Şeyh Şerafeddin Dağıstani (k.s.)

tarafından
3272
Şeyh Şerafeddin Dağıstani (k.s.)

Yalova – Güneyköy kabristanında

Şerâfeddin Zeynel Abidin Dağıstanî, Hicrî 1292 – Miladî 1875 yılı, Zilka­de ayının üçüncü Pazartesi gecesi Dağıstan’ın Temirhan-şura vilayeti, Gunip kazasının Kikuni köyünde, dünyaya geldi. Babası Abdurraşid Efendi, annesi Emine Sara Hatundur. Anne ve babasının her ikisinin de kabirleri, Yalova Güneyköy’deki kabristandadır. Yalova ilinin Reşadiye (bugünkü Güneyköy ) köyünde Hicrî 1355 – Miladî 1936 yılı Cemaziyel evvel ayının yirmiyedinci pazar günü, köyünde (hicri takvime göre) altmış üç yaşında iken vefat etmiştir. Son yüzyılın en seçkin tasavvuf büyüklerinden olan Şerâfeddin Zeynel Abidin Dağıstanî, “Ebu’l-Fukara” lakabı ile de anılır.

Hayatından Kesitler:

Atayurdu olan Dağıstan, tamamıyle Rus işgali altında olduğundan doğduğu günler, dinin yasaklamalarla engellendiği ve maneviyatın neredeyse yok edildiği çok zor bir zamandı. Bir çok velinin menakıbında olduğu gibi Şeyh Şerâfeddin’in de doğumundan itibaren çeşitli kerametler gösterdiği çocukluğundan itibaren mahlukatın kendilerine has zikirlerini işitebildiği rivayet edilmiştir..

Bu rivayetlerin dışında kesin olarak gerçek olan husus, altı-yedi yaşlarında iken Dağıstan’ın o dönem Nakşbendiyye yolunun önderi Ebu Ahmed es-Suğuri’nin manevi eğitimine girdiği ve zikir meclislerine katılmağa başlamış olduğudur. Çok zeki bir çocuk olduğundan Ebu Ahmed es-Suğuri’nin ilahi sırlara ışık tutan sûfî öğretilerini hemen kavrama yeteneğine sahipti.

Dağıstan’daki gençlik yıllarında, elinden biat alarak Nakşbendi tarikatına intisab ettiği Şeyh Ebu Ahmed es-Suğuri’nin gözetiminde seyr ü sülukunu tamamlamıştı. Ebu Ahmed es-Suğuri’nin, İmam Şamîl ile birlikte Ruslara karşı savaştığı için Rus’lar tarafından vatanı Dağıstan’dan ayırılıp sürgün edildiği bilinmektedir.

Şeyh Şerafeddin Dağıstani (k.s.)  Silsile-i Şerifi

Şeyh Şerâfeddin Zeynel Abidin, orta boylu bir insandı, hitab ettiği her insanı derinden etkileyen sesi berrak ve tok idi. Nurani, buğday renkli bir cildi vardı ve yüzü berrak; ışıltılı bir sima arz ederdi. İlk irşad yıllarındaki siyah sakalı yaşı ilerlediğinde pamuk gibi bembeyaz bir hal almıştı. alimdi. Gözleri koyu gri-lacivert renkte idi. Belki de en önemlisi her atışında ilahi rahmete dalıp çıkan bir kalb ve kendisine başvuran kişinin ruhani haline de nazar edebilen gözler ile dünyaya gelmişti. Zaman içinde hem kalbi, hem de gözleri nitelik olarak çok daha hassas bir nitelik kazandı.

Şeyh Şerâfeddin Zeynel Abidin, ilk medrese tahsiline de Dağıstan’da başlamış ve ancak savaş şartları yüzünden ikmal edememişti.; eğitimini Türkiye’ye daha önce hicret etmiş olan ve biatını tazeleyeceği amcası Şeyh Muhammed-ül Medeni’de tamamlayacaktı. Böylece Türkiye’de Ebu Ahmed es-Suğuri’nin halifesi olan Muhammed-ül Medenî’nin terbiyesi altına girdi. Şeyh Ebu Muhammed el-Medeni , Şeyh Şerâfeddin’in öz amcası idi ve daha sonra kızı ile evlendirip kayınpederi de olacaktır.

