ayında geleceğim, dedi. Ama gününü söylemedi.”

Bu durumda Hacı Mustafa Efendi’nin birkaç aylık ömrünün kaldığı anlaşıldı. Muharrem ayında 1984 yılı Eylül’ünün son gününde evinde ism-i celal zikri yaparak ruhunu Allah’a teslim etmiştir. Cürün Hacı Mustafa Efendi’nin vefat haberi, kısa zamanda Çorum’da, köylerinde ve kasabalarında, Kırıkale, Amasya, Tokat, Vezirköprü, Karabük, Kayseri, Ankara, Nevşehir, Yozgat, İzmir, İstanbul gibi müritlerinin yoğun olarak yaşadığı illerde kulaktan kulağa ulaştı. Pazartesi günü cenaze namazı Ulucami’de kılınarak o muazzam cemaat eşliğinde Ulumezar’daki Rıfai şeyhlerinin yanına defnedildi. Allah, rahmet eylesin.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Çorum’da Sahabe ve Evliya Makamları , Ethem Erkoç , Çorum Belediyesi Kültür Yayınları [/toggle]

Erzurumlu Seyit Hacı Mevlüt Baba

 

Erzurum – Palandöken – Hacı Ahmed Baba camiinde

Rufai Şeyhi

Seyyid Hacı Mevlüd Baba, Hz. Resûlüllah’ın Hz. Hüseyin nesebinden 39.torunudur. 1887 yılı Mevlüd gecesi Erzurum ili Horasan ilçesine bağlı Hacı Ahmed (Sanamer) Köyü’nde dünyaya gelmiştir. Annesinin adı Nene, Babasının adı Yakup’tur. Yöre halkı Seyyid-i saadat olan bu neslin her erkek evladına izzet-i vasıf olarak Baba, kıza evladına ise Ana diye hitap etmişlerdir.

Seyyid Yakub Baba (ks), Babası Seyyid Hacı Ahmed Baba(ks) ile beraber dergahta dervişlerle otururken, ansızın telaşlı bir şekilde eve çağrılır. Seyyid Yakup Baba’nın Mahmut ismindeki çocuğu su içerken boğularak ölmüştür. Bu olay karşısında çok hüzünlenen oğluna Hacı Ahmed Baba kendine özgü hitapla;
“Deginan oğlum Yakup Baba Nene’nin karnında bir oğlan çocuğu var. Mevlüd Gecesi dünyaya gelecek. Bu çocuk ona kurban gitti.” Sözleriyle teselli etmeye çalışır. Böylece Mevlüd Baba dünyaya gelmeden ismi konulmuş olur. Mevlüd Baba dünyaya geldiğinde ilk tanıştığı kucak, dedesinin kucağıdır. Tattığı ilk lezzet dedesinin ağzının mübarek barı olmuştur.

Hacı Mevlüd Baba'nın Babası Hacı Yakub Baba nın kabri şerifi
Hacı Mevlüd Baba’nın Babası Hacı Yakub Baba nın kabri şerifi

Hacı Ahmed Baba torununa duyduğu ziyade muhabbetten dolayı hiç yanından ayırmamıştır. Mevlüd Baba, dedesiyle olan yakınlıktan dolayı şer’î ilimleri ve tasavvufa ait ilk bilgileri hiç zorlanmadan öğrenir. Aynı zamanda Hacı Ahmed Baba’nın mürîdlerinden ve köyün genç imamı Abdülgani Efendi’den hafızlık eğitimi alır. Hocası O’nun terbiyesi ve adabıyla olduğu kadar zekasıyla da diğer talebelerden farklı olduğunu anlar ve kendisini özel yetiştirmeye tâbi tutar. Mevlüd Baba küçük yaşlarda olmasına rağmen, zikrullaha büyük ilgi duymuş, nerede zikir yapılırsa, o meclise katılmış ve halkanın ortasına girerek kendinden geçene kadar sema dönmüştür.

Hacı Mevlüd Baba’nın tahsil hayatı iki döneme ayrılır. Birinci dönemde dedesi Hacı Ahmed Baba’dan şer’î ve tasavvufa dair ilk bilgileri almıştır. Ayrıca Hacı Ahmed Baba’nın mürîdlerinden ve köyün genç imamı Abdulgani Efendi’den hafızlık eğitimini tamamlarken, şer’î ilimlerden de icâzet almıştır. İkinci dönemde ise Erzurum’un düşman işgalinden kurtulmasının ardından Erzurum’a gelerek dedesi Hacı Ahmed Baba’nın bir halifesinin yanına yerleşmiş, Erzurum’daki muhtelif medreselerde eğitimini sürdürerek oralardan da icâzet almıştır.

Seyyid Hacı Ahmed Baba, Mevlüd Baba’nın şeyhi aynı zamanda dedesi olması hasebiyle o manevi atmosferde dünyaya gözlerini açmış, bizzat dedesi tarafından yetiştirilmiş, birçok harikulade hâllerine şahit olduğu dedesi Hacı Ahmed Baba, Mevlüd Baba için bir dede olmaktan ziyade kâmil bir mürşid olarak kabul edilmiş, doğumundan 17 yaşına kadar hiç ayrılmadığı dedesi tarafından manen eğitilerek, Rifâî ve Kadirî yolunda kendisine şeyhlik verilmiştir.
Halifeliği Alışı

