Şeyh Muhammed Sami Erzincani (k.s.)

Erzincan – Merkez’deki Terzi Baba Kabristanında

Son asırda Anadolu’da yetişmiş velîlerden. Pîrî Sâmî diye de bilinir. Babası Erzincan’ın meşhûr Kırtıloğulları sülâlesinden İbrâhim Efendidir. 1848 (h. 1264) senesinde Erzincan’da doğdu. 1912 (H. 1330) senesinde Erzincan’da vefât etti. Kabri eski Erzincan’da Terzi Baba Mezarlığına giden yol üzerindeki dergâhının bulunduğu Akmezarlık’tadır.

Erzincan’ın Selüke köyünde dünyâya gelen Muhammed Sâmî Efendi, ilk tahsîlini köyünde yaptı. Köy hocasından Kur’ân-ı kerîm okumayı öğrendi. Erzincan’ın “Eski Hükûmet” tâbir edilen medresesinde Arapça ve Farsça öğrendi. İlim tahsîlini devâm ettirmek üzere İstanbul’a geldi. Fâtih Medresesinde aklî ve naklî ilimleri öğrendi.

Buradaki tahsîlini tamamladıktan sonra, müderrislik icâzetnâmesi, diploması alarak Erzincan’a döndü. Bugünkü adıyla Karakaya olan Keleriç köyü câmiinde imâmlık ve hatiplik vazîfesine başladı. Kâdiriyye yolu mensuplarından Şeyh Abdurrahmân Efendinin ve Nakşibendiyye mensuplarından Hacı Mustafa Fehmi Erzincânî’nin sohbetlerinde bulundu.

Zaman zaman Erzincan’a giderek Câmi-i Kebirde yaptığı vâz ve nasîhatlarıyla insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Birkaç yıl sonra Hınıs Rüşdiyesine muallim ve daha sonra Erzurum Rüşdiyesine muallim-i evvel tâyin edildi. Bu vazîfede dört yıl kadar kalıp talebe yetiştirdi.

Erzurum’da bulunduğu sırada PTT müdürlerinden İsmâil Efendi adında birisiyle tanıştı. İsmâil Efendi, Bitlis’in Nurşin köyünde bulunan büyük velî Abdurrahmân-ı Tâgî (Tâhî) hazretlerinin büyüklüğünü ona anlattı. İsmâil Efendi ile birlikte, hocası olan bu büyük zâtı ziyârete gittiler. Hacı Sâmî Efendi birkaç gün Abdurrahmân-ı Tâgî hazretlerinin sohbetinde bulundu. Onun büyük bir velî olduğunu görerek, talebe olmaya karar verdi.

Bir gün sohbetten sonra, o zâtın elini öperek; “Efendim, kabûl buyurursanız memuriyetten istifâ edip, hizmetinizde bulunmak istiyorum.” dedi. Şeyh Abdurrahmân Efendi, ona âilevî durumunu ve borcu olup olmadığını sorduktan sonra; “Senin biraz borcun varmış. Bir yıl daha çalışarak borçlarını öde; anne ve babandan müsâde aldıktan sonra buraya gel.” diye emretti. Bunun üzerine, Erzurum’daki vazîfesine geri döndü ve bir yıl daha çalışarak borçlarını ödedi. Erzincan’da bulunan babası, annesi ve âliesinden izin alarak, vazîfesinden istifâ edip, Şeyh Abdurrahmân Efendinin hizmetinde bulunmak üzere Nurşin’e gitti.

Şeyh Abdurrahmân Efendinin tekkesindeki talebelerle birlikte iki yıl kadar tasavvuf ilmini tahsîl etti. Abdurrahmân Efendi, sohbetlerini Arapça ve Kürtçe yapıyordu. Hacı Sâmî Efendi, hocasının ilminden istifâde etmek, sohbetlerinden bereketlenmek için orada bulunduğu sırada Kürtçe öğrendi. Türkçe, Arapça ve Farsçanın yanında, Kürtçeyi de ana dili gibi konuşur oldu. İki yıl sonunda kendisine icâzet, diploma verilerek; insanlara İslâmiyeti öğretmek, doğru yolu göstermeki çin memleketi Erzincan’a gönderildi.

Hacı Sâmî Efendinin iki yıl gibi kısa bir zamanda icâzet alıp halîfe oluşu, tekke içinde hizmette bulunan diğer talebeler arasında bir takım dedikodulara sebeb oldu. Uzun zamandır orada bulunup, icâzet alamayan talebeler vardı. Bu durum hocalarına bildirilince; “Hacı Sâmî Efendinin hocaları, lambasının şişesine gazını koymuş, fitilini takmış, bize yalnızca bir kibrit çakmak vazîfesi kalmıştı. Biz de onu yaptık.” buyurdu.

Hocasının elini öpüp, duâsını aldıktan osnra Erzincan’a gelen Hacı Sâmî Efendi, önceden imâmlık yaptığı Keleriç köyüne gitti. Orada eski talebesi Beşir Efendi ile birlikte on kişi hizmetine girdi. bir müddet kendi köyü Selüke’ye gelerek altı ay kadar kaldı ve kışı orada geçirdi.

Sonra babasından izin alarak Erzincan’a gitti. Selüke köyündeki bir kısım mal varlığını satarak Erzincan şehir kıyısında daha sonra Mecidiye-yi kebîr adı verilen bir mahallede, Keçioğullarından altmış dönümlük bir tarla satın aldı. Bu tarla üzerine kendisi için bir mesken ve bitişiğine de gelen misâfirlerin kalması için iki katlı bir bina, evlerin yanına bir de câmi yaptırdı. Hacı Sâmî Efendi, işte bu binada hocasının emir buyurduğu şekilde insanları terbiye etmeye başladı. Allahü teâlânın dînini insanlara öğretti. Yanlış yollara gitmelerine mâni oldu.

Az zamani çinde, sözünden, sohbetinden, hal ve hareketlerinden lezzet alan halk, akın akın gelerek ona bğlanıp istifâde ettiler.

Hacı Sâmî Efendi geriye Nusreddîn, Fahreddîn, Şeyhaddîn, Selâhaddîn, Eşref ve Hacıbayram adında altı erkek; Hâlise ve Muhlise adında iki kız bırakarak 1912 (H. 1330) senesinde kurban bayramı akşamı vefât etti.

Eski Erzincan’da Terzi Baba Mezarlığına giden yol üzerindeki câmiinin ve dergâhının bulunduğu Akmezarlık diye bilinen yerde defnedildi.

Câmi ve dergâhının çevresinde ağaç yetiştirmiş, bunların gelirleriyle câminin, dergâhın ve diğer kısımların ihtiyâcı için dört takım ev, ayrıca çeşitli yerlerde sekiz-dokuz değirmen yaptırmıştır. Dergâhının bulunudğu yerde bugün kendi kabri bulunmaktadır. 1939 yılındaki büyük depremde câmii, dergâhı ve üç bine yakın kitabı olan kütüphânesi harâb olmuştur.

Talebelerinden bâzıları Hahlı Hacı Abdurrahmân Efendi, Kelkitli Hacı Ali Efendi, Refâhiye’nin Hanzar köyünden Hacı Hasan Efendi, Hacı Hoca Mehmet Efendi ve Beşîr Efendilerdir. Kendisinden sonra vazîfesini Beşîr Efendi devâm ettirmiştir.

Şeyh Muhammed Sami Erzincani Silsile-i Şerifi

Şeyh Abdurrahman Tagi (k.s.)

Bitlis – Güroymak  – Norşin ( Nurtepe) köyünde

İsmi Abdurrahman (1831-1886) olup Tagi, Tahi ve Nurşini nisbeleriyle bilinir. Üstad-ı A’zam ve Seyda lakaplarıyla meşhur olmuştur. Babası, Molla Mahmud Efendi, annesi Seyyid Molla Muhammed Efendinin kızı Meyasin Hanımdır. Şirvan’da dünyaya gelir. Güroymak (Nurşin) ilçesinde vefat eder. Kabri ilçenin Şentepe Mahallesindeki Mutlu ailesine ait mezarlığın içindedir.

Abdurrahman Tagi’nin bulunduğu ev, halk arasında Sufi Evi olarak şöhret bulur. Çünkü, babası Molla Mahmud Efendi olgunluklar sahibi, ilmiyle amel eden, sünnete uymakta titizlik gösteren salih biridir. Önceleri Kadiriyye yoluna girmiş, sonra Nakşibendiyye yoluna bağlanmıştır. Abdurrahman’ın aslen Hazret-i Hüseyin soyundan gelen ve seyyide olan annesi Meyasin Hanım da saliha bir kadındır. Babası Molla Mahmud Efendinin erkek kardeşleri yoktu. Kadiriyye yoluna mensub, kerameti ile meşhur bir kız kardeşi vardır.

Talebeliği
Abdurrahman Tagi ailesinin de teşvik ve desteğiyle küçük yaşta, Kur’an-ı kerim okumayı öğrenir. On yaşına basınca, annesi vefat eder. Babası onun terbiyesine ve okutulmasına önem verir. Şafii fıkıh kitaplarından İmam- ı Rafii’nin (ölm. 1226) Muharrer adlı eserini okur. Arapça gramer ilmini öğrenip Hadaik-ud-Dekaik kitabına kadar babasının yanında ders görür. Daha sonra memleketinin meşhur alimlerinden Molla Abdüssamed’in, o vefat edince de, büyük alim Molla Ziyaüddin Arvasi’nin yanına giderek ilim öğrenir. Ondan, Molla Cami’ye kadar okur. Molla Ziyaüddin’in sevgisiyle yanından hiç ayrılmaz. Arvasi muhabbet ve yakınlıkla ona yönelir. Bir defasında, “Muhabbete denk olacak hiçbir şey yoktur.”, diye buyurur ve muhabbetin üstün olduğunu anlatır. Bu arada çevredeki diğer alimlerden fıkıh, tefsir, hadis gibi dini ilimleri tahsil eder. Bu ilimlerde yüksek ilim ve derece sahibi olur. Okuduğu hocalardan icazet alır. Sonra babasına vakfedilen Hizan’a bağlı Ispahart’taki medresede ders vermeye ve talebe yetiştirmeye başladı.

Hacı Emin Şirvani’ye başvurarak Rufailik tarikatına girer ve ona talebe olur. Arkasından günlük zikir ve nafile ibadetlere yönelir. Fakat bir müddet sonra Hacı Emin Şirvani, Şeyh Abdurrahman Talebani (1797- 1860) tarafından reddedilince gidip Şeyh Hamza Telvi’ye talebe olur. Bir müddet sonra Kadiriyye tarikatı mensublarından Şeyh Abdülbari Çarçahi’ye talebe olur. Şeyhi ona, oruç tutmak, az yemek, az uyumak ve sık sık mezarlıkları ziyaret etmek gibi vazifeler verir. Bazı geceler bir iki saat kabristanda kaldığı zamanlar olur. Hatta Tahi köyünün mezarlığında açık bir mezar vardır. Bazı geceler bu mezara girerek orada sabahlar.

Seyyid Sıbgatullah Arvasi’ye İntisabı
Bu sırada Seyyid Sıbgatullah Arvasi (v.1870) Hazretleri Külat’da oturmaktadır. Arvasi’nin talebelerinden Süleyman Erbusi arasıra Külat köyüne gidip gelmektedir. Bir defasında Külat köyünden döndüğü sırada Abdurrahman Tagi, alaylı bir şekilde, “Külat’taki sufiler nasıldırlar? Ne yapıyorlar?”, diye sorar. Süleyman Erbusi Abdurrahman Tagi’ye, “Eğer falan dereyi geçsen öyle demezdin.”, diye cevap verir. Süleyman Erbusi’nin bu sözü Abdurrahman Tagi’ye çok tesir eder. O sırada şeyhi tarafından halife olarak vazifelendirilen ve birkaç talebesi de olan Abdurrahman Tagi talebelerinden birine, “Vallahi falanca kişinin sözleri beni çok etkiledi. Külat’a gidiyorum.”, der. Müridlerinin bütün ısrarları onu kararından döndürmez. O gece boyunca içindeki arzu ve iştiyakla uyuyamaz. Seher vakti gelir gelmez Süleyman Erbusi’nin evine gider. Onu uyandırarak, “Benimle birlikte Külat’a gelir misin?”, der. Süleyman Erbusi, “Gelirim.”, deyince ikisi birlikte seher vakti yola koyulurlar. Süleyman Erbusi’nin, “Eğer falan dereyi geçsen öyle demezdin.”, diye bahs ettiği yere gelirler. Abdurrahman Tagi o dereyi geçerken kalbinde acaib bir hal hisseder. Nihayet Külat’a ulaşırlar. Kendisini Cennet bahçelerinden bir bahçede hissetmektedir. Seyyid Sıbgatullah Arvasi Hazretleri onu talebeliğe kabul ederek himaye ve tasarrufu altına alıp kısa bir müddet içinde yetiştirir. Tasavvuf yolunda yükselen Abdurrahman Tagi, nakledilir ki, dillerin ifade edemeyeceği, ancak ehlinin anlayacağı hallere kavuşur.