Türkiye’ye Göçleri ve Yalova’da Yerleşim:

İmam Şamîl’in destani direnişinin kırılmasından sonra Kafkasya’ya ve Dağıstan’a olanca gücüyle yüklenen Rusların zulmünden kurtulmak için, köylerinin neredeyse tüm halkından oluşan kalabalık bir cemaat halinde, Dağıstan’ı terk ederek Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldılar. Köyleri sürekli olarak Rus askerlerinin baskınlarına uğruyor ve bütün ahalisi hakaretlere maruz kalıyordu. Bir kış mevsiminin ortasında 5 ay boyunca sürecek, karadan zorlu bir yaya yolculuğuna çıktılar. Kendi ailesi ve kızkardeşinin ailesi ile birlikte hicret ettikleri Türkiye’ye yöneldikleri, zahmetli ve tehlikeli yolculukları boyunca gündüzleri saklanıp geceleri yürüyorlardı. Kafilede çocuk, kadın ve yaşlıların da bulunduğu düşünülürse hangi zor şartlarda gerçekleştirildiği biraz tahmin edilebilir.

Türkiye’ye vasıl olunca Osmanlı devletinin organizasyonu ile önce Bursa’ya geldiler; bir süre Bursa’da misafir edildikten sonra , Marmara denizinin güney kıyılarındaki Yalova’ya giderek devrin sultanının özel fermanıyle denize oldukça yakın, dağlık bir yörede yerleştiler. Yerleşmek için bu mahalli seçmelerinde Osmanlı Devleti’nin iskan politikası yanında bölgenin Kafkasya iklimine kısmen uygun, dağlık bir arazi olması da etkili olmuştur. Yerleştikleri beldeye önceleri Elma-Alan veya Elmalı adı verilmiş; daha sonra köye Sultan Reşad tarafından yapılan yardım ve imar  çalışmalarının nişanesi olarak Reşadiye ve nihayet Cumhuriyet sonrasında Güneyköy adı verilmiştir.

Şeyh Şerâfeddin Hz, bölgeye yıllarca önce yerleşmiş olan amcası Şeyh Muhammed-ül Medeni ile birlikte büyük bir azimle imar ettikleri Reşadiye köyünü ailesi ve akrabaları ile beraber, elbirliği ile yurt haline getirdiler. Küçük köy sürekli devam eden göçmenlerin ve özellikle Dağıstanlıların katılımıyla günden güne kalabalıklaştı; yeni evler inşa edildi; hatta o hale geldi ki arazi gelen göçmenlere yetmez hale geldi. Köyde ilk kurulan binalar arasında bir medrese ve köyün ilk mescidi ile ilk dergahının da bulunduğu külliye yer alıyordu. Böylece amcası Şeyh Muhammed-ül Medeni ile birlikte Nakşbendi Tarikatı’nın sağlam bir kolunu Dağıstan’dan Türkiye’ye taşımış oldular.

Amcası Şeyh Muhammed-ül Medeni’nin şefkat kucağını açtığı Rus istilacıların acımasız ve sömürücü zorbalığından kaçan bütün Kafkas göçmenlerine ilave olarak Türkiye’nin hemen her yerinden pek çok talebe Reşadiye medresesine tahsil maksadıyla geliyordu. Bu şekilde birkaç yıl önce balta girmemiş bir ormanın eteklerinde kurulan birkaç evden ibaret olan Reşadiye köyü, rivayetlere göre 1000 öğrencinin ders gördüğü bir ilim ve irfan ocağına dönüştü.

Şeyh Şerâfeddin Hz ’nin, sonradan kayınpederi olan mürşidi Muhammed Medenî, o zamanda, Dağıstanlılar tarafından çok takdir edilen; hali, ilmi, kemal ve kerametleri gayet açık olan, maneviyat ikliminin zirvesinde olan büyük bir zat idi. Yalova’nın Reşadiye köyünde, ikinci mürşidi olan Muhammed el-Medeni tarafından tasavvufi alanda daha ileri düzeyde eğitildi. Ebu Ahmed es-Suğuri’nin Dağıstan’daki dergahında maneviyatın ilk soluklarını soluyan Şeyh Şerâfeddin’i zahirde ve batında evladlığa kabul edip yetiştiren, Muhammed Medenî olmuştur.