Hacı Mevlüd Baba çocukluk yıllarını geride bırakmış, gençlik yıllarına doğru ilerleyerek camide müezzinlik, dergahta tasavvufî bilgilerle teçhiz olup, zakir sıfatıyla dervişlere tevhid ettirmeye başladığı dönemlerde, istikbale dair şöyle bir hadise yaşanır: Mevlüt Baba kendi ifadesiyle; “Camide hafızlık yapan öğrencilerden her gün bir kişi müezzinlik yapıyordu. İkindi namazında sıra bana gelmişti. Hacımın Çil Garip isimli dervişinin namazdan çıktığını zannederek önünden geçtim. Sinirlenen Garip Baba bana eliyle vurdu. Namaz bittikten sonra Hacı Ahmed Baba geriye dönerek;
– Garip Baba, neyi görüp de bağırıyorsun. (Garip Baba zaman zaman kendinden geçer ve bağırır.)
– Bilmem ki Hacım. Bir vecd geliyor, kendimden geçip bağırıyorum.
Hacı Ahmed Baba 3 kez tekrar ederek;
– Şeytan omuzlarına biniyor, mahmuzları koltuğuna sıkıştırıyor. Her mahmuzlayışta, sen de kendinden geçip bağırıyorsun. Hiç Allah’tan korkmadın mı? Mevlüd’üme vurdun.
Tüm dervişlere seslenerek;
– Siz şahit olun. Hz. Resûlüllah’a gidip Mevlüd Baba’nın postunu aldım ve benimkinin üstüne astım. Dergah gelecekte onundur.
Camideki 200’e yakın çoğunluğu derviş olan cemaat gök gürültüsünü andırır bir şekilde Huuu çektiler. Zannettim deprem oldu.
Böylece Hacı Ahmed Baba büyük bir derviş kalabalığı (Abdülgani Efendi, Keçeroğlu Kâmil Baba, Horumlu Bahri Baba ve bunun gibileri içerisinde) dergahın Mevlüd Baba’ya kalacağını ve hilâfetini yıllar önceden tescil eder. İşte Hacı Mevlüd Baba’nın halifeliği alışı bu şekildedir.
İrşad Makamına geçişi ve İrşad Görevi:

İrşadı ve Menkıbeleri:
Hacı Mevlüd Baba, dedesi Hacı Ahmed Baba ve babası Yakup Baba’dan sonra Hacı Ahmed Köyü’ndeki dergaha yerleşmiş. Ayrıca müridleri, sevenleri, o civardan gelip geçen yolcular dergahında misafir olmuşlar, onları yedirerek, içirerek ve her türlü ihtiyaçlarını karşılayarak maddi hizmetlerde bulunmuştur..

1971 yılına kadar köyde yaşamış, aynı yıl Erzurum’a hicret etmiştir. Erzurum’da da müstakil bir ev almış. 3 odalı olan bu evin bir odasını dergah yapmıştır. Şehir merkezinde bulunan bu evde ahşap olup, hâlen özüne ve ruhuna uygun olarak kullanılmaktadır. Yüzlerce insanı irşad ettiği bu evin eski ve küçük olması nedeniyle başka bir eve taşınmıştır. 1994 yılına kadar da bu hanede irşad görevini yürütmüştür. Vefatlarıyla bu evi de Hacı Ahmed Baba Camii’ne vakfedilmiştir.

Mevlüd Baba’nın yaşadığı mekanlar, lüks ve gösterişten uzak, bir tasavvuf mekanı havası içinde olmuştur. Evlerinde tasavvufun inceliklerini ve sanatını gösteren eşyalar, tablolarda bulunmaktaydı.

Seyyid Mevlüd Baba, ilk önce Zekiye Hanım ile evlenmiş, Mustafa ve Abdulkadir isminde iki oğlu, Rukiye isminde de bir kızı olmuştur. Birinci hanımının vefatından sonra halasının kızı Fatıma Hanım ile evlenmiş, bu evliliğinden Talib, Yakub ve İlhami isminde üç erkek ve Dürdane isminde bir kızı olmuştur. Fatıma Hanım’ın vefatından sonra Emine Hanım ile evlenmiştir. Emine Hanım’dan herhangi bir çocuk dünyaya gelmemiştir.

Kendisi sıhhatli bir yaşam geçirmiş, hiç doktora gitmemiş ve ilaç kullanmamıştır. Zaten 107 yıl yaşam sürmesi de bunun bir göstergesidir. Mevlüd Baba, 107 yaşına gelmişti. 28 Ekim’i 29 Ekim’e bağlayan gece saat 00.20’de evlatları ve dervişlerinin Kur’ân tilavetleri arasında mübarek alınları terlemiş, gözleri yaşarmış, burun kanatları genişlemiş ve asırlık çalışan kalbi kelime-i tevhid ile son kez atmıştır. Ve kelime-i tevhid ile ruhunu Hakk’a teslim etmiştir. 1887 yılında başlayan hayat 29 Ekim 1994 yılında noktalanmıştır.

Mevlüd Baba’nın vefatı müridleri ve yakınlarını derin bir üzüntüye sevk etmiştir. Yurdun dört bir yanından gelen müridler, dervişler, büyük zâtlar ve yakınları artık Mevlüd Baba’ya son görevini yapmak üzere Erzurum’da toplanmışlardır. Cenaze namazı ikindi namazını müteakip Emir Şeyh Camiinde kılınır. Büyük bir kalabalığın iştirak ettiği cenaze namazını Erzurum’un manevi dinamiklerinden Abdulğafur Has Hocaefendi kıldırır. Namazın akabinde binlerce insanın tefekkür ve tevhidleri ile cenazesi Hacı Ahmed Baba Camii bahçesine getirilerek tekbir ve gözyaşları arasında ebedi istirahatgahına uğurlanır.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
https://seyyahin.wordpress.com/2007/06/01/seyyid-haci-mevlut-baba/ [/toggle]