Abdurrahman Tagi, bir gün sabah vakti hocasının huzuruna giderek, “Efendim! Ben her şeyde Lafza-i Celal’in (Allahü tealanın isminin) zikrini duyuyorum. Hatta önümde yürüyen köpekten bile o zikri duydum.”, diyerek halini anlatır. Talebesinin, olgunluğa erdiğini gören Seyyid Sıbgatullah Arvasi ona Ispahart nahiyesinde kadılık yapmasını emreder. Hocasının emri üzerine iki yıl müddetle Ispahart kadılığı vazifesini yürütür. Bu vazifesi esnasında insanlara güzel ahlakı ve hoş görüsüyle hizmet eder. Zaman zaman hocasının yanına gidip gelerek hasretini gidermeye çalışır. İki sene sonra kadılık vazifesinden ayrılarak dünyadan tamamıyla uzaklaşıp, Sıbgatullah Arvasi Hazretlerinin hizmet ve sohbetlerine döner. Çoğu geceler uyumaz, hocasının odasının penceresine bakan bir taşın üzerinde oturur, yaz- kış, kar-yağmur demez sabaha kadar o taşın üzerinde bekler. Anlatılır ki, dokuz sene müddetle şeyhinin sohbetinde ve hizmetinde bulunduktan sonra evliyalıktaki en olgun ve en yüksek dereceye ulaşır. Sıbgatullah Arvasi Hazretleri ona icazet vererek irşadla vazifelendirir.

O önce bütün arazisini satarak Allahü tealanın rızası için harcar. Sonra talebesi Şeyh Fethullah-ı Verkanisi’nin dedesi Şeyh Muhammed’in Verkanis köyündeki türbesini ziyaret eder. Bu ziyaret esnasında kendine, “Seyda” adıyla anılması işaret edilir. Bundan sonra Seyda ismiyle meşhur olur.

Bir ara hac ibadetini ifa etmek için Mekke-i mükerremeye gider. Bu vazifesini yaptıktan sonra Peygamberin kabrini ziyaret eder. Medine-i münevverede İmam-ı Rabbani hazretlerinin torunlarından Şeyh Muhammed Mazhar Efendiyle buluşup sohbette bulunur.Hacdan dönünce, hocasının emriyle, Nurşin nahiyesinde yerleşerek irşad vazifesine devam eder.

Vefatı
Abdurrahman Tagi, on sekiz yıl kaldığı ve irşad vazifesinde bulunduğu Nurşin’de vefat etmeden önce ağır bir hastalığa yakalanır. Buna rağmen hiç bir sünnet namazını dahi ihmal etmeyip, hepsini ayakta kılar. Gece ibadetini asla bırakmaz. Halbuki bu sırada ancak dört yanına yastık dayayarak oturabilmekte, oturamayınca sırtını duvara dayamaktadır.
Vefatından önce yanına gelen zevcesi Seyyide Kadriye Hanımın eteğinden tutarak şu beyti okur.
“Kabe hareminin harimine vasıl olamazsın
Eğer evlad-ı Ali’nin eteğine yapışmazsan.”
Yerine Şeyh Fethullah Verkanisi’yi halife bırakır. Son zamanlarında çevresindekilere ve bağlılarına şefkatle muamele eder. Onlara rahmet nazarıyla bakar. Evlatlarına ise fazla iltifat göstermez. Oğlu Molla Muhammed Ziyaüddin’e şöyle buyurur. “Oğlum, Şeyh Fethullah senin hakkında benden daha hayırlıdır. Çünkü ben seni başkalarından ayırmam, ama o seni diğerlerinden üstün tutar.”

Evladları
11 evladı vardır. Bunlardan beşi kız, altısı erkektir. Erkek evlatları Şeyh Muhammed Ziyauddin (Hz. Sani), Şeyh Abdurrahim, Şeyh Muhammed Raşid (Bu üç evlad aynı annedendir). Muhammed Eşref, Muhammed Derviş, Muhammed Said’dir (Bu zat I. Dünya Savaşında şehit düşmüştür).

Eserleri
Abdurrahman Tagi’nin sözlerini halifelerinden İbrahim Çukruşi toplayarak İşarat ismini vermiştir. Mehmet Ildırar tarafından derlenip kaleme alınmıştır. İşarat “Minah” adlı esere çok benzemektedir. Arapça ve Farsça Mektubat’ı ise basılmamıştır. Diğer kitabı ise halifesi Abdulkahhar tarafından derlenip Şeyh ‘Abdurrahman Tagi’nin Mektupları’ adlı iki yazma nüshadan meydana gelmektedir. Ahmet Yıldırım ve Enbiya Yıldırım tercüme etmiştir. Eser toplam 77 mektuptan meydana gelmiştir.

Şeyh Abdurrahman Tagi’ye devlet tarafından Murat Nehri üzerinde üç gözlü sağlam bir köprü yaptırmasından dolayı üçüncü rütbeden Mecidi Nişanı verilir. Anlatılır ki, köprünün işleri ilerlediğinde çalışanların sayısı yeterli olmaz ve Abdurrahman Tagi Ermeni köylerine gidip onların yardımı için çağrılmalarını ister. Halifelerinden Abdulkahhar Efendi, Ermeni köylülerin gelip gelmeyeceği konusunda tereddüt içindedir. Ancak yine de aldığı emri Ermenilere bildirir. Abdurrahman Tagi’nin onları çağırdığını söyler.
-Eğer o çağırmışsa biz hemen geliyoruz, diyen Ermeniler kazma ve küreklerini alarak köprü inşaatına yardıma gelirler.
Medreseye hizmetleri dokunan Hristiyanlara Abdurrahman Tagi’yi çok sevdikleri halde neden Müslüman olmadıkları sorulduğunda şu cevabı verirler.
-Abdurrahman Tagi gibi bir Müslüman olacağımızı bilsek hemen iman ederiz. Sizin gibi Müslüman olmaktan korkuyoruz.
Talebeleri ve sevenlerinden meydana gelen kalabalık bir cemaat tarafından cenaze namazı kılındıktan sonra Nurşin’de defnedilir.

Halifeleri ve Talebeleri
Abdurrahman Tagi, birçok talebe yetiştirir. Halifelerinin en meşhurları şunlardır: Fethullah Verkanisi, Abdurrahman Nurşini, Molla Reşid Nurşini, Allame Molla Halil Siirdi’nin torunu Abdülkahhar, Abdülkadir Hizani, Seyyid İbrahim Es’irdi, Abdülhakim Fersafi, İbrahim Ninki, Tahir Abiri, Abdülhadi, Abdullah Hurusi, İbrahim Çuhruşi (Çukruşi), Halil Çuhruşi, Ahmed Taşkeseni, Muhammed Sami Erzincani, Abdullah Subaşı, Halife Mustafa Bitlisi, Hacı Süleyman Bitlisi, Hacı Yusuf Bitlisi, Hacı Yusuf Köşki’dir. Bunlardan Fethullah Verkanisi’nin halifesi Muhammed Ziyaüddin Nurşini, Abdurrahman Tagi’nin oğludur. Abdurrahman Tagi’nin ismi, Bediüzzaman’ın ders aldığı hocaları arasında da yer alır.

[toggle title=”Kaynaklar” load=”hide”]Bitlis Evliyaları, Abdulhalim Durma
[/toggle]

Muhammed Beşir Erzincani

Erzincan – Terzi Baba Kabristanında

Şah-ı Nakşibend Efendimizi görmek isteyenler Beşir Efendi’yi ziyaret etsin.. ” Pir Sami Hazretleri

Dedelerinin Buhara’dan Bağdat, Antep ve Maraş üzerinden Erzincan’a göç ettikleri bildirilen Beşir Efendi’nin aslen Maraşlı Emirzâdeler olarak bilinen bir aileye mensup olduğu ve Erzincan’a 1800’lü yıllarda yerleştikleri nakledilmektedir. Küpesük (Saztepe) köyünde 1865 senesinde dünyaya geldiği ifade edilmişse de özellikle ailesinden gelen bilgilerden bu tarihin 1869 senesi olabileceği kuvvetle muhtemeldir. Nakîbü’l-eşrâflık kurumunun aileye verdiği Seyyidlik Şeceresi’nden soyu baba tarafından Hz. Hüseyin’e (r.a) dayandığı ifade edilmekte fakat şecereyi gösteren bu vesikanın kaybolduğu anlaşılmaktadır. Babası Hüseyin, dedesi Musa Efendi’dir. Annesinin adı ise Zeynep Hanım’dır. Ailenin tek çocuğu olan Beşir Efendi’nin annesi ve babasının o daha küçük yaştayken vefat ettikleri, bakımının amcası Hasan Efendi ve yengesi tarafından üstlenildiği nakledilmektedir. Amcası Hasan Efendi’nin. İstanbul’a gittiği ve burada Sultan Abdulhamid tarafından saltanat kayıklarına ‚kayıkçıbaşı‛ olarak görevlendirildiği söylenir.

Beşir Efendi’nin çocukluk ve gençlik dönemine ait bilgiler sınırlıdır. Ancak amcasının vefatından sonra bugün Karakaya olarak bilinen Keleriç köyüne yerleştiği ve başından üç evlilik geçtiği anlaşılmaktadır. Bu evliliklerden toplam on üç çocuğu olan Beşir Efendi’nin ilk eşi Meysun hanımdan olan çocuklarından bazıları ‚Kabak‛, bazıları ise ‚Reyhan‛ soyadını almışlar, Fadime ve Aliye Hanım’dan dünyaya gelen çocukları ise ‚Buyruk‛ soyadını kullanmışlardır. Osmanlı Devleti’nin savaşla geçen zor ve meşakkatli döneminde Rus işgalini ve muhacirliği görmüş; Milli Mücadele’nin başından sonuna kadar Cumhuriyet Türkiye’sinin kuruluşuna tanıklık etmiştir. 1916-1918 yılları arasında Erzincan’ın Rus işgali altında olması sebebiyle birkaç seneliğine Kırşehir’de zorunlu ikamete tâbi tutulmuştur.

Tasavvufa intisabı, Pîr-i Sâmî ile tanışması ve mürîdi olmasıyla gerçekleşen Beşir Efendi’nin halîfe olduktan sonra Erzincan dışında önce Otlukbeli daha sonra da Tercan’da irşad faaliyeti yaptığı anlaşılmaktadır. Şeyhi Pîr-i Sâmî vefat edince yeniden Erzincan’a dönen Beşir Efendi yaklaşık yirmi senelik irşad vazifesinden sonra 8 Ekim 1932 senesinde vefat etmiştir. Kabri Terzi Baba Mezarlığı’ndadır. Pîr-i Sâmî’nin kendisi hakkında; ‚Şah-ı Nakşibend Efendimizi görmek isteyenler Beşir Efendi’yi ziyaret etsin.‛ diyerek halîfesini tahsin ettiği görülmektedir. Kendisinden sonra tarîkat postuna Dede Musa Bayburdî (Musa Baştürk) oturmuştur, hilafet verdiği Tahrirat Kâtibi Nuri Efendi, Selükeli Nazım Hoca ve Hidayet Efendiler hakkında yeterli bilgi yoktur. Meşhur halk şâiri Bayburtlu Celâlî Baba’nın da Beşir Efendi’nin mürîdi olduğu nakledilmektedir.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak
Erzincan’da Nakşi – Halidi Gelenek , Halil Baltacı , Ömer aslan , Batman Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Hakemli Dergisi,Yıl 2017, Cilt 1, Sayı 2[/toggle]

Musa Dede Paşa Bayburti

Terzi Baba Kabristanında

Bayburt’un Aşağı Lori (Yazıbaşı) köyünde doğdu. Asıl adı Mûsâ’dır. Büyük dedesinin adına izâfeten Dede Paşa adıyla şöhret buldu. Babası İzni Ağalar diye anılan, misafirperverlikleriyle meşhur bir aileye mensup olan Hacı Hüseyin Efendi, annesi Seyyidler lakabıyla tanınan bir aileden Gülhanım’dır.

