Hafız Şirazi

İran – Şiraz .

Aynı zamanda Kur”an-ı Kerîm hafızı olduğu için, Hafız diye anılan Hafız Şemseddin Muhammed Şirazî, Sa”di-yi Şirazi ile birlikte, tarihte İslami-Fars edebiyatının en önde gelen şairlerinden biridir. 725/1325 tarihinde Şiraz”da doğup 792/1390 tarihinde yine Şiraz”da vefat etmiş olup, türbesi oradadır. Medrese eğitimi alıp, çeşitli eserlere şerh de yazan Hafız-ı Şirazî en çok şiirleriyle tanınmıştır. Vefatından sonra sevenleri tarafından 400 civarında gazeli bir araya getirilerek meşhur olan Divan”ı oluşmuştur. Divan”ında daha çok tevhîd , İlâhî aşk vs. Tasavvufî konular işlenmiştir. En çok bu divanı ile tanınmıştır. Şöhreti hemen hemen İslam dünyasının bir çok yerine ulaşmıştır. Şiir ve hikmetteki gücü , tasavvufî kişiliğiyle çok muteber bir konuma ulaşmış, Divanı Osmanlı ve İran medreselerinde büyük revaç bulmuş ve asırlarca okutulmuş, üzerine bir çok şerh yazılmıştır.

Şair Firdevsi

İran – Tus’da Şehir merkezindeki park’ta

Meşhûr İran şâiri ve Şehnâme’nin yazarı. Künyesi Ebü’l-Kâsım’dır. Asıl adının Ahmed yâhud Mansûrveya Hasen olduğu tahmin edilmektedir. Babasının adı İshak, dedesininki, Şerefşâh’dır. Babasının güzel bir bahçesi olmasından dolayı Firdevsî denilmiştir. Horasan’ın Tûs şehri civarında, Rezân veya Şâdâb adlı köyde doğdu. Doğduğu şehre nisbetle de Firdevsî-i Tûsî denildi. Avrupalılar bemu Firdevsî şeklinde yazmaktadırlar.

934’de doğduğu ve seksen yaşında Taberan’da vefat ettiği rivayet edilen Firdevsî’nin doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. Firdevsî, eski İran’ın târihî hâtıralarına ve geleneklerine bağlı toprak sahibi (çiftçi) bir aile muhitinde yetişti. Hakkındaki en eski kaynak; Nizâmî-Arûzî’nin Cihar Makale adlı eseridir. Bunda bildirildiğine göre, Firdevsî, Tûs şehri dehkanlarından idi. Dehkan o zamanlarda İran’da çiftlik sahibi demek idi. Ayrıca mâlî ve idarî vazifeleri de vardı. Bunlar eski İran kültürünü yaşatan bir zümre idi. Firdevsî, sonraları kaleme aldığı Şehnâme’nin malzemesinin büyük bir kısmını bunlardan sağladı.

Firdevsî’nin çocukluk ve gençlik devresi hakkında fazla bilgi yoktur. Bilindiği kadarıyla gençliğinde iyi bir eğitim ve dil öğretimi gördü. Eski farsçayı yâni Pehlevî dilini ve Arabçayı öğrendi. Gençliğinde rahat bir hayât sürdü. Ancak sonraları çiftçilikle hayâtını kazanması zorlaştığından geçim sıkıntısına düştü. Kendisi soğuktan zarar gördüğünü, hayvanlarının öldüğünü, vergi ödeyemeyecek duruma düştüğünü eserinde anlatmaktadır.

Firdevsî, uzun seneler Tûs şehrinde yaşadı. Ebû Mansûr bin Muhammed ismindeki bir san’atkârın himayesinde kaldı. Tûs âmili Huday bin Kuteyb’in yakrnlığını kabandı. Bir ara İran’dan Irak’a giderek, Şiî Büveyhoğulları Devleti hükümdarı Behâüddevle’nin sarayında. yaşadı. Bağdâd’da Yûsuf ve Züleyhâ hikâyesini konu alan bir mesneviyi kaleme aldığı ve Behâüddevle’nin adamlarından Ebû Ali İsmail el-Muvaffak’a 996 yılında sunduğu rivayet edilmektedir. Firdevsî, sonraları Han Lencan’da, İsfehan hâkimi Ahmed bin Muhammed’in misafiri oldu.