Tasavvuftaki Eğitimi ve Manevi Kemali:

Özellikle amcası Şeyh Muhammed el-Medeni’nin kızı ile evlendikten sonra genç Şerâfeddin, Reşadiye köyünde büyük bir saygının odağı oldu. Reşadiye köyünde kurulan ve kısa sürede Bursa’dan, İstanbul’dan öğrencileri dahi cezbeden medreselerine gelip ders vermeğe başlayan alimlerden İslam’ın tüm zahiri bilimlerini de okuyup icazet aldı. Ancak O’na zahiri ilimin çok ötelerine uzanan “İlm-i Ledün” bilgileri verilmiş; Allah tarafından, “ilm-i ledünnî” vadilerinde , “sır bilgileri” alanında büyük bir derecelere garkolmuştu. Nakşbendi öğretisinin gereği olarak her an Rabb’inin huzurunda toplum içinde halvet, kalabalık ile inziva halinde idi.

İlginizi Çekebilir  Ahmed Dede - Çorlu

Hızla ilerlediği maneviyat yolunda mertebeleri bir-bir aşarak Nakşbendiyye tarikatına ilaveten , amcası Ebu Muhammed Medeni’nin yetkin olduğu ve irşada izin yetkisi bulunan diğer beş İslam sûfî yolunun [ Kadiriyye, Rufa`iyye, Şazeliyye, Çiştiyye ve Halvetiyye ] daha irşad yetkisini aldı. Bütün bu altı tasavvuf yolunda yetkin olduğuna işaret eden icazetini aldığında henüz 27 yaşındaydı

Şeyh Şerâfeddin Zeynel Abidin, Muhammed Medenî’nin terbiyesi altında, seyr-i sülükunu tamamlarken, altı ay kadar bir cezbe devresinden geçmiştir. Bu devrede, ilahi varlık aşkı ile, vücudunu ateş içinde hissederdi, vücudunun yükselen hararetini azaltmak için kış günlerinde bile evinden çıkıp elbiselerini çıkararak köy yakınındaki derenin buzlu sularına girdiğine halen de bazıları çok yaşlı olarak hayatta olan kişi tanık olmuştur.

Bu cezbe devresinin sonunda, 25 yıl süre ile hizmet edeceği kutb-ül irşad makamı ile taltif edilerek görevlendirilmiştir.

Tasavvuf yolunda şahsi ibadetler kadar nefs terbiyesi ve Allah’ın kullarına da hizmetin önemini sürekli vurgulamış ve kendisi de buna uygun olarak yaşamıştır. “Gün boyu kendi nefsini terbiye ile riyazete alıştırmaya çaba sarfetmeyen ve her gece tesbihat vazifesini yapmak için uyanmayan ve kardeşlerine hizmet etmeyen hiçbir talib bu yolda hiçbir dereceye erişemez.” sözlerinin bizzat uygulayıcısı olarak örnek olmuştur.

Dağıstan göçmenlerinin yerleştiği ve günden güne yeni göçlerle kalabalıklaşan köyün ihtiyaçlarının karşılanmasında öncülük rolünü üstlenmiş; o zamanın fiziki şartlarının zorluklarına aldırmadan köy yollarının genişletilmesi, su kanalları ile köye temiz içme suyu getirilmesi çalışmalarına fiilen katıldı.

Tarikatın hilafetini ve köyün liderliğini üstlendikten sonra daha çok göçmenin yerleşebilmesi için köyün yerleşim alanını büyütmeye çalıştı; hatta bir rivayete göre köyün yakınlarında bulunan şahıs mülkiyetindeki iki çiftliği de satın alarak göçmenlerin iskanına tahsis etmiştir. Kafkasya ve Dağıstan’dan gelen tüm göçmenlere karşı gayet candan davranır; beslenme ve barınma konularındaki her türlü ihtiyaçla ilgilenirdi ve böylece rehabilitasyonlarını kolaylaştırır, ortaya çıkabilecek geri dönüş arzularını da izale ederdi. Bunun sonucunda Dağıstanlı göçmenler Kafkasya’da bıraktıkları yurtlarına karşılık yeni bir vatan bulmuş oldular ve Kurtuluş savaşı öncesindeki acılı işgal günlerine kadar sürecek bir barış , mutluluk ve refah ortamına kavuştular.