Küçük yaşta yetim kalan ve geniş bir arazinin vârisi olan Mûsâ, dayısının yanında büyüdü. Sıbyan mektebini ve rüşdiyeyi bitirdi. Bu arada dinî tahsilini tamamladı. On sekiz yaşlarında iken Nakşibendiyye tarikatının Hâlidî koluna mensup Erzincanlı Şeyh Beşir (Buyruk) Efendi’ye intisap etti. Tarikat silsilesi Muhammed Sâmî, Abdurrahman Tâgî, Seyyid Sıbgatullah Arvâsî, Seyyid Tâhâ yoluyla Nakşibendiyye’nin Hâlidiyye kolunun kurucusu Hâlid el-Bağdâdî’ye ulaşır. Beşir Efendi, Doğu Anadolu’da yaygın bir şöhrete sahip olan Muhammed Sâmî Efendi’nin halifesidir. Muhammed Sâmî, 1300 (1883) yıllarında Erzurum’un Hınıs ilçesinde muallim olarak çalışırken şöhretini duyduğu Abdurrahman Tâgî’yi tanımak için Nurşin’e giderek kendisine intisap etti. 1886 Ekiminde Abdurrahman Tâgî tarafından irşad için Erzincan’a gönderildi. Kırtıloğlu adıyla anılan tekkeyi kurarak Erzincan ve yöresinde irşad faaliyetlerine başlayan Muhammed Sâmî, Hâlidiyye’nin Doğu Anadolu’dan İç Anadolu’ya kadar yaygınlık kazanmasını sağladı. Râbıta-i Nakş-i Hayâl adlı bir divanı bulunan Sâlih Baba (ö. 1906) başta olmak üzere birçok mürid yetiştirdi.

Dede Paşa Beşir Efendi’ye intisap ettikten sonra sürekli onun yanında ve hizmetinde bulundu. Erzincan’ın Ruslar tarafından işgal edilmesi üzerine (1917) Tokat’ın Zile ilçesine gitti ve kısa bir süre burada kaldıktan sonra Erzincan’a döndü. Beşir Efendi’nin vefatından sonra (1932) kırk yıldan fazla bir süre şeyhlik yaptı. Soyadı Kanunu çıktığında Baştürk soyadını aldı. Her yıl arazisinden elde ettiği gelirin büyük bir kısmını ihvana verilmek üzere Erzincan’daki Kırtıloğlu Tekkesi’ne bırakırdı. Kışın Bayburt’un merkezinde Sarı Konak adıyla anılan evinde mürid, misafir ve ihtiyaç sahiplerine kapılarını açar, yaz aylarında Bayburt’un Aşağı Lori köyündeki arazisiyle ilgilenirken irşad faaliyetlerini de sürdürürdü. Dede Paşa 1950’den sonra Türkiye’nin bütün yörelerini gezerek çok sayıda müntesip edindi. Bunun sonucu olarak başta Erzincan, Erzurum, Bayburt, Gümüşhane olmak üzere İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa gibi büyük merkezlerde halifeleri ve müntesipleriyle irşad faaliyetini yaygınlaştırdı. Dede Paşa vefat edince Erzincan Terzi Baba Mezarlığı’na defnedildi. Silsilesi ölümünden sonra halifesi Abdürrahim Reyhan tarafından sürdürülmektedir.

Tevazuu, şeriata bağlılığı ve cömertliğiyle sohbetlerine katılan hemen herkesi etkileyen Dede Paşa, kendisini ziyarete gelenlere ve müridlerine söylediği, “Sizler bizim büyüğümüzsünüz, biz size hizmet etmekle şeref kazanırız” sözleri ve bu sözlere uygun tavırlarıyla çok büyük saygı gördü. Ona göre tasavvuf Allah’ı bilmek, Allah’ı bulmaktır. Allah nasıl bulunursa O’nu öylece aramak icap eder.

Şeyh Abdurrahim Reyhani El Erzincani (k.s.)

Erzincan – Merkez’deki Terzi Baba Kabristanında

Nakşibendi Tarikatının Halidî kolu Erzincan Şubesi’nin dördüncü şeyhi ve Altın Silsilenin otuz sekizinci halkası Şeyh Seyyid Abdurrahim Reyhan (K.S) Hazretleri 1930 yılında Erzincan’ın Keleriç (Karakaya) beldesinde dünyayı teşrif etmişlerdir. Babası ‘Seyyid’ nesebli ve ‘Emiroğulları’ sülalesinden Hoca Hüseyin Efendi’dir. Annesi keşif ve keramet sahibesi saliha hatunlardan Tûbî Hanım’dır.

Hoca Hüseyin Efendi, Şeyh Muhammed Beşir el-Erzincani (K.S) Hazretlerinin âlim ve fazıl en büyük oğludur. Muhammed Beşir Hazretleri, Halidî Kolu’nun Erzincan Şubesi, kurucusu Şeyh Muhammed Sami (Pir-i Sami) Hazretlerinin halifesidir.

Abdurrahim Reyhan (K.S) Efendi’nin yaşadığı belde, erenler yatağı olarak pek çok tasavvuf büyüğünün mührünü taşıyan bir bölgedir. Abdurrahim Reyhan (K.S), çocukluğundan itibaren çevresinde gördüğü sevgi ve saygı uyandıran özelliğinden ötürü ‘Abdurrahim’ ismine ilaveten kendisine ‘Efendi’ olarak da hitap edilmiş asıl ismi ile birlikte kullanılmaya başlanmıştır.

Babası Hüseyin Efendi, dedesi Erzincanlı Nakşi Şeyhi Muhammed Beşir Efendi ile Otlukbeli ve Tercan’daki dergâhta kalır ve hizmet eder. Sonraları Keleriç’e yerleşerek bağcılık ve tarımla uğraşır. Abdurrahim Efendi 14 yaşında yetim kaldığında altı kardeşi vardır. Çok farklı bir çocukluk dönemi yaşayan Abdurrahim Efendi, arkadaş ve akranları oyun oynarken, vaktini kitap okumakla ve günlerini tefekkürle geçirirmiş.

Ailesinin geçimini sağlamak için bir yandan babasından tevarüs eden bağcılık ve tarım işlerini yürüterek, diğer yandan da marangozluk ve ustalık yapar.

Askere gittiğinde okula gitmediği halde çavuş rütbesi verilir. Güven verici kişiliğinden ötürü askeri depoların güvenlik sorumluluğu da kendisine verilir. Bu görevleri arasında kitap okumakla meşgul olur.

Pişkidağ köyünden Halil İbrahim Efendi’nin kerimesi Fatıma Hanımla evlenir. Bu evlilikten Vehbi, Hüseyin Avni ve Rabia isimli üç çocuğu olur.

Dedesini henüz iki yaşındayken kaybeden Abdurrahim Efendi’nin bağrında hep bir ‘dede’ özlemi ve iştiyakı olur. Bunu sohbetlerinde sürekli dile getirir. Dedesi Muhammed Beşir Efendi’nin (K.S) halifesi Dede Paşa diye bilinen Musa Baştürk (K.S) ile babasının vefat ettiği günlerde karşılaşır. 1944’teki bu karşılaşmadan 13 sene sonra 1957 yılında Dede Paşa’ya (K.S) intisap eder. İntisabından önce, rüyasında dedesi Muhammed Beşir Hazretleri’ni (K.S) görür. Bu rüyada dedesi Abdurrahim Efendi’ye şöyle buyurur: “Bizim bağın üzümü dururken neden ellerin bağından üzüm yemeye çalışıyorsun?”. Bu hitap, Abdurrahim Efendi’nin dedesine olan özlem ve iştiyakını daha da arttırır ve bu rüya kendisine bir işaret olur. Keleriç’e gelen Dede Paşa’nın ziyaretine gider ve onu görünce huzurda bayılır. Ayılınca, Paşa Hazretleri’ne orada intisap eder. 1957 yılındaki bu ikinci karşılaşmada Abdurrahim Efendi ‘‘fenafişşeyh’’, yani şeyhinde fani olma, makamına vasıl olur. Bunu o mecliste hazır bulunanlar sonradan ifade etmişlerdir. 1972 yılında ‘’zikir tacı’’ ile şereflenir ve teveccüh emriyle irşad halifesi olur. Şeyh Efendisi Musa Baştürk Hazretleri’nin 4 Eylül 1973 tarihinde dar-ı bekaya irtihalleri üzerine, Nakşibendi Tarikatı, Halidî Kolu’nun dördüncü şeyhi olarak irşad faaliyetlerini yurt içinde ve yurt dışında yürütmeye başlar.

Önce Keleriç’te sonra Erzincan’da sohbete müsait dergâhlar inşa eder. Manevi bir işaretle Erzincan’dan hicret ederek 1986’ da İstanbul’a yerleşir. Buralarda sohbetleri ve irşad görevi sürerken, sayısı artan ihvan talebeleriyle, Ankara ve İstanbul başta olmak üzere, pek çok şehir ve belde, özellikle de Avrupa’nın birçok ülkesindeki dergâhlarda, sohbetler ve teveccühler yaparak irşad görevini yürütür.

Ledünni ilminden zuhur eden, ayet ve hadislerle desteklenen, kelam-ı kibarlarla süslenerek berraklaşan sohbetleriyle, yurt içi ve yurt dışı seyahatlerinde her seviyeden insana ‘’hak’’ ve ‘’hakikat’’ ölçülerini anlatıp, istikamet gösterme görevini her zaman şartta yerine getirir. Çoğunlukla dedesinin ihvanı Salih Baba isimli aşığın divan şiirleriyle gelişen sohbetlerinde aşkı, muhabbeti ve tevazuyu öne çıkarır. Sohbetlerinin büyük bir bölümünde herkesin anlayabileceği bir dil kullanan Abdurrahim Efendi, umimiyetle âdeta gönülden sorulan sır sorulara cevap verir gibidir.

Kendisini vakvetmiş bu irşad görevi esnasında, memleket hizmetinde bulunan, ilim erbabını ve gençleri destekleyen Abdurrahim Reyhan (K.S), bu yolda Reyhan Vakfı’nı kurdurarak ihtiyaç sahiplerine yardımlarını her türlü menfaatten sıyrılarak yapmalarını insanlığın şanından saymıştır. Hayatının sonlarına doğru pek çok hastalıktan muzdarib olmasına rağmen yurt içi ve yurt dışı seyahatleriyle sevenlerini irşada devam etmiştir.

Bu hizmetleri sırasında, sade ve gözden ırak bir hayat sürdü. Şöhret afatınden sakındı. Büyük merhamet sahibiydi. Kendi zamanının Şah-ı Nakşibend Hazretleri’ydi. Her bir ihvanıyla tek tek ilgilenir, onların dertlerini üzerine çekip, üzülmelerini istemezdi. Fakir, kimsesiz, yetim, muhtaç olanlarla ve özellikle de öğrencilerle çokça ilgilenirdi. Zengin ve makam sahiplerini yardıma teşvik eder, onlara tevazuyu emrederdi. Gözü yaşlı, âşık meşrep ve tevazu sahibi ihvanları her yerde kollardı. Çok kuvvetli tasarruf sahibiydi. Aynı anda tüm ihvanın haliyle ilgilenir ve onları irşat ederdi. Hangi ihvanına Abdurrahim Efendi’i sorulsa, sanki Hazreti Mürşid sadece bir tek o ihvanla ilgilenmiş gibi kendisinden bahsedilirdi. On binlerce bağlısı olmasına rağmen, her ihvanının Abdurrahim Efendi ile birden çok özel hususi anıları vardır ki bu da Allah’u Teâlâ’nın (C.C) has veli kullarına vermiş olduğu bir özelliktir. Kendisine tevdi edilmiş Allah yolunda tebliğ için canını, sağlığını, zamanını, ailesini, bir tarafa bırakıp gece gündüz sohbet, ders, hatme ve muhtaçlarla ilgilenme haricinde başka hiçbir iş ile meşgul olmazdı. Sürekli tasavvuf-tarikat sohbetleri olurdu. Aşk ve cezbe ile gazeller okunurdu. Muayyen yer ve günlerde Teveccüh yapardı. Sohbetlerinden derlenen kitapları (Gülden Bülbüllere) böyle gösterişsiz bir şekilde tasavvufun derinliklerini ve inceliklerini en kolay anlayabileceğimiz bir üslupla ortaya koydu.