Firdevsî’nin memleketinde 900 (H. 288) senesinde kurulup, Gazneliler zamanına kadar süren Sâmânî Devleti devrinde, millî mes’elelere karşı büyük bir alâka vardı. Fârîsi lisânı kuvvetlenip, Arabî harflerle yazılmaya başlanmıştı. Firdevsî, İran târihine ve ağızdan ağıza zamanına kadar gelen an’ane ve söylentilere karşı büyük ve derin bir ilgi duyarak, bunları bir araya getirmek istedi. 974 yılında destanını yazmaya başladı ve ilk metni 996 (H. 386) senesinde bitirdi. Bu metin, önce İsfehan valisine, sonra ikinci defa elden geçirilip, 1010 senesinde düzenlenen metin Gazneli Devleti’nin kurucusu Sultan Mahmûd-ı Gaznevî’ye arzedildi. İlim adamlarına çok kitap yazdıran büyük Türk sultânı Gazneli Mahmûd, âlimleri, edibleri ve şâirleri çok sever, destekler, teşvik ederdi. İran dili ve edebiyatını kaybolmaktan kurtaran, yaşatan Şehname de bu Türk sultânının teşviki ile güzel bir şekilde yeniden yazıldı. Şehnâme’nin başıda şöyle denilmektedir:

Besî rene bordem derîn sâl-i sî Acem zin de kerdem bedîn parî (Otuz yıldır çok zahmetini çektim ve Acem milletini, bu Fars diliyle kaybolmaktan kurtardım.)

Şehnâme’nin on dört yerinde Türk sultânı Mahmûd Gaznevî medhedilmektedir. Sultanın eli açık, cömert birisi olduğu bildirilmektedir. Bir ara Sultan Mahmûd Gaznevî; çevresinden Firdevsî hakkında kötü şeyler duyunca, ilgisini kesmişse de sonradan gerçeği öğrenince, altmış bin dinar değerinde hediye göndermiştir. Şehnâme’nin tamâmı altmış bin beyt idi. Firdevsî, eserini rivayetlere göre, 70 yaşında tamamlamıştır.

İran milletinin bütün târihini, geleneklerini toplayan bu eser, dünyâ destan edebiyatının en güçlüleri arasında yer almaktadır.

Halk arasında, özellikle yaşlılarca söylenen hikâyeler derlenip yazılırken Avesta, Hudaynâme gibi destânî İran devleti târihi, Ebü’l-Müeyyed el-Belhî’nin nesir, Mesûdî, Mervezî ve Dakîkî’nin nazım şekillerindeki Şehnameleri de göz önünde bulundurulmuştur. Üçüncü Yezdicürd’e kadar, İran târihinin anlatıldığı Şehname; İran ve Türk edebiyatında, kahramanlık mesnevileri için değişmez örnek hâline geldi.

Yer yer nasîhate yer veren eser, günümüze kadar geldi ve ondan örnek alınarak bir çok eser yazıldı. Nizâm-ül-Mülk’ün Siyâsetnâmesi, Selçuklularda Koçi Bey risalesi, Osmanlılar da (nasîhatnâmeye) örnek eserler olarak karşımıza çıkarlar.

Şehnâme’de sâde ve akıcı bir üslûb hâkimdir. Arabî kelimeler azdır. Eserin ifâde bakımından teşbih (benzetme) tarafı ağırlıktadır. Güzelliği; canlı ve orijinal anlatımından, tasvirlerinden ileri gelmektedir.

Firdevsî eserinde; 1-Püşdânîler sülâlesi, 2-Kiylânî sülâlesi, 3-Eşkânîler sülâlesi, 4-Sâsânîler sülâlesi olmak üzere İran târihini dört büyük döneme ayırmıştır.

Püşdânîler sülâlesinden on, Kiylânîlerden on beş, Sâsânîler sülâlesinden de dokuz hükümdarın devri anlatılmakta, Eskânîler üzerinde ise kısaca durulmaktadır.