Yalova’dan başlayarak Balıkesir’den Kastamonu’ya Sakarya’dan Konya’ya tüm bölgedeki halk arasında dalga dalga “manevi güçlere sahib bir zat” olarak tanındı ve kerametlerine ilişkin rivayetler bütün Türkiye’ye yayılmağa başladı. Ayrıca Güneyköy’de öncülük ettiği imar faaliyetleri, din dışı alanlardaki uzak görüşlülüğü geniş ile de ünlendi.

Şeyh Şerâfeddin hakkında bugüne ulaşan ve yakın tarihimizin siyasi ve dini gerçeklerinin anlaşılmasına katkısı olan pek çok rivayet en eski bağlılarından olan Ali Usta tarafından aktarılarak kayda alınmış ve kitab haline de getirilerek günümüze kadar ulaşabilmiştir. ( Ali Usta’nın hatıratını sitemizin Tasavvufi Literatür alt sayfalarından okuyabilirsiniz) Şeyh Şerâfeddin’in , bu duruma sağlığında işaret ederek Ali Usta’ya “Benden sonra sen çok yaşayacaksın. Maneviyat yolunda başından geçmiş olan canlı olayları anlatacaksın” diyerek kendisi hakkındaki bilgileri gizlememesi yolunda bir nevi talimat verdiği de bilinmektedir. Ali Usta 1304 rumi yılında Kafkasya’nın Hocamakili köyünde dünyaya gelmiş , diğer Dağıstanlı göçmenler ile birlikte 15 yaşında iken Türkiye’ye hicret etmiştir. Önce Güneyköy’de daha sonra da Bursa’ya yerleşmiş, ve Bursa’da uzun yıllar ayakkabı tamirciliği yaparak elinin emeği ile geçinmiştir. Ali Usta (Seskır) 1980 yılında Bursa’nın Hıdırlık semtindeki evinde vefat edince, vasiyeti üzerine mürşidinin medfun bulunduğu Yalova’nın Güney köyündeki Cebel-i Hafakan adı ile bilinen tepecikteki kabristanda, mürşidinin yolu üzerinde defnedilmiştir.

Şeyh Şerâfeddin’in ününün yayılması kendisine yönelik kıskançlık ve hased duygularının da körüklenmesine yol açıyordu. Reşadiye’deki medrese eğitimini yürüten zahiri ilimlerdeki bazı alimler, Şeyh Şerâfeddin’i dinin kurallarını ihlal etmekle, şeriata aykırı sözler söylemekle itham etmeğe başladılar. Bu durum tarih boyunca tasavvuf alimleri ile zahir alimleri arasında görülmüş bir durumdur. Hallac-ı Mansur’dan Mevlâna Celâleddin’e, Ahmed Yesevî’den Necmeddin Kübra’ya, Bayezid-i Bistami’den İbn Arabi’ye tasavvufun tüm zirve isimleri kendilerini Kur’an’a aykırı sözler söylemek, şeriata aykırı işler işlemek suçlamalarından kurtaramamışlardır. (En iyi bilinen örneği olarak Hallac-ı Mansur, bu suçlamalar sonucu darağacında feci bir şekilde can verirken, bütün batın ehlinin “Şeyhü’l Ekber” olarak tazim ettiği Muhyiddin Arabi’ye muarızları tarafından “Şeyhü’l Ekfer”adı verilerek küfür ile itham edilmiştir.) Güneyköy’de tesis edilen medresede eğitim veren zahir uleması ile Şeyh Şerâfeddin arasında irşad ile görevlendirilmesinin ilk zamanlarında bazı ihtilaflar ortaya çıkmış ve ancak kısa sürede zahir ehlinin tüm itirazları izale edilerek Şeyh Şerâfeddin’in zahiri ve batıni kemali tüm ulema tarafından teslim edilmiştir.