O, Türkiye ve Dünya Müslümanlarına tasavvufi hakikatleri İslami öz içinde anlatırken, yaşamıyla da sünnete uygun hayatın hakiki örneklerinden birini ortaya koymuştur.

İbadet ve halka hizmet gibi zahiri hallerin, hakikatle örtüşmesi için ihlası (samimiyeti, gönülden bağlılığı) esas alır ve bağlılarına öyle öğüt verirdi.

Son devrin müridi ve muhibbi, mahviyetin zirvesi, Ariflerin Kutbu, Nakşi Meşayihi, Evliyaullah, Gönüller Sultanı, Es-seyyid Abdurrahim Reyhan Efendi (K.S) Hazretleri âşıkların sevdası, salihlerin leylası, kâmillerin seyranı idi. Kendisine ait birkaç kıyafetten başka hiçbir dünya malını arkasında bırakmadı. 25 yıllık irşat görevinden sonra 24 Ocak 1998 tarihinde Ramazan ayının Kadir Gecesi’nde İstanbul’da dar-ı bekaya hicret etti. Hem İstanbul hem de bir gün sonra Erzincan’da kılınan cenaze namazlarında muhteşem bir cemaat kalabalığının salavat, tekbir ve dualarıyla Terzi Baba Mezarlığı’nda dar-ı bekaya uğurlandı. Bilahare defnedildiği mübarek mekâna türbe yapıldı.

Onun bizzat yaptırdığı sohbet toplantı mekânları, vakıf binaları (dergâhlar) halen hizmet vermektedir. Hizmeti olan her Müslümanın hayırla anılmasını isterdi. Bunu şiar edinmişti. Allah (C.C) Sırrını Kutsal Eylesin (KSA).

Seyyid Sıbgatullah Arvasi

Nasıl Gidilir ; Bitlis – Hizan’da Gayda köyünde.

“Buradaki ses manevi uluların sesidir, Nâ-ehle pınar, ehle nur ve feyz çeşmesidir. Kalp destini boş getir, doldurmak istiyorsan, Korkma bitmez, Nehri’nin, Arvas’ın deresidir.”

”Gavs-ı Hizani Seyyid Sıbgatullahi Arvasi (k.s.) hazretlerinin kabr-i şeriflerinin bakım ve onarım çalışmaları Ahsen Vakfı tarafından yürütülmektedir.Peygamberlerin nebilerin evliyaların türbelerinin bakım ve onarımını yapmak amacıyla kurulan ve bu yönde faaliyetlerini sürdüren Ahsen Vakfı ‘dan ve bu yolda zerre miktarı emeği olan herkesten Allah razı olsun ve Mevla Cemaliyle Şereflendirsin inşaallah”

Sıbgatullah Arvasi (v.1870) Van’ın Bahçesaray ilçesine bağlı, Arvas köyünde dünyaya gelir. Hizan ilçesinde yaşadığından dolayı Gavs-ı Hizani lakabıyla anılan Seyyid Sıbgatullah Arvasi’nin soyu Bağdat’tan gelmedir. Arvasi’nin nesebi Hz. Hüseyin’in (r.a) evlatlarındandır. İsmi, Sıbgatullah olup “Gavsu’l-Azam”, “Gavsu Hizani” veya “Gavs” lakaplarıyla meşhur olmuştur. “Arvasi” nisbesiyle de bilinir. Babası Lutfullah Efendi188, dedesi Seyyid Abdurrahman Kutub’dur. Kabri, Hizan’ın Gayda köyündedir.

Gavs-ı Hizani, küçük yaştan itibaren kelam, tefsir, hadis, fıkıh, gibi zahiri ilimleri tahsil eder. 1829 tarihine kadar İslami ilimler ile meşgul olur. Bu tarihte Van’da bulunan Şeyh Muhyiddin’den tarikat alır. Bir gün hocası ona, “Vefat etmiş velilerden istifade edecek, faydalanacak makama geldin.”, diye buyurur. Şeyhi vefat edinceye kadar hizmetinde bulunur. Daha sonra Cizreli Eş-Şeyh Halid’in yanına gider. Şeyh Halid’in vefatına kadar ona hizmet eder. Sonra halifesi olan Salih Sıbki’nin yanına gider. Ondan hilafet almaya hak kazanır. Ayrıca Bitlis’te Şeyh Musa ve Bitlisli Şeyh Abdulkadir’in de yanına gidip onlardan istifade eder.

1840 yılında es-Seyyid Taha-i Hakkari Horoslu Molla Murat’la Gavs’a “Kendi evine gel” diye haber gönderir. Bunun üzerine Gavs, Seyyid Taha’ya gidip onun hizmetine girer. 1851 yılında Şeyhi Taha Hazretleri vefat edince onun yerine geçen kardeşi Seyyid Salih’in sohbetine devam eder. Seyyid Sıbgatullah, birçok meşayihten tarikat almıştır. Seyyid Taha’nın huzurunda kemale eren Gavs, mürşidinin emriyle, Bitlis çevresinde irşad görevini yürütmek için, Hizan’ın Gayda köyüne gidip yerleşir.

Yerine halife olarak oğlu Seyyid Behaeddin’i bırakır. İki küçük oğlunu; Seyyid Nur Muhammed ve Seyyid Burhan’ı terbiyeleri için Molla Abdurrahman-ı Meczub’a emanet eder. Vefatında tebessüm eder bir vaziyette Kelime-i şehadet getirerek ruhunu teslim eder. O anda odanın içine bir güzel koku yayılır. Bu kokuyu odanın dışında duran diğer talebeleri de duyarlar. Bu koku defin esnasına kadar devam eder. Oğlu Celaleddin Efendi, cenazesini yıkar. Yıkama esnasında yakın hizmetçisi Ali Efendi ve Abdurrahman Tagi ona yardım ederler. Techiz ve kefenlenmesi yapıldıktan sonra talebeleri ve sevenleri tarafından cenaze namazı kılınır ve Gayda’da defnedilir. Ahsen Vakfı tarafından 2013’te Gavs-ı Hizani Seyyid Sıbgatullahi Arvasi (k.s.) Hazretlerinin kabrinin bakım ve onarımı gerçekleştirilir. Türbesinin bulunduğu Gayda köyüne yılda yaklaşık 50 bin kişi ziyaret eder.

Sıbgatullah Arvasi’nin dokuz kardeşi vardır. Bunlar, Mevlana Resul, Mevlana Abdulgani, Mevlana Cemaluddin, Mevlana Abdulmelik, Mevlana Abdulkahhar, Mevlana Abdulgaffar, Mevlana Muhammed, Mevlana Abid, Mevlana Nurullah olup hepsi de alim ve zahid kimselerdi.

Sıbgatullah Arvasi’nin sekiz evladı vardı. Bunlar Şeyh Celaluddin (Kardeşi Şeyh Bahauddin’den sonra babasının yerine o geçmiş ve bu hizmeti yürütmüştür. 1877 yılında vefat etmiştir), Şeyh Bahauddin (Şeyh Celaluddin’in küçüğüdür. Babasının halifesi olup, babasından sonra yerine geçer. İki ay görev yaptıktan sonra vefat eder. Sultan Veled, Seyit Bahri, Burhaneddin, Şeyh Hamza, Seyyid Nur Muhammed (Şeyh Celaluddin’den sonra tarikat hizmetinde bulunmuş ve birçok müridi olmuştur.), Şeyh Hasan (Halk arasında deli olarak bilinirdi).

Sıbgatullah Arvasi’nin halifeleri şu zatlardır. Abdurrahman Taği, Oğlu Seyyid Bahauddin, Şeyh Halid Sirvani (Zamanın Safisi, vaktinin Sibeveyh’i olarak meşhur olmuştur.), Şeyh Abdurrahman Behtani, Sofi Mustafa Kulati (Birgün Gavs, kendisine, “Sus!” der. Bundan sonra, ölünceye kadar, ona cevap vermekten başka bir şey konuşmaz.), Ali Can Kulpiki.

[toggle title=”Kaynaklar” load=”hide”]
Abdulhalim Durma , Bitlis Evliyaları
[/toggle]

Seyyid Taha Hakkari (k.s.)

Hakkari – Şemdinli’nin Bağlar köyünde

Osmanlılar zamanında Anadolu’da yaşayan evliyânın en büyüklerinden. İnsanları Hakka da’vet eden, onlara doğru yolu gösterip hakîkî saadete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuzbirincisidir. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin onbirinci torunudur. Ya’nî Peygamber efendimizin soyundan olup, seyyiddir. Hâlid-i Bağdâdî’nin talebelerinin büyüklerindendir. Rûh bilgilerinin mütehassısı, Rabbanî ilimlerin hazinesidir. Mevlânâ Hâlid’in talebesi olan Seyyid Abdullah’ın kardeşi Molla Ahmed’in oğludur. Lakabı; Şihâbüddîn, İmâdüddîn ve Kutb-ül-irşâd vel-medâr’dır. Hocası tarafından Şemdinân’da Nehri kasabasında ders vermeğe me’mûr edildi. Bütün İslâm âlimleri gibi, gecelerini gündüzlerine katarak İslâmın güzel ahlâkını yaymış, herkesi iyilik yapmağa teşvik eylemiştir. 1269 (m. 1853) senesinde Nehrî’de vefât eyledi.

Seyyid Tâhâ, çocukluğundan itibâren büyük bir istidâd, vekar ve heybet sahibi idi. Onu her gören ilerde pek büyük bir zât olacağını söylerdi. Küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi hatmetti ve ezberledi. Sonra ilim tahsiline başladı. Süleymâniye, Kerkük, Irak, Erbîl, Bağdat gibi ilim merkezlerine giderek şöhretli âlimlerden; tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri, zamanın fen ve edebiyat bilgilerini öğrendi.

Seyyid Tâhâ, daha ilim talebesi iken, birgün Bağdat’a yakın bir yerde, çok küçük bir akarsudan abdest alıyordu. Arkadaşları; “Bu su çok azdır, bununla abdest olmaz” deyince; “Bu, mâ-i câridir, ya’nî akar sudur. Dînimizde bununla abdeste izin vardır. Siz ilim talebesisiniz, bunları bilirsiniz. Sonra bu suda balık bile yaşar” buyurdu ve elini orada biriken su birikintisine sokup çıkardı. Arkadaşlarına uzatarak; “Bakın bu suda kocaman balıklar yaşamaktadır” deyip elindeki balığı gösterdi. Bu büyük kerâmeti gören arkadaşları; “Bundan sonra sen ne yaparsan yap, bir daha sana i’tirâz etmiyeceğiz” dediler.

Onüçüncü asrın kutbu olan Mevlânâ Hâlid, Hindistan’a giderek, Gulâm Ali Abdullah Dehlevî’nin huzûru ile şereflenip, lâyık ve müstehak oldukları fazilet ve kemâlâti aldı. Sonra, Allahü teâlânın kullarına doğru yolu gösterip Hakka kavuşturmak için vatanına döndü. Her taraf, Mevlânâ’nın kalbinden saçılan nûrlar ile aydınlanmağa başladı. Bu sırada arkadaşı olan Seyyid Abdullah da, Süleymâniye’de bulunan Mevlâna’yı ziyârete gitti. Onun da sohbetle bulunarak, kemâle geldi ve halîfe-i ekmeli ya’nî en olgun halîfesi oldu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye, biraderi oğlu Seyyid Tâhâ’nın, harikulade ve yüksek istidâdını anlattı. Mevlanâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri de, bir daha gelişinde, onu beraber getirmesini emir buyurdu. Seyyid Abdullah bir dahaki ziyâretlerinde yeğeni Seyyid Tâhâ’yı da götürdü. Mevlânâ hazretleri, Bağdat’ta Seyyid Tâhâ’yı görür görmez, hemen Abdülkâdir-i Geylanî hazretlerinin kabr-i şerîfine gidip istihâre etmesini emr eyledi. Seyyid Tâhâ da kabre gidip istihâre eyledi. Ceddi Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, Allahü teâlânın izniyle kabr-i şerîfinden kalktı ve onu çok iyi karşıladı. Sonra; “Benim yolum büyük ise de, şimdi ehli kalmadı. Mevlânâ Hâlid ise, zamanının âlimi, evliyânın en büyüğüdür. Hemen ona git, teslim ol, onun emrine gir” buyurdu.