Püşdânîler ve Kiylânîler, yıldızlara ve güneşe taparlardı. M.Ö. 100 yılında Kiylânîler zamanında Zerdüşt (Zoroastre) isminde birisi mecûsîliği çıkararak, İranlıları ateşe taptırdı. Bu bozuk inanış mensubları, hazret-i Ömer’in İran’ı fethetmesiyle hidâyete erip İslâmiyet’i kabul ettiler.

Şehnâme’nin İngilizce, Almanca, İtalyanca, Fransızca ve Türkçe tercümeleri vardır. Eserin İstanbul kütüphanelerinde daha başka manzum ve mensur tercümeleri de bulunmaktadı.

Kaynak; Türkiye Gazetesi , İslam Tarihi Ansiklopedisi , 5. cilt

Necip Fazıl Kısakürek

İstanbul – Eyüp Kabristanında . Piyerlotiye çıkan İdris köşkü yolunda Kaşgari dergahına gelmeden solda .

6 Mayıs 1980. Türk Edebiyatı Vakfı, vefatından tam üç yıl önce Üstad Necip Fazıl Kısakürek’e “Sultanü’ş-Şuara” (Şairler Sultanı) unvanını takdim etti. Necip Fazıl, 26 Mayıs 1904’te Çemberlitaş’tan Sultanahmet’e doğru inen sokakların
birinde büyük bir konakta doğar. Bahriye mektebine gireceği 1916 senesine kadar Büyükdere’de Emin Efendi isimli sarıklı bir hocanın işlettiği Mahalle Mektebi’nden başlayarak çeşitli okullara devam eder. Fransız Papaz ve Kumkapı’daki Amerikan Koleji’nde öğrenim görür. 1916’da, “Ne oldumsa bu mektepte oldum.” dediği, şahsiyetini şekillendiren Mekteb-i Fünûn-ı Bahriye-i Şâhane’ye imtihanla alınır. İlk aruz denemelerini orada kaleme alır. 1920 yılında Bahriye Mektebi’ni bitiren şair, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne girer. İlk şiirleri, Ziya Gökalp’in kurup Yakup Kadri ve arkadaşlarının çıkardığı “Yeni Mecmua”da yayımlanır. Dönemin Millî Eğitim Bakanlığı’nın yurtdışı bursunu kazanarak, 1924 senesinde Paris Sorbonne Üniversitesi’ne kaydolur. Paris’in gece hayatı ve aldatıcı cazibesinde bohem hayatı yaşar. Paris’te derin bir bunalıma düşen şair, devletin kendisine gönderdiği bütün parayı kumarda harcar. Millî Eğitim Bakanlığı tarafından üniversiteye gitmediği ve parasını kumarda harcadığı öğrenilince bursu kesilir, yurda dönmesi istenir ve İstanbul’a döner. 1925’te ilk şiir kitabı Örümcek Ağı’nı yayımlar. O yıllarda bir arkadaşının aracılığıyla Felemenk Bahr-i Sefid Bankası’nda işe başlar. Daha sonra kısa sürelerle Osmanlı Bankası’nın çeşitli şubelerinde çalışır. 1928 senesinde, “Kaldırımlar” adlı ikinci şiir kitabını çıkarır. Henüz 24 yaşında iken yayımladığı bu eseriyle büyük bir şöhrete kavuşur. 1932 senesinde askerliğini bitirdikten sonra üçüncü şiir kitabı “Ben ve Ötesi”yle şöhretin zirvesine çıkar. Öyle ki, şiirleri ders kitaplarına girer. Varlık dergisinin kurucusu Yaşar Nabi, onun için “bir mısraı bir millete şeref verecek şair” ifadesini kullanır. Fakat şairin 1934 yılına kadarki buhranlı hâli ve çalkantılı dönemi hep aynı arayışın doğum sancıları içerisinde geçer. Büyük şehirlerin serseri kaldırımlarından, duvarları yaralı otel odalarına, azap kulesi bacalardan, ölüm çanın-dan da acı kampana seslerine kadar gördüğü, duyduğu ve tattığı her şeyde aynı şüphe, korku ve cinnet hâlet-i rûhiyesi içindedir. Kurtuluşu arayan bir seyyah gibi yapayalnızdır. “Her fikir, beyninde bir çift kelepçe” olan şair, “benlik kazanında” dev sancıların pençesindedir:

“Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap,
Bir fikir ki, beyin zarında sülük
Selâm, selâm sana haşmetli azab;
Yandıkça gelişen tılsımlı kütük”

Ve bir akşam, çalıştığı bankadan evine dönerken vapurda karşısında oturan ve gözlerini ondan hiç ayırmayan “Hızır” tavırlı garip bir adam, ona ruh dünyasında çektiği “hafakanlar”, “zonklamalar”, “kanlı kıymıklar” ve bütün ıstıraplarının ilâcını verecek, kurtuluş reçetesini yazacak müjdecisi Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin adresini verir.

“Tanrı Kulundan Dinlediklerim” isimli eserinin “O’nu Nasıl Tanıdım” başlıklı ilk yazısında şöyle der: “Dinmek bilmez bir ağrı çeken diş… Ne kibrit çöpünden imdat, ne berber kerpeteni, ne karanfil yağı, ne de eczacı güllacından… İşte böyle; bir zamanlar beynim ‘mutlak hakikat’ acılarına yataklık etti… Ağrıyan akıl dişimdi.”

“Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş,
Mevsimden mevsime girdim böylece.
Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş
Fikir çilesinden büyük işkence”

mısralarıyla anlattığı 30 yıllık büyük ruh ıstırabı, korkunç fikir buhranı 1934 yılında “Eyüp’teki eski bir tekkede” şairin sonradan “Tanrıkulu” adını vereceği “müjdecisi, efendisi”ni ilk ziyaretiyle daha da şiddetlenecektir; çünkü şair, eski bohem hayatıyla efendisinin ona telkin ettiği hayat tarzı arasında bocalayacaktır. Yıllarca “deliler köyünden bir menzil aşkın”, “benliği bir kazan ve aklı kepçe”, “boşluğu ense kökünde gezdirerek” “öz ağzından kafatasını kusan” şair, “meçhuller caddesinin kimsesiz bir seyyahı” olarak, “mutlak hakikatin dönmez davacısı” oluncaya kadar bunalımlarını yaşamaya devam edecektir.

Efendi Hazretleri’ne tasavvuf hakkında sorduğu bir suâl üzerine aldığı cevap bütün ruh dünyasını alt üst eder; “Bu iş kitapla olmaz. Akılla da varılmaz… Hiç yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp bulunabilir mi?”

“Ve uçtu tepemden birden bire dam;
Gök devrildi, künde üstüne künde…”

“Sanki burnum, değdi burnuna yokun,
Kustum öz ağzımdan kafatasımı.”

Çok zaman sonra şair, efendisinden aldığı tesiri şöyle anlatacaktır: “Onda; harikanın nasıl teşekkül ettiğini ve ne kadar benlikten kaçtığını ‘Terk-i Terk’ dedikleri makam… Her şeyi bıraktıktan sonra tekrar dünyaya avdet… Her an bir büyük huzurda olma kal’asının burcunda sancağı sallanıyordu! Sizinleyken sizinle değildir… Ama sizinledir… Bu irşad kutupluğu makamıdır. Bu mânâyı öyle yaşadım öyle duydum, öyle içtim ki..”1

“Ensemin örsünde bir demir balyoz,
Kapandım yatağa son çare diye.
Bir kanlı şafakta, bana çil horoz
Yepyeni bir dünya etti hediye”

“Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel;
Bir akşamdı ki, zaman, donacak kadar güzel”

Artık şair, fildişi kulesinden ‘agora’ tabir ettiği toplumun vicdanına inmiş, cemiyetin ve toplumun mücadele sahası olan meydanlarda ve fikir kulüplerinde çağımızın buhranını dile getirmeye başlamıştır. Fânîliğin, şehvetin ve korkunun bütün kapılarını zorlayan, yıllardır nefsin lâbirentlerinden bir çıkış noktası arayan şair, “kanına girdiği nurtopu günlerin” “yiyip bitirdiği kudsî emanetin” hesabını sormak üzere aynadaki hâlinin karşısına dikilir:

“Çıkamam, aynalar, aynalar zindan
Bakamam, aynada, aynada vicdan
Beni beklemeyin o bir hevesti;
Gelemem, aynalar yolumu kesti”

Şair artık sanatta gâyenin Allah’ı aramak olduğuna inanmaktadır:

“Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış
Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış”

Bu arada, bohem hayatının karanlıklarından kurtularak “müjdecisi, efendisi”nin “ruhuna çaktığı büyük temel çivilerinden” aldığı kelimeler üstü bir tesirle yeniden doğan şairi, dönemin münekkit ve yazarları içlerine sindiremez, çok garipseyerek çeşitli yakıştırmalarda bulunurlar: “İslâm komünisti!”, “Sâbık şair”, “Şiirine yazık etti!”

Ancak şairin kendi ifadesiyle içini öyle bir “sosyal mücadele ruhu; sanatının muhtaç olduğu cemiyeti yoğurma heyecanı” kaplar ki, kısa bir zamanda geniş kitlelerin sahipleneceği Büyük Doğu mecmuasının ilk sayısını çıkarır (1943). Artık toplum üzerinde oluşturulan baskılar, sosyal adaletsizlik, ahlâksızlıklar ve materyalist fikir akımlarına karşı bir ‘dur’ deme vakti gelmiştir:

“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak
Haykırsam kollarımı makas gibi açarak”
feryadına karşı yurdun dört bir köşesinden Büyük Doğu’nun açtığı cepheler vasıtasıyla büyük destek gelmiş ve üstadın hep aradığı, özlemini çektiği gençliğin ilk tohumları atılmıştır.

“Ben bir genç arıyorum, gençlikte köprübaşı!
Tırnağı en yırtıcı hayvanın pençesinden
Daha keskin eliyle başını ensesinden,
Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına

Soruverse: ben neyim ve bu hâl neyin nesi!
Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi!”
Dönemin despotik güçlerinin materyalist ve pozitivist fikirlerini dayatmalarına rağmen o, 35 yıl boyunca yayın hayatına devam eden Büyük Doğu mecmuasıyla edebî, fikrî ve siyasî sahalarda amansız bir mücadele verir.

Memleket ve millete sinsice sızan tehlikeleri, cemiyetin vicdanına sunar; “İşte bangır bangır ilân ediyoruz… İşte dâvânın bamteli… Evet tekrarlıyoruz ve bin kere tekrarlasak da az buluyoruz ki, komünizma bâtılın ve dalâletin sistemi olsa da… Ona karşı koyma hakkı ancak hakkın ve hidayetin sistemi İslâmiyet’tedir…”

1952’de Vatan gazetesinin sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman’ın Malatya’da bir suikast teşebbüsünde yaralanması ile başlayan hâdiseler, dönemin basını tarafından özellikle Büyük Doğu’ya karşı karalama kampanyasına dönüştürülmüş ve onu da, azmettirici sıfatıyla o meşhur savunmalarını yapacağı sanık sandalyesine oturtmuştur. 1964’te Büyük Doğu’nun 11’inci devresini açar ve Adnan Menderes için kaleme aldığı “Zeybeğin Ölümü” adlı şiirinden dolayı takibata uğrar.

1974’te daha önce “Örümcek Ağı/1925”, “Kaldırımlar/1928”, “Ben ve Ötesi/1932, “Sonsuzluk Kervanı/1955”, “Çile/1962” ve “Şiirlerim/1969” adlarıyla yayımlanan şiir kitaplarını yeni şiirleriyle birlikte tek kitapta; “Çile”de (1974/Bütün Şiirleri) toplar. Siyasî ve kültürel meseleleri ele alan meşhur “Rapor”ları, 1980 yılına kadar on üç yıl süreyle yayımlanır. 26 Mayıs 1980’de Türk Edebiyatı Vakfı tarafından “Şairler Sultanı” ve 1982 yılında yayımlanan “Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu” adlı eseri münasebetiyle de yılın fikir ve sanat adamı seçilir. Necip Fazıl 1981 yılında “İman ve İslâm Atlası” isimli eserini yazmak için bir daha çıkmamak üzere evinin küçücük odasına kapanır. Ömrünün son günlerini 1,5 yıllık mahkûmiyet kararı yüzünden her ân götürülme tehdidi altında kendini tamamen Allah’a adamış bir derviş yaşantısı içinde gerçek dostlarıyla mahzun sohbetler yaparak geçirir.