Şeyh Şerâfeddin ile medrese uleması arasında yaşanan soğukluğu gösteren ve bizzat şahidi olduğu bir örneği Ali Usta anılarında şöyle dile getirmektedir: “Bir gün Reşadiye köyündeki büyük camide Şeyh Şerâfeddin, tasavvuf sohbeti yapıp tarikatı anlatıyordu. Köydeki medrese alimleri bu sohbetlere katılmadıkları gibi dışarıda aleyhinde konuşuyorlardı. Benim de mürşidime intisabım yok daha; gencim, evli değilim… Birgün muarızı olan kişilerin de bulunduğu bir sırada namazdan sonra Şeyh Şerâfeddin Efendi: “Camiin kapılarını kapayın. Kimse dışarı çıkmasın.” dedi. Sonra kendisi aleyhinde gıybet yapan hocalara dönerek: “-Bana bakın hocalar, orada-burada benim için “Bu adam, şeriatın hilafındadır. Yaptığı işlerin hepsi yanlıştır.” diye konuşuyorsunuz. Hazreti İmam-ı Ali (K.V.) “Bana bir harf öğretene köle olurum” demiştir. Ben iddia ettiğiniz gibiysem, yanlış yoldaysam ve beni yanlıştan çevirecek adam içinizde varsa, ben onun kölesiyim. Şimdi benim yanlış yaptığım ne ise o şeyi söyleyin…” dedi. Kimsede ses yok. Şeyh Şerâfeddin ikinci sefer: “Bana bakın! Ya bu sarıkları çözün atın; ‘biz hoca değiliz’ deyin ya da beni burada ikaz edin; bana cevap verin…” diye tekrarladı. Yine ses çıkmayınca bu defa ben ayağa kalktım, dedim ki: “- Bana bakın. Bu konuda kadınlar gibi orada-burada söyleninceye kadar çıkın karşısına… Biz de öğrenelim hak nerede, batıl nerede !..” dedim. Fakat kimse ortaya çıkmadı.” Bu hesaplaşma sonrasında Şeyh Şerâfeddin aleyhindeki alimlerin sesleri giderek azalır ve bir süre sonra da muhaliflerinin neredeyse tamamı, O’nun manevi derecesini kabul ederek kendisine intisab ederler.

İlginizi Çekebilir  Pamukçu Dede

Bütün bunlar neticesinde, Yalova’nın küçük bir köyü olan Reşadiye, halktan her düzeyden kişiler yanında pek çok alim ve aydın için de bir cazibe merkezi haline geldi. Özellikle kandil, bayram gibi belirli gün ve gecelerde o kadar büyük bir topluluk köye geliyordu ki, bir süre sonra bu kalabalık ziyaretçi topluluğunun ihtiyaçlarına cevap verilebilmesi için Şerâfeddin Efendi’nin evinin bulunduğu mekanın avlusunda misafirhane, yemekhane, kurban kesim mahalli gibi bölümler tesis edildi. (Bugün de aynı mekan günümüzde sayıları azalmış olsa da ziyaretçileri için aynı şekilde muhafaza edilmekte ve özellikle Şeyh Şerâfeddin’in tasavvufi edeb ile terbiye edilmiş olan yaşlı gelini tarafından kapı açık tutulmaktadır.) Özellikle Şeyh Şerâfeddin’in hatm-i hacegan yaptırdığı ve hemen hemen aynen korunmuş olan kısım bugün de ziyaretçiler tarafından teberrüken ziyaret edilegelmektedir.

Dağıstanlı göçmenler, özellikle yüzyıllar önce Orta Asya’da kök saldığı gibi Dağıstan’da da güçlenerek gelişen tasavvufun Nakşbendiyye yolunu taşımakta olan, manevi doruklarda yaşayan bir şeyhin himayesinde, O’nun himmet nazarları altında olmaktan dolayı çok mutluydular. Bu kutlu insanı kuşatan ilahi bereketten nasibdar olarak adeta kutsanmış olan köylerinde, Rus istilacıların zulmü altında nesillerdir yitirmiş oldukları güven , huzur ve sevgiye kavuşmuşlardı.