Seyyid Tâhâ, büyük dedesi Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin ma’nevî emri ve izni üzerine, Mevlânânın huzûruna geldi. Bu öyle bir gelişdi ki, pek az kimselere nasîb olmuş, nasıl ve neler elde ederek gideceği, bu başlangıç ve gelişden belli oluyordu. Mevlânâ, Seyyid Tâhâ’nın yetişmesine, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, kalblerin düşünemediği manalara erişmesine himmet gösterip yardım etti. İleride zamanın en büyük âlim ve velîsi olacak tarzda, ihtimam ve ciddiyetle onu terbiye etti. Riyâzet ve mücâhedesinde hiç eksiklik etmedi. Nefsin istediklerini yaptırmayıp, istemediklerini yaptırdı.

Mevlânâ Hâlid hazretleri, yetiştirme ve terbiye esnasında, Seyyid Tâhâ’ya dağdan istincâ taşları getirttirdi. Bu hâl, talebeleri arasında, taaccüble karşılanır; “Hocamız Mevlânâ, Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) Ehl-i beytine çok fazla bağlı olduğu hâlde, Seyyid hazretlerini dağa göndermesinden hikmet nedir?” derlerdi. Hazret-i Mevlâna ise, bu husûsda konuşmaz sükût ederdi.

Seyyid Tâhâ hazretleri, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’nin yanında seksen gün kaldıktan sonra, evliyâlıkta pek yüksek derecelere kavuştu. Keşf ve kerâmet sahibi olarak hilâfet-i mutlaka ile şereflendi.

Seyyid Tâhâ hazretleri, hilâfetle müşerref olup Berdesûr’a hareket edeceği zaman, hazret-i Mevlânâ onu büyük bir cemâatle teşyî’ etti, uğurladı. Vedâdan sonra, Seyyid Tâhâ, Mevlânâ’nın ayrılmış olduğunu hissedip, atına binmek istediğinde, üzenginin bir kimse tarafından tutulduğunu anladı. Baktığında, üzengiye yapışan ve onu tutanın hocası Mevlânâ’nın olduğunu gördü. “Estağfirullah” deyip, geri çekildi. Hazret-i Mevlânâ, Seyyid Tâhâ hazretlerine hitaben; “Bir zaman nefsinin terbiyesi için size dağdan taş getirtiyordum. Şimdi Resûl-i ekremin Ehl-i beytine olan bağlılığım hasebiyle, üzengini benden başka kimse tutamaz. Siz de bundan kaçınamazsınız” buyurdu. O da sıkılarak, “Emîr edebden üstündür” sözü gereğince ata bindi. Bir müddet binlerce âlim, sâlih, talebe ve halkın katıldığı uğurlama merasimi ile yürüdü. Sonra, Mevlânâ durdu. Elindeki dizginleri, Seyyid Tâhâ’ya verip; “Bundan sonra dizginlerin senin elindedir. Terbiye ve yetişmende kusur etmedim. Cenâb-ı Hak yardımcın, büyüklerin rûhları sığınağın olsun” buyurdu. Tâhâ-i Hakkâri hazretleri Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin halîfesi olarak Berdesûr’a geldi.

Seyyid Abdullah, Nehrî’de talebe yetiştirmek ile meşgûl iken, oraya çok yakın olan Berdesûr’a Seyyid Tâhâ’nın da gönderilmiş olmasının hikmetini anlayamayan birçokları; “Böyle iki büyük halîfenin bir yere gönderilmesinin sebebi nedir?” dediler. Fakat bunu, kısa bir süre sonra Seyyid Abdullah vefât ettiğinde anladılar. Bunun üzerine, oranın halkı tarafından Seyyid-i Büzürk (Büyük Efendi) diye bilinen Seyyid Tâhâ hazretleri, Nehri kasabasına gelip talebe yetiştirmeğe başladı. Burada kırkiki sene, ilim talebesine, Hak âşıklarına ve Hakkı arayanlara feyz ve nûr saçtı. Âşıklar, uzaktan yakından pervane gibi bu irşâd ve nûr kaynağının etrâfına toplandılar. Nehri, Cennet bahçelerinin gıbta edeceği bir gülistan oldu ki, Allahı arayanların arzusu ve rûhlarının mıknatısı hâline geldi. Şimdi birkaç harab evin bulunduğu Nehri’de, o zaman nüfus onaltıbine yükseldi. Nehri, birkaç câmi, mescid, medreseler, çarşı ve diğer dükkân, han, hamam ve benzeri binalarla o civarın merkezi idi.

Seyyid Tâhâ hazretleri, vefa ve sadâkatte Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk’ı, şecaatte ve adâlette Hazreti İmâm Ömer’i, haya ve hilmde Hazreti Osman’ı, vilâyet-i kübrâda Hazreti İmâm Ali’yi (r.anhüm) temsil ederdi. Tıpkı Resûlullaha yakın Eshâb-ı Kirâmdan birisi gibi idi.

Seyyid Tâhâ hazretlerinin, murâkabe etmesinin çokluğundan, boynundaki kemik, dışarıya doğru eğilmiş gibi görünürdü. Vekâr ve heybetinden mübârek yüzüne bakılmazdı. Yüzündeki heybet şuası, ondördüncü gecedeki ay gibi gözleri kamaştırırdı. Alnı geniş, kaşları kesif (sık), iki kaşları arası açık, mübârek gözleri siyah, yüzleri yuvarlak, sakalı top, orta boylu bir nûr parçası idi. Gönül sahibleri görünce, rûhen âşık olurlardı. Hülâsa, ilâhî nûrun tecellîsi idi. Sohbetlerinin ehli olanlar, aşkla kendilerinden geçerlerdi. Nehri hududuna girildiğinde, feyz ve muhabbet kokuları, akıllı olanları ve gönül sahiplerini istilâ ederdi. Ziyâretçiler, abdestsiz olarak Nehrî’ye giremezdi. En büyük halîfelerinden meşhûr Molla Tâhâ ki, “Halîfe Köse” lakabıyla tanınır, o buyurdu ki: “İki yerinden başka Nehrî’nin bütün taşları, ağaçları, herşeyi nûrdur. Biri, yahudi mahallesi, öbürü Mûsâ Bey ismindeki bir münâfığın kalesidir.”

Seyyid Tâhâ hazretleri, teheccüd namazını ekseriya saâdetli hânesinde, ba’zan kendi mescidlerinde eda ederlerdi. Kuşluk namazını dâima câmide kılardı. Her gün medreseleri kontrol eder, müderris ve talebelerin tahsillerini tedkik buyururdu. Müderrislerin müşkil mes’elelerini hallederdi. Nehri, karınca yuvası gibi, dâima sâlih kişiler ve talebelerle dolu idi. Binlerce gönül sahibleri feyz almak için boyunlarını büküp, o dergâha akın ederlerdi. Gece-gündüz o makamın, zikr, fikr, ibâdet ve tâatsız bir ânı bulunmazdı. Seyyid Tâhâ hazretleri dergâha teşrîflerinde, herkesin gönülleri, inci saçılan dillerinden çıkacak sözlere bağlanırdı. Nehri kasabası binyediyüz hâne iken, hiçbir evde yemek söz konusu değildi. Hepsi tekkeden yer, içerdi. İkindi namazından sonra “Hatm-i hâcegân-ı kebîr”, sonra İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin “Mektûbâtı okunurdu. Seyyid Fehîm hazretleri Nehrî’de ise ona, yok ise, muhterem dâmâdları ve halîfeleri Seyyid Abdülehad hazretlerine okuturlardı. Bu arada ba’zı kelime veya cümle üzerinde geniş bir îzâh, sohbetlerinin mevzû’unun esâsı olurdu. Nehrî’de misâfirlerden, faraza sadrâzam olsa dahî, akşamla yatsı arasında yemek fasılası yoktu. Bu müddet zikr, fikr ve ibâdetle geçirilirdi. Akşam yemeği, akşam üzeri yenirdi. Talebelere teveccüh edip makamlarını yükseltme vakitleri, Seyyid hazretleri tarafından ta’yin buyurulur, gün, saat ve şartlarını îlan ederlerdi. Ba’zan bu teveccühü halîfelerinden birisine yaptırırlardı. Kendisini sevenlerden ve talebelerinden kimseyi unutmazlar, herkesin hâlini genişçe suâl buyururlardı. Kimin bir sıkıntısı olursa, hemen gidermeğe çalışırlardı. Sıla-i rahme ehemmiyet verir, muhtaç olanların ihtiyâçlarını karşılardı. Hocasının tavsiyelerine binâen devlet ricali ile temas buyurmazlar, ancak ba’zı müslümanların zararını önlemek üzere mektûp yazarlardı. Hâlbuki başta Sultan Abdülmecîd Hân olmak üzere, bütün devlet ricali her emirlerine amade idi.

Seyyid Tâhâ hazretleri, bütün cihâna hükmeden bir hükümdâr olsa, dünyâyı en güzel şekilde idâre edebilirdi. Aklı, idrâki, idâre ve intizâmı akıllara hayret verirdi. Dünyâ ve âhırete âid ilimlerdeki maharet ve ihtisası, herkesten üstün idi. Hülâsa, madden ve ma’nen, İslâm âlemine bahşedilen ilâhî lütuflardan bir büyük ni’met idi.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin babasının dedesi olan Seyyid Muhammed, o zaman Van’dan gelip, bu kaynakdan feyz aldı. Seyyid Tâhâ, Van’ı şereflendirince, Seyyid Muhammed’in evinde misâfir olurdu. Seyyid Muhammed’in birâderi Molla Lütfî’nin oğlu Seyyid Sıbgatullah Efendi de, Hizân’dan Van’a gelince, Seyyid Tâhâ’ya talebe oldu. Çok feyz ve bereketlere kavuştu. Sonra Hizan’a babasının yanına gitti. Bundan sonra, yüzlerce talebesi ile, her yıl Nehri’ye Seyyid Tâhâ hazretlerini ziyârete giderdi.

Seyyid Tâhâ hazretleri zamanında, İran Şahı, Şemdinan’a yakın 145 pare köyü, her şeyi ile beraber Seyyid Tâhâ’ya bağışladı. Bu haberi kendisine getirdiklerinde, bir an başını eğip kaldırdıktan sonra; “Elhamdülillah” dedi. İran şahı ölünce, oğlu bu köyleri geri aldı. Haberi Seyyid Tâhâ’ya getirdiklerinde, yine başını eğip bir an sonra kaldırdı ve; “Elhamdülillah” buyurdu. Köse Halîfe; “Efendim! Köyleri size hediye ettikleri zaman da hamd ettiniz. Geri aldıklarında da hamd ettiniz. Hikmeti nedir?” diye arzedince; “Hediye ettikleri zaman kalbimi yokladım. Dünyâ malına sevinmediğimi gördüm, bunun için hamd ettim. Şimdi geri aldıklarında, yine kalbime baktım. Hiç üzüntü bulunmadığını gördüm. Yine hamd ettim” buyurdu.

Seyyid Tâhâ hazretlerinin, Köse Halîfe nâmıyla ma’rûf, âlim, âmil ve veliy-yi kâmil bir talebesi var idi. Seyyid Tâhâ’nın halîfelerinden olup ismi Tâhâ idi. Edebinden, “İsmim Tâhâ’dır” demeğe haya ederdi. Üstadından kendisine bir isim vermesini düşünür, fakat arzedemezdi. Sakalı biraz seyrek idi. Birgün, bu düşüncesini ve utancını keşfeden hocası, bir talebesine; “Bizim Köse buraya gelsin” buyurdu. Buna çok sevinip, bu ismi üzerine aldı ve hilâfetle şereflendikten sonra da ismi, “Köse Halîfe” kaldı.

Seyyid Tâhâ-i Hakkâri’nin kerâmetleri pekçoktur. Bunlardan ba’zıları:

Musul taraflarında şeyhlik iddiasında bulunan bir kimse, talebesinden birini Seyyid Tâhâ hazretlerinin yanına gönderdi ve; “Seyyid Tâhâ’ya, sünnete uymayan bir iş işletmeden, buraya dönme” dedi. O da kalkıp Nehrî’ye geldi. Bir ikindi namazından sonra, Seyyid Tâhâ hazretlerinin mescidin kapısında duran ayakkabılarından sol ayağınınkini uzağa koydu. Bununla mescidden sağ ayakla çıkmasını ve sünnete uygun olmayan bir iş yapmasını düşünmüştü. Fakat Seyyid Tâhâ hazretleri, kalabalık içerisinde, o kişiye hitâb edip; “Aldığın ayakkabıyı yerine koy! Senin aradığın şey, bu kapıda yoktur” buyurdu.