“Dünyam 78 yıllık bir çile, iç burkuntuları idi. ‘Ne ölüm terleri döktüm, nelerden…’ Varlık yokluk muamması, yok ölüm, yok hayatın gayesi. Ve milyarlarca karıncaya lâf anlat! Fakat şimdi görüyorsun işte: Zorlu nefs’e diz çöktürüyorum” der son sohbetinde.

Ve bir gece…
“Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun!
Ölümü de öldüren Rabb’e secdeler olsun!”
dediği ve ömrü boyunca gergef gibi işlediği biricik meselesi sonsuza varma gerçeğinin zamanı gelmiştir. Yatağından doğrulup yorgun gözlerini, yedi kat göklere, ötelerin ötesine doğru diker… Ve son sözü:
“Demek böyle ölünürmüş!..” (25 Mayıs 1983)

“Hayatım, başından beri muazzam bir şeyi bulmanın cereyanı içinde akıyordu. Şu veya bu miskin vesilenin has-sasiyeti içinde birini arıyordum. Birini…
O kim mi?

Allah’ın sevgilisi…

Sonsuzluk ikliminin batmayan güneşi ve ebedilik sarayının paslanmaz tâcı…

Tek dâva O’nu bulmakta, bulduracak olanı bulmaktaydı.

Bin bir istikâmette seke seke, sağa sola büküle büküle, renkten renge bulana bulana, hiçbir şeyden habersiz ve insandaki bedava emniyet ve bedahet saadeti karşısında şaşkın, hep o “Bir” etrafında helezonlar çizilen bir hayat…

Benim hayatım budur!”

Batı kültürünün içinde yetişen ve saf şiirin asrımızdaki en güçlü temsilcisi olarak görülen Necip Fazıl, “Allah” demenin yasak olduğu bir dönemde inandığı değerler uğrunda “ciğerinden kalemine kan çekerek” davasının, kendi ifadesiyle “hohlaya hohlaya” buz dağlarını eritmenin mücadelesini vermiştir. “Ateşte ve cımbızda” bile olmadığını söylediği büyük fikir çilesi ona, “bir kanlı şafakta, yepyeni bir dünya hediye edecek”, “mukaddes emaneti ne yaptınız?” diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan gençliğin yetişmesi uğrunda tam otuz küsur yıl zindanlarda işkence görecek, “akrebin kıskacında bir hayat” yaşayacaktı. Ve bir gün, günü gelince “iyi insanların iyi atlara binip gittiği” âleme göçecektir.

Ömrünü ve bütün mücadelesini “tırnaklarıyla kazıyarak” ulaştığı “mutlak hakikat”e, kendi çok sevdiği ifadesiyle “öteler”e ve eşyanın hakikatine kenetleyen büyük şair, benliğin nefsinden toplumun ve cemiyetin nefsine hitap eden bir davanın çevresinde örgülenmiş hayatı ve sanatında, hep “Yüceler”i, “Mavera”yı ve “Allah”ı anlatmış ve sanatkârı “Allah’ı aramak memuriyetinde olan zamanın hakiki Fatih’i” şeklinde yorumlamıştır.

Koca bir imparatorluğun çöküşüne şahit olan şair, Balkan harpleri, Dünya savaşları ve Millî Mücadele sonrasında kurulan Cumhuriyet’e şahitlik edecek ve yaşanan bütün bu hâdiseler, onun ruh dünyasına önemli tesirler yapacaktır. Aynı dönemin buruk acılarına, yıkım ve sarsıntılarına daha erkenden şahitlik edecek olan Mehmet Âkif ve Yahya Kemâl de, koca bir devletin çöküşünden arda kalan acıları bütün derinliğiyle yaşayacak ve şiirlerinde resmedeceklerdir. Onlar, kapanan bir çağın önemli şahitleridirler. Türk şiirinin yeni temel taşları bu çileli yılların içinde döşenmeye başlayacaktır. Millî ve mânevî değerlerimizin hiçe sayıldığı, ilim ve irfanın hor görüldüğü, din ve tasavvufun dışlandığı ve mukaddesatın târumâr edildiği bir dönemde, yeni dünyanın içine düştüğü boşluğun perdesini kendi öz dişleriyle yırtarak çıkan Necip Fazıl, “duvara bir titiz örümcek ağı” gibi ördüğü şiirini inceden inceye inşa edecek ve âdeta asrımızdaki insanın yapması gereken “varlık muhasebesini” kendi şahsında yapacaktır.