Şeyh Şerâfeddin Zeynel Abidin’in hayatı boyunca yapmış olduğu sohbetlerin, sohbette bulunan “katibler” tarafından not alınarak kaydedilmiş el yazması örnekleri, önceleri elyazısı ile Latin alfabesine çevrilerek çoğaltılmış ve daha sonra Hasan Burkay’ın himmeti ile “Menakıb-ı Şerefiyye” adı altında, ayet ve hadislerin kaynağı gösterilerek aslına tamamen sadık kalınarak kitablar halinde basılmıştır. “Bizim yolumuz sohbet yoludur” buyuran önderi Şah-ı Nakşbend Muhammed Bahâeddin Buhari’nin usulünce sohbete çok önem vermiş ve bağlılarının eğitiminde en etkin vasıta olarak kullanmıştır. Bu himmeti halen de matbu hale getirilmiş olan sohbetlerinin okunduğu meclisler vasıtasıyla gerek Güneyköy’de gerekse bağlılarının dağıldığı Türkiye’nin her köşesinde sürdürülmekte ve menbaı olduğu feyz ve bereketten istifade etmek ölümünden sonra da mümkün olmaktadır.
Şeyh Şerâfeddin, kendisi asla boş konuşmadığı gibi zikir meclisleri dışında bulunduğu ortamlarda da boş-malayani konuşmalara izin vermez, hatta o kadar ki bulundukları meclisde ileri-geri konuşanları oradan uzaklaştırırdı. Her ne vakit, beraberinde oturulsa Şeyh Şerâfeddin’in sohbetine katılanların kalblerinden dünya sevgisinin kalktığı bildirilmiştir. Asla, en azından üç ayet de Kur’an-ı Hakîm tilavet edilmeden ve on kelime-i tevhid ile on salavat-ı şerifeden ibaret olsa bile zikr edilmeksizin oturulmasını istemezdi. Bir sohbetinde sohbet adabı hakkında kuralları bizzat, ince-ince sıralamıştır : “Sohbet için mutlaka dokuz şart lazımdır:

1. Bir yerde toplantı ve sohbet için davet olunulduğunda o mecliste asla şeriata aykırı bir şey olmamalıdır. Her ne kadar davete icabet sünnet ise de, eğer bir toplantıda yemek-içmekten başka bir maksat yok ise o meclisten hiçbir fayda hasıl olmayacağından o davete icabet etmemelidir

2. Yemek sırasında adâba ve sünnet-i seniyyeye riayet edilmelidir.

3. Bir mecliste konuşuluyorsa münkirattan, inkardan ve malâyâniden , boş sözlerden içtinab etmek , kaçınmak lazımdır. Eğer bir yerde yalan, gıybet vs. var ise, imanı olanları bun­dan men etmeli, uyarmak için nasihatte bulunulmalıdır.

4. Sohbetin bir yöneticisi olmalıdır. Sohbet yerinde kargaşa olmamalı, herkes sakin şekilde oturmalı, bir nizam ve intizam üzere olunmalıdır.

5. Sohbet meclisine sirayet edecek derecede gam ve kasavet sahibi olan bir kimse mecliste oturmamalıdır. Kalbinde bir dert ve sıkıntısı olanlar, sohbete git­memelidir.

6. Manevi sohbet meclisinde dünya işleri ve geçimle ilgili şeylerden bahsedilmemelidir. Zira bunun yeri, tasavvuf sohbeti değildir.

7. Davet sahibinin o davetten muradı ne ise, onu iyi anlayıp mükemmel surette ihtimama ve muradına cevap vermeye gayret sarf etmelidir. Ancak yine davet sahibinin arzusundan ziyade diğer kimselerin arzusuna bakılmamalıdır.

8. Sohbet meclisini üç ya da beş saatten ziyade uzatmamalıdır. Zira, ziyade olursa söze malayani ve takvaya muhalif unsurlar karışır.

9. Sohbet sonunda, o mecliste sâdır olan ahkâma aykırı söz ve davranışlar için, yirmi beş kez is­tiğfar edilmelidir. Sohbetten sonra birkaç ayet okunmalı ve bağışlanmalıdır.

Eğer bir sohbet meclisinde bu dokuz şarta riayet edilirse, tarikatın önderi Şah-ı Nakşbend Muhammed Bahâeddin Buhari’nin sırrına mazhar olunurken , aksi halinde bir hidayet ve fazilet hasıl olmaz.”

Günümüzdeki sohbet ortamları dikkate alınırsa bu kuralların -özellikle birkaçının- ne kadar önemli olduğu hemen görülecektir. Bu konudaki tavsiyelerinden birisi olan rızk ve maişet düşüncesi, kaygısı olan kimselerle oturulmaması ve onlarla sohbet etmenin tasavvuf yolcusuna zararlı olacağı konusundaki uyarısı, geçim kaygısının herkesi sardığı günümüz için dikkat çekicidir. Ayrıca, sohbette maddi kazanç, kâr-zarar işlerinin konuşulmaması uyarısı, sohbetin bir yöneticisinin olmasına dikkat edilmesi kuralları günümüzün neredeyse her kafadan bir ses çıkan sohbet ve toplantılarının neden feyz ve bereketten yoksun olduğu sorusunun cevaplarını içermektedir. Günümüzde binbir kaygı içinde bunalan ve stres denilen “kabz hali”ndeki kişilerin sohbet meclisinden uzak durması uyarısı “hallerin sirayet edici” olduğuna işaret etmesi yönünden üzerinde çok düşünülmesi gereken bir husustur.