Bir gece hırsızın biri, Seyyid Tâhâ hazretlerinin anbarına girip bir çuval un almak istemişti. Çuvalı doldurdu, fakat kaldıramadı. Yarıya kadar boşalttı, yine kaldıramadı. Biraz daha boşalttı. Yine kaldırıp götüremedi. O sırada, Seyyid Tâhâ hazretleri anbara geldi ve; “Ne o, çuvalı kaldıramıyor musun? Yardım edeyim” deyince hırsız, donakalıp birşey diyemedi. Seyyid hazretleri çuvalı kaldırıp, hırsızın sırtına verdikten sonra; “Bunu al git, bizim adamlarımız görmesin, belki canını yakarlar. Bir daha ihtiyâcın olursa, anbara değil, bize gel” buyurduğunda hırsız tövbe edip, sâdık talebelerinden oldu.

Seyyid Tâhâ hazretlerinin kayınpederi, Nehri kadısı idi. Bu mübârek dâmâdını o kadar çok severdi ki, kabrinin, onun kabrine girişte yapılmasını ve; “Seyyid Tâhâ hazretlerinin kabrini ziyâret etmek isteyen Hak âşıkları, benim mezarıma uğrayıp da geçsinler. Belki o mübârek zâtı ziyâret edenlerin hürmetine Allahü teâlâ beni affeder. Yahut onu ziyârete gelenlerin ayaklarına mezarımın toprağı değmekle teberrük ederim” buyurdu. (Gerçekten o mezar, Seyyid Tâhâ hazretlerinin mübârek kabirlerinin tam girişindedir.)

Bir ermeni. Seyyid Tâhâ hazretlerine gelip; “Çocuğum olmuyor, sizin büyük bir zât olduğunuza inanıyorum. Duâ edin de, çocuğum olsun” dedi. Seyyid Tâhâ hazretleri, talebesinden birine; “Git bir beze iki tane koyun kılı koy, sar, getir!” buyurdu. Talebesi emri yerine getirdi. Seyyid Tâhâ, ermeniye; “Bu bezi beline sar, hiç çıkarma” buyurdu. Aynı ermeni beş sene sonra gelip; “Efendim, her bâtında iki çocuk olmak üzere, beş senede on tane çocuğum oldu. Artık yeter” dedi. Seyyid Tâhâ da; “Belindekini artık çıkarabilirsin” buyurdu.

Seyyid Sıbgatullah, Arvas’dan Hizân’a halîfe olarak gönderilmeden önce, Van’a gitmişti. Van vâlisi, Vanlılara nasihat etmek için Van’da kalmasını çok rica etti. O da; “Hocam Seyyid Tâhâ hazretleri müsâade ederlerse kalırım” dedi. Nehrî’ye varınca, vâlinin ricasını ve ilâveten; “Van halkı nasîhata çok muhtaçdır” diyerek arzetti. Seyyid Tâhâ: “Molla Sıbgatullah! Van halkı âsîdir. Ne sen onları ıslah edebilirsin, ne de ben. Ancak bana ma’lûm olduğuna göre, sizin hânedandan büyük âlim ve fâzıl Seyyid Fehîm isminde bir zâtın gizli te’sîrli himmetleri ile Van halkı muvakkaten ıslâh edilecektir. O zâtın şu anda hayatta olup olmadığını bilmiyorum” buyurunca, bu hikmetli beyânlarına karşılık Seyyid Sıbgatullah; “Evet efendim, o zât benim amcazâdemdir. Cezîre’de Şeyh Hâlid Cezîrî’nin yanında, ilim tahsiline devam etmektedir. Gerçekten buyurduğunuz gibi ilim ve fazileti ile meşhûrdur” dedi. Hazret-i Seyyid Tâhâ, bu îzâha çok memnun olup; “İkinci gelişinizde onu mutlaka bana getireceksiniz” buyurdu.

Bir müddet sonra, Seyyid Muhammed, oğlu Seyyid Fehîm’in Seyyid Tâhâ hazretlerinden ilim tahsil etmesi için onunla Nehrî’ye doğru yola çıktılar. Yolda; “Yavrum Fehîm! Huzûruna çıkacağın Seyyid Tâhâ, çok büyük zâtdır. Vilâyet derecelerinin en yükseğindedir. Feyz almadıkça, kemâle ermedikçe, ondan sakın ayrılma” dedi. Nehrî’de Seyyid Tâhâ hazretlerinin elini öptüler. Seyyid Fehîm-i Arvâsî ayakta iken, Tâhâ-i Hakkâri hazretleri bir vazîfe verip, ta’lim buyurdu. Sıcak bir günde anlattıklarını tekrar ettirdi. Seyyid Fehîm, hepsini olduğu gibi söyleyip, yalnız “Hatt-ı tûlânî” yerine “Hatt-ı tûlf” dedi. Seyyid Tâhâ, onu hemen düzeltti. O zaman Seyyid Fehîm pek genç idi. Medrese derslerini henüz bitirmemişti.

Seyyid Tâhâ hazretleri, birgün talebeleriyle birlikte, Ahmed-i Cüzeyri hazretlerinin “Dîvân”ından okuyordu. Bir beytin ma’nâsını talebelerine sordu. Herkes birşeyler söyledi. O zaman, Seyyid Fehîm çok genç idi ve oraya yeni gitmişti. “Sen ne dersin Molla Fehîm?” buyurdu. Seyyid Fehîm hazretleri de, anladığını söyledi. Nihâyet Seyyid Tâhâ; “Söyleyenler içerisinde, Cüzeyrî’nin muradına en yakın olanı Seyyid Fehîm’in söylediğidir. Bununla beraber, onunla, Cüzeyrî’nin muradı arasında yerle gök kadar mesafe vardır” buyurdu. (Cüzeyrî büyük velîlerden ve Hak âşıklarından olup, yaslandığı taş, kalbinin hararetinden, aşkının ateşinden ısınırdı. Oradan ayrılınca, ihtiyâr bir kadın o taşa hamurunu koyar, biraz sonra hamur pişerek ekmek olurdu. Çok garîb kerâmetleri, çok ince ve yanık ma’nâlı şiirleri vardır. “Dîvân”ı, doğu illerimizde asırlardır okunmaktadır.)

Tâhâ-i Hakkâri hazretleri, Seyyid Fehîm’i öyle yetiştirmişti ki, oğlu Habîb vefât edince, Seyyid Fehîm hazretlerine; “Bir bak bakalım, bizim evlâd nasıldır, ne ile meşgûl oluyor?” buyurdu. Seyyid Fehîm hazretleri, kabrinde murâkabe edip geldi ve; “Oğlunuzu, rahat ve dağılmış inci tesbîh tanelerini toplayıp, bir ipliğe dizmeğe uğraşır gördüm” dedi. Bunun üzerine Seyyid Tâhâ; “Ben de öyle gördüm, onları ancak kıyâmete kadar dizer” buyurdu. (Bu oğullarının kabri, kendi kabirlerinin bitişiğindedir.)

Seyyid Tâhâ, birgün, câmi duvarına dayanarak otururken, oraya Seyyid Fehîm geldi. Seyyid Tâhâ hazretleri mübârek eli ile işâret ederek, onu yanına çağırdı ve buyurdu ki; “Sen zekî bir talebesin. Mutavvel’i okumalısın!” O da; “Efendim kitabım yok. Hem de, memleketimizde okunan bir kitap değildir” deyince, Seyyid Tâhâ kendi kitabını verdi. Seyyid Fehîm tahsilini bitirmek için, Muş’un Bulanık kazası, Âbirî köyünde, Molla Resûl-i Sübkî’nin yanına gitti. Mutavvel’i bunun huzûrunda okuyup, bitirdi. Vilâyet derecelerinde yükselmek için de her yıl iki kerre Nehrî’ye ya’nî Şemdinân’a geliyordu. Her gelişinde, Seyyid Tâhâ’nın çeşitli iltifâtlarıyla şerefleniyordu. Meselâ birgün, câmi sofasında “Mektûbât” okunuyordu. Dinleyenler çok kalabalıktı. Seyyid Fehîm ise uzakta ayakta dinliyordu. Seyyid Tâhâ, kitapdan başını kaldırarak; “Molla Fehîm! Acaba şimdi hiç üstâd yok mu?” buyurunca, Seyyid Fehîm cevap vererek; “Şimdi bulunan üstâd gibi, hiç gelmemiştir” deyiverdi.

Seyyid Tâhâ hazretleri, Seyyid Fehîm’in kemâle gelip olgunlaştığını görünce ona, talebe yetiştirmek üzere mutlak icâzet verdi. Seyyid Fehîm ise, bu işi görmeğe lâyık olmadığını bildirdi. Seyyid Tâhâ ise, ısrarla bu vazîfeyi alması için uğraştı ve kabûl ettirdi. Memleketi olan Arvâs’a gitmesini emir buyurdu. Seyyid Fehîm, Nehri’deki dağın tepesine çıkıp giderken, tekrar çağırdı. Kitapların içindeki mektûplarını kendisine göstererek; “Bu ihlâs ve sevgi, sizin değil midir? Niçin bu vazîfeden kaçınıyorsun” buyurdu.

Seyyid Tâhâ hazretleri, bir gece rü’yâsında Resûl-i ekrem efendimizi ( aleyhisselâm ) uçsuz-bucaksız bir sahrada ilerlerken gördü. Önlerinde, yanlarında ve arkalarında, şefaat isteyen pekçok insan vardı. Kimi eteklerine tutunmuş, kimi önlerine geçip dize gelmiş ve başını eğmişti. Seyyid Tâhâ hazretleri bir kenarda bekliyordu. Allahın Resûlü ( aleyhisselâm ) onu görünce, ona doğru yöneldiler. Ona iltifâtlarda bulundular.

Yine bir gece rü’yâsında, dağdan bol bir suyun aktığını ve herkesin ondan içmeğe koştuğunu gördü. Kendisi ise o gün, suyu kaynağından içmek için dağın tepesine tırmanıyordu. Bir de gördü ki, suyun kaynağında Allahın Resûlü ( aleyhisselâm ) var. Ve bütün sahrayı kol kol dolaşan sular, O’nun mukaddes parmaklarından akmaktadır… Seyyid Tâhâ, suyu o mübârek parmaklardan ve fışkırış noktasından içmek saadetine erişmek için yaklaştı ve içti.

Hocası Mevlânâ Hâlid hazretleri, kendisine yazdığı Fârisî mektûplarından birinde şöyle buyurdular: “Kıymetli Seyyid Tâhâ! Allahü teâlânın emânında olunuz! Âfet olan şöhretten dâima çok sakınınız! Kişi için, talebelerin çokluğu büyük belâ olabilir. Allahü teâlâ sizi o âfetten korusun! Âmîn. Kalbin acem beldelerine meylini, öldürücü, rûhu kurutucu zehir biliniz! Nerede kaldı ki, onların yanına gidilsin. Onlara yakın olmaktan, tatlı, idâreli dil kullanmaktan çok uzak olmalıdır. İnşâallah bir araya gelmezsiniz. Eğer şah bile bizzat da’vet ederse, gitmemelidir. Nerede kaldı ki, başkalarının da’vetine gidilsin. Böyle da’vete verilecek cevap şudur: “Biz derviş kimseleriz. Bizim işimiz, dünyâdan kesilmek ve İslâm pâdişâhına duâ etmek, insanların dînine hizmettir. Devlet reîslerinin meclisinin edeblerini bilmeyiz.” Sana emrettiğim üzere ol, muhalefet etme! Molla Mustafa Eşnevî’ye de fakirin selâmını söyle ve bu yazdıklarım aynı zamanda onun içindir. Fitne olan yerden çok uzak olup, dîne hizmet edecek yerde bulunmak ve yerleşmek zarurîdir. Bizden birşey gizli tutulmasın ki, helake sebep olur. Kulların en za’îfi Hâlid-i Nakşibendî Müceddidî.”