Tiyatrodan romana, hikâyeden hatıraya kadar geride birçok önemli eser bırakan Necip Fazıl, şiirleriyle de bir devre ışık tutmuş ve saf şiirin asrımızdaki en önemli temsilcilerinden biri olmuştur. “Âlemin nâmütenahi kesretinden büyük ve merkezi vahdete ulaşmak, şiirin biricik gâyesidir” diyen şair “şiirlerinde Yunus’un derûni sesini, Fuzûli’nin yakıcı ıstırabını, Bâki’nin ihtişamını, Nef’i’nin öfkesini, Nâbi’nin hikmetli söyleşisini, Ziya Paşa’nın hicvini, Abdülhâk Hâmid’in metafizik ürpertisini, Mehmet Akif’in dinî duygularını ve Yahya Kemâl’in tarih özlemini toplamıştır.”3

Necip Fazıl’a yakınlığıyla bilinen ve onun şiirini ve ‘Poetika’sını en iyi yorumlayanlardan biri olan Sezai Karakoç, şu enfes değerlendirmeyi yapar: “Şiir, aslında Necip Fazıl’da sürekli olarak ‘ben’in hiçlikle yaptığı ölümüne savaşın en etkili ve belki de tek silâhıdır. Varoluş sırrı, hakikat sırrıdır asıl önemli olan. Zamanın raksı ne içindir? Bir son vardır; bu ‘ben’ bu soruların etrafında dönüp durmaktadır. Şair, mutlak hakikati arayıp durmaktadır.”4 Karakoç, Necip Fazılla ilgili tespitlerini özetle şöyle sürdürür: Benliğin bu büyük varoluş savaşını sürdüren Necip Fazıl, başlangıçta mistik bir güçle eşyanın, daha sonra karşısına çıkan ölümün perdesini kaldırarak birdenbire ruhun büyük cehdiyle hakikatle karşılaşmıştır. Bu, Allah’tır. Mâverâ perdelerinin gerisinde, ebedî, ezelî gerçek olan Allah, ‘Ben’in kurtuluşunun da anahtarıdır… Hakikati İslâm’ın Allah ve İnsan anlayışında bulan şair, tekrar meseleler ve davalar yüklü olarak topluma döneceğini Çile şiirinin sonunda ifşa etmektedir. Baudelaire, Varlaine, Mallarme, Rimbaud kaçtığı dünyalardan geri dönmemişlerdir. Ama Necip Fazıl, topluma ve insanlara geri dönmenin sorumluluğuyla toplumun ortasına atılmıştır. Bundan sonra çeşitli eserleriyle, neşriyle ve şiiriyle insanı kendi benini kurtaran gerçeğe çekmeye, çağırmaya çalışacaktır. Bu da İslâm dünyasının tarihi sosyolojik şartlarında çok çetin ve yıpratıcı bir savaşın içine girmek demek olmuştur.5

Dipnotlar
1- Ahmet Kabaklı, Sultanu’ş-Şuara, s.142, Türk Edebiyat Vakfı Yay., 1. Basım, Mat-Yapım – Kasım 1995.
2- Kabaklı, age, s.188.
3- Mustafa Miyasoğlu, Necip Fazıl Armağanı, Konak Yay., s. 304 – İstanbul Matbaa, Mayıs 2004.
4- Karakoç, Edebiyat Yazıları-II, Diriliş Yay., s.67, Diriliş, 1970 – 2.Baskı, Bayrak Matbaacılık – İstanbul 1997.
5- Karakoç, age, s.69.