İlginizi Çekebilir  Abdalhasan Türbesi

Daha Dağıstan’da iken en uzunu 3 yıl sürmek üzere birkaç kez halvete girmişti. Reşadiye (bugünkü Güneyköy ) yakınındaki bir yamaçta bulunan bir mağarada Şeyh Muhammed Medeni’nin emri ile altı ay sürecek bir halvete daha girdi. Aslında kalabalık arasında da daimi bir halvet halini yaşıyordu (=halvet der encümen). Halveti sırasında , İlahi aşkın pek çok makamı O’nda zahir oldu. Halvetten çıkar çıkmaz Şeyh’i halka nasihat etmek ve yol göstermek üzere kendisine yetki verdi ve halkın yönlendirilmesi ve irşadındaki tüm sorumluluk Şeyh Şerâfeddin’e verildi. Bu dönemden itibaren tasavvuf tarihinde pek nadir olarak görülen bir şekilde, müridinin ulaştığı derecenin kendi derecesinin fevkınde olduğunu anlayan mürşidi Muhammed Medenî, irşad vazifesini, evladına devrederek, bütün müntesipleri ile birlikte kendisi de, ona biat ederek tabî olmuştur. Şeyh Ebu Muhammed O’nu bir müridi ve damadı olarak yetiştirmişti; şimdi mürşid, tarikatın bir müridi oluyordu. Şeyh’inin birlikte bulunduklarında daha yüksekçe bir yerde oturması şeklindeki ısrarına itaat etmek zorunda kaldı. Şeyh Şerâfeddin, Nakşbendiye silsilesinin tasavvufi öğretisini yaymakta mürşidinin mevcudiyetinde dahi yetkili kılındı. Bundan sonra Muhammed Medeni, her konuda Şeyh Şerâfeddin’in görüşlerini onayladığını ilan etmiş ve kendisine intisab etmek isteyen talibleri yeğenine yönlendirmeğe başlamıştır.

Şeyh Şerâfeddin manevi olarak Cemalüddin Gazikumuki ve Dağıstan’daki şeyhi Ebu Ahmed es-Suğuri‘nin himmeti ile desteklendi. Allah aşkında Fenafillah mertebesine erdi. Şeyh Şerâfeddin, Rasûlullah (s.a.v)’in manevi mirasçılarındandır. Bu manevi ilişki vasıtasıyla insan-ı kamil –mükemmellik- makamına erdi. Rasûlullah (s.a.v)’in en önde gelen sahabelerinden olan ve Peygamber (S.a.v.) Medine-i Münevvere’den ayrılırken yerine vekil olarak tayin ettiği Mikdat ibn el-Esved’in soyundan gelen birisiydi. Şeyh Şerâfeddin sırtında Rasûlullah (s.a.v)’in elinin işaretini taşırdı. Bu doğum lekesini uzak atası Mikdat ibn el-Esved’den miras olarak almıştı. Rasûlullah (s.a.v) elini Mikdat ibn el-Esved’in sırtına koymuş ve O’na soyundan geleceklere dua etmişti.

İslami bilimlerin her alanında olduğu gibi fıkhın en zor ve derin meselelerinin çözümlerinde de müçtehid düzeyinde bir otorite idi. Zamanının fetva vermeğe yetkin alimlerinin en önde geleniydi. Aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’in hıfzı ve yazımında yetenekli bir hafız ve hattattı. Rasûlullah (s.a.v)’in siretini ayrıntıları ile bilirdi ve hadis ilimlerinde, rivayet senedleri konusunda deha derecesinde yetkin bir alimdi. Bütün bunlar O’nun zahiri-batıni ilim dolu sohbetlerine yüzlerce bilgin ve ilim talibinin neden hassasiyetle devam ettiğini izah etmektedir.