Seyyid Tâhâ hazretleri, halîfesi Seyyid Sıbgatullah Arvâsî’ye yazdıkları Fârisî bir mektûpda şöyle buyuruyor: “Adı güzel, feyz ve fâide menbâı Molla Sıbgatullah! Selâm eder, duâlarımı bildiririm. Gönderdiğiniz güzel mektûbunuz geldi. Bizi sevindirdi. Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun ki, dünyâ ve âhıret saadetinin sermâyesi olan fukaraya (evliyâya) muhabbetiniz hiç sönmemiş, kızıl kor gibi durmaktadır ve ayrılık günleri onu hiç etkilememiş. İki şeyi muhafaza etmek lâzımdır: Bu dînin sahibine son derece bağlılık ve hocasına ihlâs ve muhabbet üzere olmak. Bu iki şey olunca, ne verilirse ni’mettir. Bu ikisi kuvvetli olup, başka birşey verilmezse, hiç üzülmemelidir. Sonunda verilecektir. Eğer, Allah korusun, bu iki şeyden birinde halel (ârıza, sakatlık) olursa, bununla birlikte hâller ve zevkler bulunsa da, bunları istidrâc bilmeli, kendinin harablığı görmelidir. Doğru yol budur. Allahü teâlâ muvaffak eylesin!”

İkinci mektûplarında da; “Duâcınızın hâllerini sorarsanız, Allahü teâlâya hamd olsun ki, sevdiklerimizin istediği şekildedir. “Kardeşimin oğlu, birkaç kimse ile birlikte huzûrunuzla şereflenmek isterler, izin var mıdır?” diyorsunuz. Buyursunlar! Fakat kendinizi onlara karşı yetersiz göstermemek şartıyla. Her zaman geliniz. Canınız istediği kadar kalınız. Ne zaman gitmek isterseniz gidersiniz. Vesselâm ved-duâ! Kulların en za’îfi Seyyit Tâhâ Hâlid-i Nakşibendî.”

Birgün Seyyid Tâhâ hazretlerine; “Amcanız Seyyid Abdullah hazretlerinin üzerinde türbe vardır. Başkalarında ise yoktur. Acaba hikmeti nedir?” diye sordular. Seyyid Tâhâ hazretleri de şöyle buyurdu: “Biz Berdesûr’dan Nehrî’ye gelmeden önce, basit bir şekilde örtmüşler. Amcam sağ olsaydı, babasının üstünü dahî örtmezdi. Madem ki, siz örttünüz, biz birşey demiyoruz. Ama bizim üzerimiz örtülmeyecektir.” (Gerçekten bu emir devam etmektedir. Başkale’de, Gayda’da, Arvas’da, Van’da, Ankara’da ve diğer yerlerdeki ona bağlı seyyidlerin hiçbirinin üstü örtülü ya’nî türbe içinde değildir.)

Seyyid Tâhâ hazretleri Şehîdân dağını her yıl iki kere ziyâret ederdi. (Bu dağ, Şemdinli’nin doğusunda, hattâ babalarının medfûn bulunduğu Meleyân köyünün de doğusundadır. İran hududuna yakındır. Hazret-i Ömer ( radıyallahü anh ) zamanında, Eshâb-ı Kirâm, o belde ve ülkeleri feth için buraya gelmişler ve bu dağda şehîd olmuşlardır. O zamandan beri bu dağın ismi Şehîdân (şehîdler) dağıdır.

Irak’ın Revândız havâlisinde, Berzend kabilesi ile Hayderî kabilesi arasında bir husûmet meydana gelip, birbirlerine harb îlân ettiler. Irak’ta, sözleri geçen bütün halk araya girdiği hâlde, bu fitne ve kavgayı önleyemediler. Önemli mes’ele olduğundan, Seyyid Tâhâ hazretlerine; “Bunu siz hâlledersiniz” dediler. Sulh ve barıştırma dînî bir emir olduğundan, hemen Irak’a, ya’nî Revândız’a hareket eyledi. Her iki taraf Seyyid Tâhâ hazretlerini görünce, birlikte karşılayıp ellerini öperek emirlerine uydular. Bunları barıştırıp, Nehrî’ye geldiklerinde, âdetleri olduğu üzere, Nehri yolunda bulunan nehir kenarındaki Zî Tûvâ Çeşmesi başında istirahat ettiler. Beraberlerinde bulunan bin kişiye öyle bir teveccüh ettiler ki, bunlardan beşyüz kişi derhal, o anda hâl ve kerâmet sahibi oldu. (Bu büyük kerâmet, irşâd târihinde ender zevata nasîb olmuştur. Zî Tûvâ Çeşmesi, bugünkü kaza merkezi ile, Nehri arasındaki dere kenârındadır.)

Irak’tan iki seyyid genç, altı katırı hediyelerle yükleyip, Nehrî’ye, Seyyid Tâhâ hazretlerine getirmek için yola çıktılar. Hârûnân köyünden geçerken, Seyyid Tâhâ hazretlerinin büyüklüğünü inkâr eden Mûsâ Bey adındaki bey, katırları yükleri ile birlikte gasbetti. Gençler ağlayarak Nehrî’ye gelip Seyyid Tâhâ hazretlerini haberdâr ettiler. Seyyid Tâhâ, Mûsâ Bey’e haber gönderip; “Bu katırların yükleri bana âit olduğundan, yükler senin olsun. Bu gençler seyyiddirler. Onlara merhamet et, katırlarını teslim et” buyurdu. Mûsâ Bey emirlerini dinlemedi. Katırları vermedi. İkinci defa haber gönderip; “Benim nâmıma ve hatırıma versin” buyurdu. Buna da karşı çıkınca, Seyyid Tâhâ büyük hiddetle; “Cum’a gecesi gelsin de o vermesin görelim” buyurdu. Cum’a gecesi, Nehrî’den, talebeler gidip, neticeyi öğrenmek için nöbet beklediler. Meğer Bey, divanhânesinde kendine inananlarla oturmuş, Seyyid Tâhâ’nın evliyâlığını inkâr husûsunda konuşuyormuş. Bu fısk meclisinin bitişinden sonra, yatak odasına girip yatağına uzanırken, mi’desine bir ağrı girdi. “Karnım!.. karnım!..” diye bağırarak can verdi. Vaziyeti anlayan dokuz oğlu hemen Nehrî’ye gelip, katırları yükleri ile birlikte teslim ederek Seyyid Tâhâ’ya sığındılar. “Lütfen, merhameten babamızın defin merasiminde bulunup, duâ buyurunuz” dediler. Onlara cevaben; “Benim bulunmam, ona bir menfaat sağlamaz buyurdu. Çocukları çok ısrar ettiler. Hazret-i Seyyid nihâyet kalkıp, cenâzeye gitti. Cenâzenin kapkara kömür gibi olduğu görüldü. Definden sonra, Seyyid Tâhâ; “Benim gelişimden zerre kadar menfaatlenmedi” buyurdu. Cenâb-ı Hak, bir seyyide hakaret etmenin onu üzmenin cezasını verdi. Bunu herkes açıkça gördü.

Herkî aşiretinden Molla Abdullah isminde bir müderris, iki talebesi ile birlikte ziyâret için Nehri’ye giderken, çayın başında oturdular. Molla Abdullah, talebelerine; “Herkes abdest alarak Nehri’ye gider. Abdestsiz kimse gitmez. Ben bu âdeti bozup, abdest almadan gideceğim” dedi. Talebeleri; “Hocam, biz bu âdeti bozmayalım, abdest alıp da gidelim” dedilerse de Hoca Efendi: “Sanki bu dînî bir hüküm müdür? Ben yapmam!” dedi. Bu arada elini yüzünü yıkarken, koltuğundan bastonu suya düşdü. Elini uzatıp, bastonu almak isterken, hikmet-i ilâhî baston, onun başına, yüzüne vurarak yüzünü gözünü kan içinde bıraktı. Sonra baston gayb oldu. O da, böyle söylediğine pişman oldu. Yaralarını sarıp, abdest aldı. Nehri’ye gitti. Seyyid hazretlerinin dergâhına girince, bastonu duvarda asılı gördü. Gözleri bastona takılıp kalınca, Seyyid Tâhâ hazretleri; “Herhalde bu bastondan dayak yemişsiniz” buyurdu. Molla Abdullah yaptıklarına pişman olup, tövbe etti, talebelerinden olmakla şereflendi.

Berzencî seyyidlerinden Seyyid Mûsâ, kervanabaşı olarak İran’a gidiyordu. Gayet sarp bir yerde, ayağı kayan katırı uçuruma yuvarlanırken; “İmdâd yâ Seyyid Tâhâ!” diye bağırdı. O anda bir el, hayvanı olduğu yerde durdurdu. Çekip yola çıkardılar. Seyyid Mûsâ, bir müddet sonra ziyâret için Nehri’ye gitti. Seyyid Tâhâ hazretleri; “Yâ Seyyid Mûsâ! Bir katır için bizi İran’a çekiyorsunuz” buyurdu.

Van’ın Gürpınar kazasından bir zât, Nehri’ye gidip, Seyyid Tâhâ’ya talebe olmak istedi. Kabûl edilince de geri dönüp evine geldi. Talebe olduktan birkaç gün sonra, hayvanlarının bir kısmını kurt kaparak telef etti. Şeytan; “Bu hocaya bağlanmak sana yaramadı, uğursuz geldi” diye vesvese verdi. O talebe nihâyet Seyyid Tâhâ hazretlerinin daha önce kendisine hediye ettiği tesbihi iade etti. Maksadı hocasından ayrılmaktı. Tesbih, Seyyid Tâhâ’ya takdim edildiğinde, tebessüm buyurdu. Aradan günler geçmişti. Birgün öğle vakti namaza kalkarken, birden mübârek ellerini uzatıp; “Def ol, yâ la’în” buyurup namaza başladılar. Namazdan sonra Köse Halîfe; “Efendim, mübârek ellerinizi uzatmadaki hikmet ne idi?” diye suâl etti. O da: “Gürpınar’da bir müslüman sekerâtta iken, şeytan aleyhilla’ne imansız gitmesine çalışıyordu. Büyüklerin bereketiyle defedildi. Adam îmânla vefât etti” buyurdu. Köse Halîfe; “Tesbihi iade eden olmasın?” dedi. “Evet, odur” buyurdu. “Efendim, o edebsizlik ve terbiyesizlik etmişti” deyince de; “Bir zaman bize muhabbeti var idi” buyurdular.

Seyyid Tâhâ hazretleri, birgün câmide büyük bir cemâate namaz kıldırmak için ayağa kalkmıştı. Niyetten önce, mübârek sağ elini birden ileri uzattı. Geri çektiğinde bir miktar su, mübârek cübbelerinin kolundan döküldü. Canlı bir balık da yere düştü ve çırpınmağa başladı. Cemâat hayrette kaldı. Namaz kılındıktan sonra Köse Halîfe cesâret edip; “Efendim, bu su ve balık nereden geldi?” diye arz etti. Seyyid Tâhâ hazretleri cevaben; “Kızıldeniz’de bir gemi batıyordu. Talebelerimizden birinin “İmdât yâ mübârek hocam” diye çağırması üzerine, yardım edip, gemiyi düzelttik. Büyük âlimlerimizin himmeti, bereketiyle kurtuldular. Bu su ve balık oradandır” buyurdu.