Şeyh Şerâfeddin, Osmanlı sarayının İslami konularda danıştığı kişilerden birisi olarak da kaydedilmiştir. Bu konuda değişik rivayetler de özellikle yakın tarihte vefat eden yakın bağlılarından Ali Usta’nın hatıratında nakledilerek günümüze ulaşmıştır. Bugün Şeyh Şerâfeddin’in torunları nezdinde saklanan bir emanet olarak hâlâ “ziyaret edilen“ Rasûlullah’ın sakal-ı şerif köye getirilmesi konusunda Ali Usta’nın anlattıkları Osmanlı Sultanı ile Şeyh Şerâfeddin arasındaki ilişkinin de somut kanıtlarını içermektedir. Ali Usta halen Reşadiye köyünde Şeyh Şerâfeddin’in hanesinde mevcut olan sakal-ı şerif ile anısını şöyle dile getirmektedir: “-Şeyh Efendi, -bizzat davet edilmek suretiyle- Ossmanlı sarayına Sultan Reşad’a çok giderdi. Sultan Reşad dini konularda bir çok sualler sorar; Şeyh Efendi de cevaplandırırdı. Mesela, bir keresinde Sultan, “Hızır (a.s.) halen hayatta mıdır?” diye sormuş ve Şeyh Şerafedin’den ‘Evet’ cevabını almış. Bir gün de Sultan Reşad, Şeyh Efendi’ye kendisinden bir isteği olup olmadığını sorunca Şeyh Efendi de “Hırka-i Şerif’deki, Rasûlullah Efendimizin Sakal-ı Şerifinden bir tane –teberrüken- isterim”, demiş. Emir vermiş Sultan Reşad; bir sakal-ı şerif teli getirmişler; Şeyh Efendi, “Bu sahte” demiş; bir ikincisini getirmişler: “Bu da hakiki değil” demiş Şeyh Efendi. Üçüncü gelince, “Es-Salatü vesselamu aleyke ya Resulallah” diye selamlamış ve Rasûlullah’ın emanetiyle Güneyköy’e dönmüştü. „

Köyün isminin Osmanlı Sultanı’ndan ilhamla Reşadiye olarak verilmesi de Osmanlı sarayı ile Şeyh Şerâfeddin arasındaki ilişki konusunda zaten bir nebze ipucu vermektedir. Küçük bir köy sayılması gereken Güneyköy’deki medresede bin kadar talebenin eğitim gördüğü ve bu talebenin masrafının Osmanlı Sultanı tarafından vakfedilen vakfiyelerin gelirlerinden karşılandığı rivayeti, o devirde bir köydeki ilim muhitinin etkinliği hakkında oldukça önemli bir fikir kaynağıdır. Köydeki iki camiden birisi olan ve medresenin de bulunduğu külliyenin klasik bir Osmanlı eseri oluşu, köy meydanında Osmanlı Sultanı Sultan Reşad’ın tuğrasını taşıyan görkemli çeşme ve hâlâ işletilmekte olan ve talebenin ihtiyaçları için vakfedildiği bildirilen “Reşad Menba Suyu“ işletmesi, bu vakfiyenin bir mirası ve köye verilen önemin somut kanıtı olarak hâlâ ayaktadır. Osmanlı Sarayı’na bu doğal kaynak suyundan gönderildiği rivayetleri de dikkat çekicidir. Bu kanıt ve bilgiler Osmanlı Sarayı-Reşadiye (Güneyköy) ilişkisi konusunda ciddi bir araştırma yapılması gereğine işaret etmektedir. İlişkide olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nun resmi makamları nezdinde saygın bir alim düzeyinde ayrıcalıklı bir muamele görmüştür.
Şerâfeddin Zeynel Abidin Dağıstanî, Hicrî 1292 – Miladî 1875 yılı, Zilka­de ayının üçüncü Pazartesi gecesi Dağıstan’ın Temirhan-şura vilayeti, Gunip kazasının Kikuni köyünde, dünyaya geldi. Babası Abdurraşid Efendi, annesi Emine Sara Hatundur. Anne ve babasının her ikisinin de kabirleri, Yalova Güneyköy’deki kabristandadır. Yalova ilinin Reşadiye (bugünkü Güneyköy ) köyünde Hicrî 1355 – Miladî 1936 yılı Cemaziyel evvel ayının yirmiyedinci pazar günü, köyünde (hicri takvime göre) altmış üç yaşında iken vefat etmiştir. Son yüzyılın en seçkin tasavvuf büyüklerinden olan Şerâfeddin Zeynel Abidin Dağıstanî, “Ebu’l-Fukara” lakabı ile de anılır.