Sultan Abdülmecîd Hân zamanında, Müks kaymakamı Derviş Bey, yaptığı bir hatâ sebebiyle kaymakamlıktan çıkarılmış, ayrıca yakalandığında hapse atılması için emir verilmişti. Bu sebeple Derviş Bey, gece gündüz saklanıyor dışarı çıkamıyordu. Kaymakam Derviş Bey’in hatırına, Arvas’ta Seyyid Fehîm hazretleri geldi. Hemen huzûruna gidip, tövbe ettiğini vazîfesine yeniden iade edilmesini, kendisinin affedilmesi için Şark bölgesinin askerî idâre âmiri olan Erzincan müşîrine şefaatçi olmasını yalvardı. Seyyid Fehîm hazretleri kendisine sığınan kaymakama; “Allahü teâlâya hamd ve şükür olsun ki, seyyidimiz ve mürşidimiz hayattadır. Böyle mühim mes’elelere karışmam doğru olmaz. Seni bir mektûpla ona göndereyim. İnşâallah te’sîrini muhakkak görürsünüz” diye müjde verdi. Kaymakam Derviş Bey, Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna varınca, takdim olunan mektûbu okudu. Sonra, Seyyid Tâhâ, hemen Erzincan müşîrine şu meâlde bir emirname yazdı: “Derviş Bey’i sana gönderiyorum, işini mutlaka yap. Senin de bana bir işin düşerse yaparım, vesselâm.” Mektûbu Derviş Bey’e verdi. Derviş Bey mektûbu okudu, tatmin olmadı. Fakat; “Bundan başka çâre yoktur” deyip, Erzincan’a yollandı. Bir gece yarısı Erzincan’a ulaştı; “Şimdi bir otele ineyim, yarın müşirle görüşürüm” deyip, bir otele gitti. Hemen karşısında polisleri gördü. Meğer bütün otellerin kapısındaki polisler, Derviş Bey’i bekliyormuş. İsmini sordular. Derviş olduğunu anlayınca, hürmet gösterip; “Hemen müşîr Bey’e gidelim” dediler. Derviş Bey; “Gecedir, yatıyor, rahatsız etmiyelim” dediyse de, polisler; “Bize verilen emir ve talimat şudur: “Müks’lü Derviş Bey hangi saatte gelirse, derhal bana getirin, uykuda isem uyandırın.” Derviş Bey’i hemen götürüp, müşîre haber verdiler. Müşîr derhal kalkıp, Derviş Bey’in boynuna sarıldı ve; “Bu sekizinci gecedir, hazret-i Seyyid Tâhâ bir an bile uyku ve istirahatime müsâade buyurmadılar; “Derviş Bey’i gönderiyorum, işini mutlaka yap, serbest olsun, aksi takdîrde helak olursun” buyuruyor” dedi. Hemen telgrafla Derviş Bey’in tahliye edilmesini, affedildiğini, vazîfesine iade edildiğini bildirdi. Serbest olarak eski yerine gönderdi. Derviş Bey, dönüşünde teşekkür için Nehri’ye Seyyid Tâhâ hazretlerine gidip, elini öptü; “Sizin yolunuza girip talebeniz olmak istiyorum” deyince, Seyyid hazretleri; “Arvas’a git, Seyyid Fehîm Efendi, yapacağın vazîfeyi söylesin” buyurdu.

Misâfirlerin hizmetlerine me’mûr levazım âmiri, bir akşam üzeri Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna gelerek; “Efendim! Bu fakîr, bu akşam üzeri, bin erkek ve beşyüz kadın misâfirlerin yemeklerini çıkartıp yedirdim. Şu anda beşyüz kişi Nehrî’ye girmektedir. Anbarlarda un kalmadı, ne yapayım?” diye arzedince, Seyyid Tâhâ; “Anbarlarda olması lâzım” buyurdu. “Efendim, süpürdüm, birşey kalmadı” deyince; “Bir daha bak” diye emretti. Bunun üzerine âmir gidip baktığında, anbarların unla dolu olduğunu hayretle gördü.

Seyyid Tâhâ, Nehrî’nin alt tarafında bir değirmen yapmayı düşündü. Bu değirmenin plânı ve projesini bizzat kendisi hazırlayıp, yapılışı esnasında talebeleriyle beraber sırtında taş taşıdı. Günlerce çalıştıktan sonra nihâyet değirmenin inşâsı tamamlandı. Değirmen öyle san’atlı, öyle muntazam yapılmıştı ki, hazne kısmına buğday konulduğunda kendiliğinden çalışmaya başlar, haznede buğday bittiğinde de dururdu. Bunu görenler, Seyyid Tâhâ hazretlerinin aklının çokluğuna hayran kalırlardı. Nitekim halîfelerinden Seyyid Sıbgatullah şu beyti söylemiştir:

“Gözümüz revak gibi sizin eşiğinizdedir,
Kerem et, kalbime gir; evim sizin evinizdir.”

Seyyid hazretleri beyti işitip, iltifâtla yanlarına teşrîf buyurdu.

Bir kimse şehîd olmuş ve büyük bir velînin yanına defnedilmişti. Seyyid Tâhâ onun şehîdlik mertebesini görüp; “Bu kimsenin, şu büyük velîden aşağı olduğu söylenemez” buyurdu.

Seyyid Tâhâ hazretleri, kendisini Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye götüren velîni’meti amcası Seyyid Abdullah hazretlerine, bu büyük ni’metin şükrü olarak, hep hürmet ve hizmet etti. Onu hep iyilikle andı ve rûhuna pekçok sevâblar hediye etti. Ayrıca buyurdu ki: “Vefât ettiğimde benim kabrimi kabristanın en üst tarafına yapınız ki, sırf beni ziyârete gelenler, amcam Abdullah hazretlerinin kabrine uğramak mecbûriyetinde kalsınlar.

Onu da ziyâret ederek mübârek rûhuna sevâblar hediye etsinler.” (O kabristanın bir yolu vardı. Seyyid Abdullah’ın kabri girişte idi. Seyyid Tâhâ hazretlerinin kabrine gitmek isteyen Seyyid Abdullah’ın kabrinin yanından geçmesi lâzımdı.)

Seyyid Tâhâ hazretleri, öyle yüksek dereceli bir âlim idi ki, onu gören müslim veya gayr-i müslim, o anda Allahü teâlâyı hatırlarlardı.

Mevlânâ Hâlid hazretleri; “Beni, Seyyid Abdullah ve Seyyid Tâhâ’dan üstün zannetmeyin” buyurunca, meclisinde olanlar; “Efendim! Siz ikisinin de hocasısınız” dediler. “Benim onlar yanındaki yerim, bir sultanın çocuklarını yetiştiren bir hoca gibidir. Onlar sultanın çocukları olduğu için, bu hocadan üstündürler” buyurdu.

Seyyid Tâhâ hazretleri Seyyid Sıbgatullah’a buyurdular ki: “Molla Sıbgatullah! Üstadına muhabbet ve onunla sohbet, her şeyden üstündür. Çünkü üstâd, kemâl mertebelerinin en yükseğine kavuşturmak ve ona ma’rifetleri vermekle, talebesinin hastalıklarını izâle eder, giderir” buyurdu.

Yine şöyle buyurdu:

“Şâh-ı Nakşibend hazretleri, yolunun esâsını Eshâb-ı Kirâmın (aleyhimürrıdvân) yolu üzere kurdu. Onlar Resûlullahın ( aleyhisselâm ) muhabbeti ile yetindikleri gibi, bize de üstada muhabbet yeter.”

“Bana Cennet ve Cehennemden bahsetmek işi verilmedi. Bu kapıda olanlara bu ikisi te’sîr etmez.” Bu sözü açıklarken halîfesi Seyyid Sıbgatullah Arvâsî şöyle buyurdu: “Ebrâr, ya’nî iyi mü’minler âhıretleri için amel ederler, mukarrebler, ya’nî Allahü teâlâya yakın olan ve hep O’nunla bulunmaktan zevk alan seçkinler, sâdece Allahü teâlâ için amel ederler.”

“Zikr yapılmaksızın yalnız rabıta ile Hakka kavuşmak mümkündür. Zikr ise, rabıtasız kavuşturucu değildir.”

Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretleri, Seyyid Tâhâ hazretlerine; “Nefehât gibi ba’zı kitaplarda, ba’zı evliyâ için (kuddise sirruh) ba’zıları için (r.aleyh) deniyor; hikmeti nedir?” diye suâl edince, şöyle buyurdu: “Birincisi, nefsinden tamamen kurtulanlar, ikincisi kendinde, nefsinden birşeyler kalanlar içindir. Nefsden tamamen kurtulmak, irşâdın şartı değildir. (R.aleyh) denenlerden de bir çoğu, irşâd makamına oturmuşlar, büyüklerin yolunda olup, fâideli olmuşlardır.”

Halîfesine şöyle buyurdu: “Halka önce işâretle muâmele et. Bu fâide vermezse ibâre ile (söz ile) söyle. Bu da fâide vermezse, ondan yüz çevir. Sen birinden yüzünü çevirirsen, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) kadar bütün “Silsile-i aliyye” büyükleri ondan yüz çevirir.”

“Münkirden (inkarcıdan) aslandan kaçar gibi kaçın! Münkirin ekmeğini yiyenin kalbi, zikre karşı kırk gün ölür. Bu münkirler, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) zamanında olsaydı, ona îmân etmezlerdi.”

Seyyid Tâhâ hazretleri ba’zan; “Misvakla kılınan bir rek’at namaz, misvaksız kılınan yetmiş rek’attan hayırlıdır” hadîs-i şerîfini okurdu. “Hadîsdeki sivâk, “misvâklamak” ma’nâsına geldiği gibi “sensiz” ma’nâsına da gelir. O zaman hadîs-i şerîfin ma’nâsı; “Sensiz, ya’nî kendini düşünmeden Rabbinle olduğun bir rekat, kendinle olduğun yetmiş rek’attan fâidelidir” buyururdu.

Birgün, kendilerine; “Nehrî’de sâdık talebeniz kimdir?” dediler. “Molla Muhammed Münhanî’dir” buyurdu. “O, katı tabiatlıdır” dediler. Bunun üzerine Mevlânâ Ahmed Cüzeyrî’nin Dîvân’ındaki şu beyti okudu:

“Ehl-i tarik, makamları seyr ederken renk renktir,
Bir kısmı ilâhi cemâl, bir kısmı celâldedir.”

“Amellerinizi ucb (kendini beğenmek, ibâdeti kendinden bilmek) ile örtmeyiniz, yok etmeyiniz.”

“Bizim yolumuzda ucb ve riya yoktur. Riya ve ucba helâl diyen, yolumuzda değildir.”

“Bizim yolumuzun yolcularının fâideleri, ana ve babalarına dahî ulaşır.”

Evliyânın vefâtından sonra istifâde hakkında; “Kılıç kınından çıkmadıkça, (ruh, bedenden çıkmadıkça) kesmez” buyurdu.

Seyyid Tâhâ hazretleri, 1269 (m. 1852) senesinde bir ikindi vakti, Haram Çeşmesi denilen ağaçlık bir mevkide talebeleri ile sohbet ediyordu. Sohbet ânında kendisine iki mektûp arzedildi. Bunları kıymetli dâmâdı Abdülehad Efendi’ye okuttuktan sonra; “Abdülehad! Şöhret âfettir. Artık bizim dünyâdan gitmemizin zamanı geldi” buyurdu. Abdülehad da; “Aman Efendim, Şam’dan gelen bu iki mektûp nedir ki?” dedi. O gün sohbetten sonra hâne-i saadetlerine gitti ve orada hastalandı. Onbir gün hasta yattı. Hastalığının ağır olmasına rağmen namazlarını mümkün olduğu kadar ayakta kılmağa çalıştı. Hastalığının onikinci, Cumartesi günü talebeleri ve yakınları ile helâllaştı, vedâlaştı, vasıyyetini bildirdi. Kardeşi Seyyid Sâlih hazretlerini çağırttı. Onun için; “Birâderim Sâlih, kâmil, olgun bir velîdir. Herkesin başı onun eteği altındadır” buyurdu. Yerine kardeşi Sâlih hazretlerini halîfe bıraktı. İkindi vaktinde, talebelerinin Yâsîn-i şerîf tilâvetleri arasında, mübârek rûhunu Kelime-i tevhîd getirerek teslim eyledi.

Mübârek mezârı Nehrî’dedir. Onu seven âşıkları, uzak yerlerden gelerek, mübârek kabrinden fışkıran nûrlardan, feyzlerden istifâde etmekte, bereketlenmektedirler.

Seyyid Tâhâ hazretlerinin iki oğlu vardı. Biri genç yaşta vefât etti. İsmi Habîbullah idi. Bu oğlunu çok severdi. Diğer oğlu Seyyid Ubeydullah hazretleri olup, babasından istifâde ettikten sonra, amcası Seyyid Muhammed Sâlih hazretlerinden hilâfet aldı. Amcasından sonra, büyük bir metanet ve adâletle Nehri makamını, irşâd ve hükümdârlıkla idâre etmişti. Daha sonra Mekke-i mükerremeye gönderilmiş, Tâifde kendisine konak verilmişti. Mekke-i mükerreme’de hazret-i İbrâhim aleyhisselâmın makamında, tavaf sünnetinin son secdesinde, büyüklere yakışan bir tarzda vefât edip, Cennet-i Mu’allâ kabristanında defnedilmiştir.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1075, 1076

2) Eshâb-ı Kirâm sh. 397, 401

3) Rehber Ansiklopedisi cild-16, sh. 109, 110

4) Mecd-i tâlid

5) Şems-üş-şümûs sh. 135